Üçüncü COVID 19 dalgası ve üç “millet”

Üçüncü dalgayla birlikte rejimle mücadelenin bir halk sağlığı sorunu olduğu bir kez daha ayan beyan ortaya çıkıyor. Bu aşamada -aşılanma ve etkin kapanmaya eşlik etmeyen- sokağa çıkma yasakları politiktir ve etkin bir biçimde sorgulanması gerekir. 

AKP Cumhurbaşkanı hafta başında COVID 19 haritasında çok yüksek riskli il sayısının 58’e yükseldiğini ve milletin her yerde geceleri ve ramazan boyunca hafta sonlarında eve tıkılacağını ilan etti, “fedakârlık yapmak gerekecek”ti.  Mart başında güya “normalleşiyorduk”; Mart biterken “normalleşme” de bitti. 

Oysa rejim, Mart başında, “normalleşme” coşkusuyla açılırken de salgın kötüleşerek sürüyordu. 1 Mart’ta Artı TV’de “normalleşme”nin “COVID 19 krizinin üçüncü evresi” olacağını söylerken bir kehanette bulunmuyordum:  “Türk Tabipler Birliği’nin verdiği bilgilere göre 21 Ocak’tan bu yana vaka sayısı her yerde artıyor. Mutasyonlu vaka sayısında da artış var. Buna karşılık, rejim […] eşitsizliklerle beslenen toplumsal öfkeden duyduğu korkuyla, ‘biraz açılmaktan bir şey olmaz’ palavrasına sığınıyor.” 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca sanki, her şey kötüleşirken “normalleşen kendisi değilmiş gibi hiç sıkılmadan yeni kısıtlamaları Mart boyunca artan bulaşıyla gerekçelendirdi: “Mutasyon her geçen gün artıyor. Şu an […]yüzde 75’lere ulaştı […] kapalı, kalabalık ortamlardan ve özellikle yakın temastan uzak durmamız gerekiyor.” Öyleydiyse, Mart boyunca göz göre göre bir seri cinayet işlenmiş olmuyor muydu? 31 Mart itibariyle 37 bin 303’e ulaşan yeni vaka sayısıyla Türkiye’yi bulaşıda dünya birinciliğine ulaştıran Fahrettin Koca ve AKP Cumhurbaşkanı bu cinayetin başlıca sorumluları değilse sorumlu kimdi? 

Geriye bakıldığında önlemlerin gevşetilmesinin politik nedeninin AKP kongreleri olduğu daha açık görülüyor.  Erdoğan’ın tabanda çökmeye devam eden morali onarmak için lazım gelen gazı vereceği “dudak dudağa -lebalep- kongreler”in önünün açılması elbette “normalleşme” gerektiriyordu. Fahrettin Koca’nın döndürüp dolaştırıp lafı “buradan bir ayrıcalık çıkarma hikayesi oluşturmanın doğru olmadığı”na getirmesi, “normalleşme” hikayesinin başlıca politik saikinin AKP Kongreleri olduğunun itirafı olarak görülmeli. 

O istediği kadar “hikâye” diye dursun COVID 19 salgını boyunca toplumsal ve sınıfsal “ayrıcalık”lar derinleşti. Sınıflar, ekonomik çıkar grupları, yaş grupları ve bölgeler arası eşitsizlikler önceden görülmediği ölçüde kızıştı, göze batar ve nefret uyandırır oldu. İktidarda “tek devlet”, “tek millet” çığlıkları arşa yükselse de bugün bizzat o “tek devlet”in salgın yönetimi sonucu, toplum tasa ve sevinçleri birbiriyle çatışan üç millet halinde ayrışıyor. 

Birincisi devletin milleti. Zenginler, devletin koruyup kolladığı AKP ve MHP oligarşisi, onların akraba ve taallukatı ve taban örgütleriyle -dayanışma ağlarıyla, ilacıyla, aşısıyla, hastanesiyle, işi-gücü, avantasıyla- krizi fırsata çeviren azgın azınlık. İkincisi oligarşinin dışladıkları, devlette dayısı olmayanlar, yoksullar, çalışanlar, salgının kırıp geçirdiği, itilip kakılan, işsiz, umutsuz, geleceksiz gençler, büyük kentlerin emekçi nüfusu. Üçüncüsü, her yerde kendi doğdukları ve göç ettikleri kentlerdeki Kürtler ile her “millet”in kadınları, öğrenciler, emekliler ve yaşlılar.

Salgın devletin milleti için Allah’ın lütfu oldu. Diğerleri canı burnunda, yoksulluk içinde bunalırken, her iki gençten biri işsizken, onlar şımarıklık, kendini bilmezlik içinde, eskiden hiç olmadığı kadar zevki safa içinde debelendi, azdı kudurdu. İkinci ve üçüncü “millet” ise mutsuzluk, yokluk ve yoksunluk içinde kıvranıyor ve bir saat yayı gibi geriliyor. 

Salgının sona ermesi, temelde nüfusun yüzde 70’inden fazlasının aşılanmasına ve aşılanma tamamlanana kadar etkin bir kapanmayla bulaşının kontrol altına alınmasına bağlı. Ama rejim ne aşı tedarikinin ve hızlı ve yaygın aşılamanın gereklerini yerine getirebiliyor; ne de sert ve yaygın sonuç alıcı bir kapanmayı gerçekleştirebiliyor. Birincisi, aşı tedarikini ihale ettiği ahbap çavuşların karlı alışveriş peşinde koşarken uluslararası rakiplerince ekarte edilmelerinden ötürü, ikincisi kapanmayı finanse edecek kaynakların savaş harcamaları, enflasyon ve cari açık tarafından yutulmasından ötürü bir türlü başarılamıyor. Salgının başından beri hükümetin alışageldiği tedbir sokağa çıkma yasakları. Bu yasaklar, esasen toplumun çalışmak dışındaki bütün yaratıcı etkinliğinin, dolayısıyla muhalefet dinamiklerinin içinde harekete geçtiği boş zamanın baskılanması ve sokaktan uzaklaştırılmasını hedefliyor. Devletin milleti sefahata gömülürken, öteki milletleri ayak altından uzaklaştırmanın bir aracı olarak kapanmayı amacı dışında istismar ediyor.  

Üçüncü dalgayla birlikte rejimle mücadelenin yalnızca bir siyasal sorun değil aynı zamanda ve temelde bir toplumsal sorun, bir halk sağlığı sorunu olduğu bir kez daha ayan beyan ortaya çıkıyor. Bu aşamada devletin özgürlüklere yönelik bir saldırısına dönüşen -aşılanma ve etkin kapanmaya eşlik etmeyen- sokağa çıkma yasakları politiktir ve muhalefet tarafından etkin bir biçimde sorgulanması gerekir.