Aynı Karede…

Ertuğrul Kürkçü

Hayat hukuktan, hukuk statülerden ibaret olsa, ‘Susurluk’ kazasında da aynı arabadan bir Emniyet Müdürü, bir Kürt aşiret ağası, bir kaçak faşist katil ve bir eski güzellik kraliçesinin çıkmaması gerekirdi.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal haykırıyor. “Hikâye, Ergenekon diye bir örgütün var olduğunu kamuoyuna yansıtamadılar. Örgüt varsa bir başkanı, yönetimi, tüzüğü olur. Nerede bunlar? İbrahim Şahin de örgüt üyesi, Sabih Kanadoğlu da. Bir de terör örgütüymüş. Yaptığı terör nerede? Silahlar çıkmış. O silahları kim oraya koydu? Ne zaman oraya koydu. Sabih Kanadoğlu’nun o silahlarla bir ilgisi mi var? Bu toplumu yönlendirme projesidir.”

İlk bakışta, -hatta son bakışta da- hukuken bütünüyle haklı bir itiraz bu. Bu ilgi kuşku götürmez kanıtlarla ortaya konulup bir mahkemede karara bağlanmadıkça herkes suçsuz. Masumiyet karinesine saygı gösterilmeksizin, insanların bitmek tükenmek bilmez bir “reality show” silsilesi içinde rezil rüsva edilmelerine dayalı yeni “yargı süreci”nden haz alanlarda gerçekten de bir tuhaflık olmalı.

Şahin’le Kanadoğlu’nun ortak yanı

Ancak, Baykal’ın da, onun gibi düşünen başkalarının da itirazlarının bir temel “insan hakkı”nın çiğnenmesiyle ilgili olabileceğini ummak boşuna. Onların itirazları daha çok Kanadoğlu’nun Şahin’le aynı kareye girmesine…

İbrahim Şahin “örgüt üyesi olabilir” demeye getiriyor Baykal, ama “Kanadoğlu olamaz”. Oysa “saf hukuk” açısından ikisinin de “örgüt üyeliği”nden kovuşturulmalarının önünde hiçbir engel olmadığı gibi, açık kanıtlar ve adil bir yargılama ile mahkum olana değin Şahin’i de “masum” saymak aynı “hukuk”un gereği.

Hikmet-i hükümet

Gene de “Susurluk”tan sabıkalı bir “Özel Harekatçı” ile, onu hapis cezasına çarptıran yerel mahkeme kararının kesinleşmesinde ısrarcı olmuş bir Yargıtay Başsavcısı’nın söz konusu olduğu düşünülürse, “Ergenekon” koğuşturması bağlamında ilk bakışta Şahin’in “masum sayılmak” için neredeyse hiç şansı yok, Kanadoğlu’nun ise haksız bir kuşku altında olduğundan kuşku duymak için bir neden yok görünüyor.

Gerçi yerel mahkeme kararını “eksik soruşturma” gerekçesiyle bozan, dönemin Yargıtay 8. Dairesi Başkanı Naci Ünver’e kulak kabartınca her şeyin göründüğü gibi olmayabileceği de akla gelmiyor değil. Hürriyet’ten Saygı Öztürk’le konuşan Ünver “Dosyayı incelediğimizde, sanıklardan birisinin yargılama sırasında gizli oturum yapılması halinde kayıp silahlar konusunda açıklama yapacağını söylediğini okuduk… Ancak, buna fırsat verilmediğini gördük.” diyor. “Eğer, yerel mahkeme, Susurluk Davası’yla ilgili olarak kayıp silahların yerini kapalı oturumda söylemek isteyen sanığı dinlemiş olsaydı, çoğu suikast silahı olarak bilinen silahların yeri o yıllarda belirlenmiş olabilecekti.”

Ünver haklı çıkmış görünüyor. Gerçi bu kadarı Kanadoğlu ve Şahin’in aynı “örgüt”e mensubiyetlerine ilişkin kuşkulara kanıt oluşturmaz ama Baykal’ın her ikisinin de aynı çerçeveye yerleştirilmelerinin imkansızlığı karinesini ister istemez zayıflatıyor.

Hayat hukuktan, hukuk statülerden ibaret olsa, “Susurluk” kazasında da aynı arabadan bir Emniyet Müdürü, bir Kürt aşiret ağası, bir kaçak faşist katil ve bir eski güzellik kraliçesinin çıkmaması gerekirdi. Onları biraraya getiren ya da birbirinden uzakta tutacak şey hukuk ve ahlak değil politika, politikanın en yüksek ifadesi olan devlet ve onun çıkarlarıyla olan mesafeleriydi, hikmet-i hükümetti.

