Dil, Ağrıyan Dişi Kurcalar

Ertuğrul Kürkçü

Çoğu kadın, çocuk ve yaşlı en az 900 bin Ermeni’nin anayurtlarından, insanlığa, hukuka, adalete, vicdana, sığmayacak şekilde Suriye’ye göçe zorlanmaları, göç yollarında soyulmaları, kitle halinde öldürülmeleri, hastalık açlık ve yorgunluktan telef olmaları küçük bir felaket mi?

“Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar,” demiş başbakan Tayyip Erdoğan, “Büyük Felaket”e dair bildiri(miz) konusundaki fikrini soran habercilere.

Onun ve milletinin böyle bir sorunu yokmuş… Daha iki yıl önce “Ben aslen Gürcüyüm, eşim de Siirtli bir Arap” demeye kalmadan kendisini ultra-milliyetçilerin hakaret tufanının ortasında bulan birinin, Osmanlı Devleti’nden miras milliyet sorunları/konuları üstüne konuşmadan evvel dokuz kere yutkunmasını beklemek boşuna. Kürtler’in askerin dipçiğine imamın duasının eşlik etmesini “çözüm” saymayacakları anlaşıldığından beri Erdoğan “çok kültürlülük” söylemi öneren danışmanlarına kulak asmıyor… Bildiğini okuyor.

Erdoğan’ın anlama ve kavrama yeteneği -herkes gibi- entelektüel müktesebatıyla sınırlı. O, “Milli Görüş” gömleğini Versace kravatlarla örtebiliyor. Ama havsalasının hiçbir zaman Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) mahfilleri ile İskender Paşa Dergâhı’nda edinebildiklerinin ötesine geçemeyeceğini saklamasına olanak yok. Erdoğan, bütün kanalların baş yorumcusu. Çetrefilli toplumsal-kültürel meselelerde ne zaman ağzını açsa, anti-komünizm, ırkçılık ve mukaddesatçılık karışımını üstünüze boca eden bir münazaracı saldırganlığıyla onurlandırılıyorsunuz. Ne derler: Üslubu beyan, ayniyle insan!

Erdoğan böyle de, uzlaşmaz karşıtları çok mu farklı. CHP milletvekili Canan Arıtman Cumhurbaşkanı Gül’ün, “bildiri”yle ilgili, “bırakınız konuşsunlar”dan öteye gitmeyen değerlendirmesini TBMM Dışişleri Komisyonu’nda bakın nasıl irdelemiş: “(…) Beklerdim ki, ’Cumhurbaşkanı’ olarak Türk milleti ve devletinin bir soykırım suçu işlemediğini, bu vesileyle, bütün dünyaya  haykırsın. Bu görevi yapmadığı için, kendisini şiddetle kınıyorum. Biz, başından beri Gül’ün annesinin Ermeni kökenli olduğunu biliyoruz.” İşte sosyal demokratın havsalası da buraya kadar: “Bana kökenini söyle senin kim olduğunu söyleyeyim!”

Göz göre göre yalan…

Erdoğan da Arıtman da işlevleri her koşul altında rejimin meşruiyet gerekçelerini yeniden üretmek olan düzen politikacıları. Rejimin kabullerinin her sorgulanışını bizzat kendi varlıklarına ve imanlarına karşı bir “saldırı” olarak görmeleri ve ona karşı harekete geçmeleri siyasal işlevlerinin bir parçası. Eğer bu “saldırı”yı gerçeklerle, birbiriyle tutarlı nedensellikler dizilerini ortaya koyarak bertaraf edemiyorlarsa, “dezenformasyon” ne güne duruyor.

Siyasi gericiliğin “ideolojik” mücadele yordamlarını biliyoruz: Darda kalınca karşıtının tezlerini çarpıtmak, onun “asıl niyeti”ni sakladığına dair vehimler ileriye sürmek, konuyla ilgisi olmayan bağıntılar icat ederek tartışmayı en geri bilinç düzeyine taşımak ya da karşıt tezleri “suç kanıtı”na dönüştürerek konuyu ağır ceza mahkemesine havale etmek…

Erdoğan ve Arıtman hukuksal düzeyde savcılara TCK 301 ve 305’i işaret ederek, toplumsal-kültürel düzeyde milliyetçi önyargıları kışkırtarak bu yolu seçiyorlar.