Zevkler ve siyasi renkler

Ergenekon koğuşturması hukuken hiçbir işe yaramıyorsa bir neşter gibi Türkiye’yi ortasından yararak dışarıdan bakıldığında hukuk, ahlak, toplumsal yaşam tarzı, ekonomik statü, zevkler, genel kültür vesaire açısından birbirleriyle hiç bağdaşmazlarmış gibi görünen insanlar, erkek ve kadınlar arasındaki iç bağları ortaya sermesi açısından çok çarpıcı bir işlev ediniyor.

Soruşturma, yürütülüş ve sergileniş biçimiyle sadece bir “suç” koğuşturmuyor, bir bölüm insanın aralarındaki bağlantıları ortaya çıkarmak amacıyla gündelik yaşantılarını, okudukları kitaplardan evlerinde ve işyerlerinde bulunan öldürücü silahlara, gizli belgelere, en mahrem konuşmalarından, zevklerine kadar özel ve politik yaşam ayrıntılarını ortaya dökerek Kanadoğlu ve Şahin’in, Kemal Gürüz’le Yalçın Küçük’ün, İlhan Selçuk’la Veli Küçük’ün aynı kareye girmeleri gerektiğine toplumu ikna etmeyi de amaçlıyor.

Oysa bu insanları biraraya getiren -eğer gerçekten getiriyorsa- “suç işleme” kastından önce “siyasi tercihler”i, bu tercihlerin toplumsal-politik hayatın gidişatı içinde farklılaşması. 12 Mart’ın işkencecisiyle işkence mağdurunu, YÖK Başkanı’yla, onun lanetlediği profesörü, suç işlemiş polisle onu suçlamış savcıyı aynı kareye sokan, devlet üzerinde süregiden hakimiyet mücadelesinde aynı tarafta yer tutmalarını kaçınılmazlaştıran politik konumlanışları.

Özel Harbin kuyruğunda

Korgeneral Doğan Beyazıt 3 Aralık 1990’da verdiği bir basın brifinginde, “Bizim ülkemiz sadece komünist istilaya uğrayacak tek bir komşuya sahip olsaydı, o zaman komünist işgale karşı işgal sahasında mücadele verecek bir teşkilat yeterli olabilirdi. Fakat bizim ülkemiz din ihracından tutun (…) çeşitli tehditlere tabidir. Dolayısıyla Özel Harp Dairesi antikomünist değildir. Din devrimine karşı da kullanılacaktır” diyerek silahlı kuvvetlerin 2000’lerdeki stratejik önceliklerini haber vermişti.

28 Şubat müdahalesinin ardından Silahlı Kuvvetler’in benimsediği yeni Milli Askeri Stratejik Konsept askeri yetkililerce şöyle özetlendi: “Şeriatçılık NATO’nun tehdit değerlendirmesinde birinci sıraya yükseldi, bir NATO müttefiki olarak Türkiye için de iç düşman kapsamındadır.”

Bu tercihler, siyasi İslam-laiklik ekseninde kurgulanan iç kamplaşmanın “laiklik” kutbunu seçenlerin politik hesaplarında Silahlı Kuvvetlere en muteber yeri ayırmalarına yol açtı, eski solun bir bölümünü işkencecileriyle kucaklaşmaya sürükleyen bu stratejik yöneliş oldu: İster istemez eski kontrgerilla uzmanlarıyla, laik profesörler ordunun generalleriyle, özel harbin emrine sokmuş gangsterler, kendilerini aynı operasyon sahasının içinde buldular. Kimileri için yol arkadaşlığı yoldaşlığa dönüştü…

“Ergenekon”un, 28 Şubat’tan bu yana hız kazanan bu yönelişin, Irak Savaşı’nın ve Kürt Sorunu’nun da vahimleştirdiği uluslararası koşullar çerçevesinde farklı toplumsal dinamikleri aynı hat üzerine dizen, birbirine benzemez ögelerden oluşan alacalı bir arkaplandan beslendiğini daha önce de söylemiştim:

“Küresel piyasanın işleyişi karşısında tutunamayan, iç piyasaya üretim yapan sermaye sahipleri, AKP’nin küreselci tarım siyasetinden mustarip ziraatçılar, AKP’nin Sünni mezhep dayatmasından rahatsız devlete yakın Aleviler, geleneksel devlet sınıfları: Yani yargı, bürokrasi, üniversite ve askerin içindeki bir kesim, ordunun ve yargının bir kurtarıcı rol oynayabileceğini, mutlaka demokratik olması gerekmeyen yollardan da AKP’nin saf dışı edilebileceğini bekleyen milliyetçi solcular, Türkiye’nin geleceğini Rusya ve Çin arasında açılan yeni bölgesel mekânda arayan Avrasyacılar, anti-küreselci radikal İslamcılar.”