İkisi de peş peşe üç yalanı kasıtlı olarak söylüyor:

  • Bildiri 1915 olaylarını “soykırım” olarak niteliyor.
  • “Soykırım”ın “Türk milleti tarafından” işlendiğini ileri sürüyor.
  • Türk milleti adına “Ermenistan’dan özür diliyor”.

Dil ağrıyan dişi kurcalarmış diye boşuna dememişler, Erdoğan da Arıtman da besbelli hissediyorlar geçmişteki zulmün büyüklüğünün ve affedilemezliğinin derecesini. O nedenle kimse anmadan onlar başlıyor “soykırım” diye konuşmaya.

Bildiri metnine bakalım:

“1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”

  • Bildiri 1915’te Ermeniler’in “Büyük Felaket”e maruz kaldığını söylüyor.
  • “Büyük Felaket”in “Türk milleti” tarafından yaratıldığına dair hiçbirşey söylemiyor.
  • Her imzacı bu felaketin “inkar edilmesi”, “bu adaletsizlik” karşısında kendi adına “Ermeni kardeşleri”nden özür diliyor.

Radikal yazarı Hasan Celal Güzel’in büyük keşfine göre “Büyük Felaket” ifadesi, “hazırlayanları ele veriyor”muş. “Zira, bu ibare, diyaspora ve Ermenistan tarafından ‘soykırım’ olarak anlaşılıyor”muş. “Bu ihanet belgesini imzalayanlar, aksini iddia etseler de, aslında soykırımı kabul etmiş oluyorlar”mış.

“Büyük Felaket”i “diyaspora ve Ermenistan” nasıl anlıyor olursa olsun, çoğu kadın, çocuk ve yaşlı en az 900 bin insanın anayurtlarından, Türkler Anadolu’ya yerleşmeden çok önce bile yaşadıkları öz vatanlarından, insanlığa, hukuka, adalete, vicdana, sığmayacak şekilde Suriye’ye göçe zorlanmaları, göç yollarında soyulmaları, kitle halinde öldürülmeleri, hastalık açlık ve yorgunluktan telef olmaları küçük bir felaket midir?

Hınçak ve Taşnak komitalarının üyesi olmayan Osmanlı sivil Ermenilerinin, Ermenistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığı için başlatılan ayaklanmada “savaşan taraf” tanımı içine hiçbir şekilde giremeyecek 10 binlerce kadın, çocuk, yaşlı, emekçi, esnaf ve zanaatkarın bu muameleye reva görülmüş olmasını, mal ve mülklerinin gasp edilmesini, kültür ve geleneklerinin kökünün kazınmasını, sivil mimarlık mirasının yerle bir edilmiş olmasını, “diaspora”nın işine gelmesin diye içimize mi sindirmemiz gerekir.

“Soykırım” tartışması değil

Bu bildiriyi imzalayanlar siyasi kanaatleri ne olursa olsun görüşlerini kimseden saklamazlar. İşin aslı, 1915 olaylarının bu bildiride ”Büyük Felaket” diye adlandırılması, imzacıların büyük çoğunluğunun tarihsel, hukuksal, politik açıdan 1915’in “soykırım” tanımına tam olarak -ya da hiç- girmeyeceğini düşünmelerinden ötürüdür. Bu olayları “soykırım” olarak görenler bu ifadede uzlaşarak 1915’i “soykırım” olarak görmeyenlere bir taviz vermektedirler aslında.

İmzacıların “kendi payıma” derken, “Türk milleti adına” söz istemedikleri, böyle bir dertleri olmadığı da apaçık değil mi? “Türk milleti”nin kendisini temsil eden bir parlamentosu, parlamentonun verdiği işleri gören bir hükümeti var. Başka türlü bir temsil ilişkisi kurulana kadar bu milleti bu parlamento temsil edecek. Öyledir diye, tarihi başka türlü okuyan ve anlayanların susmaları, parlamento çoğunluğundan başka türlü düşünenlerin o çoğunluğun baskısı altında sinmeleri mi gerekiyor.