Bugün, Ergenekon davasına dahil edilenlerin çoğulluğu ve alacalılığı, bu alacalı toplumsal-politik zeminin yukarılara, seçkinler dünyasına yansıtılmasıyla ilgili.

Batıcı liberal-muhafazakâr egemenlik

Ama en az bunun kadar çarpıcı olan bir başka şey ise, soruşturma sürecinde nesnel olarak karşıt kutba itilenlerin de gitgide birbirlerini daha çok benimser, makbul görür ve siyaseten hesaba katar oluşları. Daha birkaç ay öncesine kadar, hayatın işleyişini ‘ordu-siviller, AKP-CHP’ ekseninde okuyagelen, ordu yüksek komuta kademesini her türlü musibetin kaynağı olarak görenler, daha 2007’de uluslararası güç ilişkilerinin analizi dolayısıyla ortaya koyulan şu aşağıdaki saptamayla alay ediyorlardı, “Ne yani, Başbuğ sol-liberal mi” diyerek:

(…) [Başbuğ’un] felsefi mülahazalarla gerekçelendirilmiş belirlemelerini küresel güç ilişkileri bağlamında Silahlı Kuvvetler’in, Washington’la, 2008’den sonra yatışması mümkün kısmi ihtilaflar dışında bir çatışma içinde olmayacağını kaydeden, Avrupa Birliği’yle bütünleşmenin Habermasçı yorumuyla hiçbir çelişkisi bulunmadığını ortaya koyan yeni stratejik yaklaşımı olarak okumak mümkün.

Bu yaklaşımın, silahlı kuvvetlerin büyük sermaye ve liberal/muhafazakâr aydınlarla uluslararası kapitalizmin ve neoliberal küreselleşmenin mantığına uygun -ancak ‘askeri vesayet’in devamını da kollayan ve ‘otoriter’ avantajlar peşinde koşan- ‘Ergenekon milliyetçiliği’nden arındırılmış yeni bir mutabakatla taçlandırılacak bir restorasyon perspektifini dile getirdiğini söyleyebiliriz. Bu mutabakatta emekçilere ve sola hiçbir yer olmadığını eklemeye bilmem gerek var mı?”

Bir de ne görelim, her şey olup bittikten sonra ne olup bittiğinin kavranabilmesi için İhsan Dağı’nın da bir ‘post factum’ hüküm vermesi gerekmiş:

“Doğru teşhis, İhsan Dağı’nın da yazdığı gibi, TSK’nın üst kademesinin Ergenekon soruşturmasına engel olmayarak kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalıştığıdır.

“Doğru ama eksik bir teşhis bu… Ergenekon soruşturmasına izin vererek bu kanlı, karanlık örgütü kendi bünyesinden söküp atmaya çalışması, TSK’nın Batı’yla ilişkisinin sıhhati açısından ‘elzem’ hale geldi…”‘

Yasemin Çongar’ın bu tavrı aynı siyasi hatta dizildiği halde İbrahim Şahin’le aynı kareye girmeye içi bir türlü razı olamayan Sabih Kanadoğlu’nunkine benziyor. Küresel bağlam tamam da, bir de şu “Ergenekon”cuları söküp atsa o zaman İlker Başbuğ ve öteki komutanlarla Washington-Brüksel-Ankara hattında, gönül rahatlığıyla mevzilenilebilir, aynı kareye girilebilir diye umuyor. Girilebilir mi gerçekten?..  Washington-Brüksel hattından Türkiye’ye ulaşan küresel kapitalist kriz dalgaları işçileri tezgahlarının başından sokağa savururken, işyerlerini terk etmemek için direnen emekçiler ile hükümet, patronları ve onları fabrikadan atmaya gelen asker-polis birlikleri aynı kareye hiç girmiyorlar çünkü!..

20.01.2009
http://bianet.org/bianet/bianet/112032-ayni-karede