İşin doğrusu, bu çoğunluğun sırlarla, yasaklarla, tabularla çevrelenmiş bir yakın geçmişin doğru bilgisini nasıl edinmiş olabilecekleri de bir muamma. Eğer doğru bilgi gerçekten mevcut olsa, hükümetimiz neden “arşivler açılsın bilim insanları bu bilgileri karşılıklı olarak ortaya çıkarsın” diye laf tüketip duruyor.

Gene de hepimizin olan bitenlerle ilgili bir dizi kanaati var. İinsanları şu yada bu yönde harekete geçmeye sevk eden de tamamen bilimsel olduğunu hiçbir zaman iddia edemeyeceğimiz bu yargılarımız, vicdanımız!

Savaş savaştır! Her savaş insan öldürerek yapılır, özellikle iç çatışma şekline bürünen savaşlarda her zaman sivil ahali savaşan tarafların hedefleri arasına girer, kadınlar, çocuklar bu ihlallerden ağır zarar görür. Ermeni bağımsızlığı için ayaklanan örgütlerin de, mevzi kazanmak, Osmanlı güçlerini halk desteğinden mahrum bırakmak, sivil halkı yıldırmak amacıyla, kin güderek ve başka saiklerle sivil, Türk, Müslüman ahaliye zulmetmiş oldukları, ibadethanelerini yaktıkları bilinen gerçeklerdir. Bunun karbon kopyasının “mukatale” sırasında Osmanlı güçleri ve İttihat Terakki’nin silahlandırdığı sivil güçler tarafından gerçekleştirildiği de bir mutlak hakikat. Bu katliamların mağdurlarının torunlarının kuşaklar boyu yalanlar söylemiş olmayacakları apaşikar. Halkın diline düşen zulüm gerçektir, uydurma olamaz.

Ama 1915 tartışması bu mudur? 1915 tartışması “mukatale” sona erdikten sonraki döneme dairdir. Bir tarafta bütün haşmetiyle bir devlet iktidarı, onun silahlandırdığı “Hamidiye Alayları”nın bakiyesi paramiliter Kürt ve Türk güçleri, öbür tarafta bastırılmış ayaklanmanın ardından Ermeni isyancıları kendi habitatlarından koparmak için korumasız, önlemsiz tehcire zorlanan, kurda kuşa, eşkiyaya, çetelere yem edilen silahsız, sivil yüz binlerce insan. Trajedi burada!

Osmanlı Devleti, yeni Cumhuriyet’e, Topkapı Sarayı Hazinesi’ni olduğu gibi bu insanların yurtlarından edilişlerinin mirasını da devretti. Bu geçmişten sadece övünebileceklerimizi, göğsümüzü kabartanları, güzellikleri ve iyilikleri değil, bizi utandıracak olanları da tevarüs ettik. “Ben yapmadım, İttihat Terakki yaptı” demekle olmuyor. Kurtuluş savaşını da sen yapmadın, ne diye övünüyorsun o zaman! Kurbanlar ve zalimler yok olup gitmedi. Ana babaları boğazlanmış, kendileri Türkler ve Kürtler tarafından sahiplenilmiş on binlerce Ermeni kız çocuğunun -neden yalnızca kızlar?- soyundan gelen milyonlarca insan hala bu ülkede yaşamaya devam ediyor. O kuşakların da kendi öncellerini, kendi hakikatlerini bilmeye hakkı var.

Seksen yıl, doksan yıl başkası olarak yaşadıktan sonra ölüm döşeğinde öpmek için bir “haç” isteyen kadınlara ve onların çocuklarına, kendileri gibi yaşamaktan korkmayacakları, beğenmediğiniz bir şey yaptıklarında “seni gidi Ermeni çocuğu” diye ayrımcılığa uğratılmayacakları bir özgürlük ve hoşgörü ülkesi bütün istediğimiz, vicdansızlar!