Türkiye neden savaş uçağı edinme telaşında?

İnsani maliyeti sıfır -rakamla “0”- olan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyarak egemenliği paylaşmanın karşısına konan “dünyayı Türk bayrağıyla kuşatma” palavrasının eşlik ettiği hastalıklı irredantizmin foyası ortaya çıkarılmadıkça paha biçilmez insani ve ekolojik, tarihsel ve kentsel varlığın biteviye harcanması bir “teferruat” olarak miskince seyredilmeye devam edecek

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda bakanlığının 2024 yılı bütçesi görüşülürken “40 Eurofighter uçağı almayı plan[ladıklarını]” açıklamıştı. Güler, “Çok etkili bir uçak” olarak nitelediği Typhoon Eurofighter’ın diğer ortak üreticileri olan İngiltere ve İspanya’nın Türkiye’ye satış için “evet” dediklerini, “Almanya’yı razı etmek için çalış[tıklarını]” söyledi.

“Almanya’yı [Türkiye’ye savaş uçağı satmaya] razı etmek için çalışmak” ifadesi her ikisi de NATO üyesi “iki müttefik ülke” ilişkisi bakımından ister istemez kulak tırmalıyor. Erdoğan rejimi bu durumu “bize gizli ambargo uyguluyorlar” vesvesesiyle açıklamaya çalışsa da Bonn Uluslararası Çatışma Çalışmaları Merkezi (BICC) güvenlik politikaları uzmanı Markus Bayer, sorunun “AB’nin askeri teknoloji ve teçhizat ihracatının kontrolüne ilişkin ortak tutum belgesinde yer verilen kriterleri dikkate alma” zorunluluğundan kaynaklandığını söylüyor.

Buna göre, “[…] insan hakları ve uluslararası insancıl hukukun kısıtlandığı, iç ihtilafların bulunduğu ya da bölgesinde barış ve güvenlikle ilgili sorunların olduğu ülkelere ihracat yapılmaması gerekiyor.” Bayer, “[…] Almanya tedarik edilen silahların Suriye’de kullanıp kullanılmayacağını, AB’nin bölgesel istikrarsızlığa yol açılmaması kriterinin ihlal edilip edilmeyeceğini değerlendirmek zorunda,” diyor. “Bir de gayet tabii, değerlendirme yapılırken, daha çok siyasi mahiyetteki İsveç’in NATO üyeliği de, önem taşıyacaktır.”

Bayer, Almanya’nın çekinceleri arasında ayrıca “ABD’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın alması nedeniyle Türkiye’yi F-35 projesinden çıkarttığına, Türk tarafının bunun üzerine yaptığı F-16 başvurusunun da Washington tarafından Ankara’nın İsveç’in NATO üyeliğinin engellemesi ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlar konusundaki tutumu nedeniyle bloke edildiğine” de işaret ediyor.

Daha ne olsun?

Ancak, “AB tutum belgesinin” Londra, Roma ve Madrid’de Berlin’deki gibi yorumlanmadığı ve bir adedi 100 milyon dolar olan 40 uçaklık siparişin yaratacağı 4 milyar dolarlık gelirin üretici ülkelerin, Almanya dahil hiçbiri için kolayca göz ardı edilemeyeceği de ortada. Avrupa Birliği bir kez daha Erdoğan’dan gelecek “kazlar” için insan hakları “tavuğundan” vaz geçip geçmeyeceği hesabıyla baş başa. Nitekim BICC uzmanı Bayer de sonuçta “Almanya’nın buna onay vermemesi için somut nedenler var ama bu nedenler onayın verilmeyeceği anlamına da gelmiyor” deyivermiş.

Peki Ankara neden yana yakıla uluslararası savaş uçağı piyasasında telaşla koşuşturuyor?

Türkiye dünyanın en büyük askeri güçleriyle NATO ittifakında. Yunanistan’la “it dalaşı” aslında iki taraf için de “dostane” bir askeri eğitim yerine geçiyor. Ankara Moskova’yla “al gülüm ver gülüm” havasında. NATO dışı bölge devletleri İran, Irak ve Suriye hava kuvvetleri Türkiye’nin hava savaş gücü karşısında anlamlı bir askeri tehdit oluşturmuyor.

Dolayısıyla, Ankara’nın yana yakıla uçak peşinde koşmasını, bir “dış tehdit algılaması” ya da başka bir deyişle “bir savunma gereksinimi” ile gerekçelendirmenin askeri ve politik bir mantığı yok. Velev ki, Ankara’nın hava savaş kapasitesini çoğaltmak, niteliğini yükseltmek ve eş zamanlı olarak kamu kaynaklarını “askeri-sınai kompleks”e akıtmak için başka bir motivasyonu olsun.

Böyle bir motivasyon var ne yazık ki. 14. Büyükelçiler Konferansı’nda Erdoğan tarafından açıkça ve etraflıca dile getirildi: Erdoğan Türkiye’nin dış temsilcilerine, “şanlı bayrağımızın görenlere güven ve huzur aşılayan gölgesinin tüm dünyayı kuşatması için canla başla çalışıyoruz,” diyerek giriştiği ajitasyonun ardından sözlerini “[…] ilkemiz gayet nettir” diye sürdürdü: “Üç kıtanın kalbinde yer alan Türkiye, hadiseleri tribünden seyredemez. Sahada ve masada güçlü olmak bizim için tercih değil mecburiyettir […] Diplomasinin tüm imkânlarını, sert ve yumuşak güç unsurlarının tamamını kullanarak Türkiye’nin menfaatlerini korumanın derdindeyiz.”

Dileyen, bunları sanrılarla malûl bir zihnin yaratımları, kifayetsiz bir muhterisin kalkıştığı boyundan büyük işler veya siyasi seçkinler arasında açık ya da örtük yaygınca paylaşılan irredantist emellerin yüksek perdeden dile dökülüşü olarak okuyabilir. Ancak, “asıl mesele”, devletin bütün güç ve yetkilerinin -hile ve hurdayla da olsa- üçüncü kez “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla kendisine teslim edildiği birisince “dünyayı kuşatmak” olarak konulduktan sonra bu iddianın sahiciliğini tartışmak abesle iştigal olur. Başını sonuna bağlarsak 4 milyar dolarlık bir askeri harcama gerektiren 40 Typhoon Eurofighter uçağı alımı, Erdoğan’ın “emperyalist” ve “irredantist” iddialarının icrası için gerek.

Doğrusu, ufukta bir Erdoğan yokken de Ankara’nın “savunma” perspektiflerine, bu irredantist zihniyet yön veriyordu. Ortaokul ve liseden “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır” haykırışlarıyla çıkan nesil, 1968’in devrimci eğitiminden geçtikten ve 12 Mart’ta askerin süngüsüyle darbelendikten sonra bile Kıbrıs istilasında bir hikmet bulabilmiş, çıkartmanın “adadaki faşist Sampson darbesini ezmeyi”, “Atina’daki albaylar cuntasını devirmeyi” hedeflediğine kendisini ikna edebilmişti. O günlerde şişeden çıkan, “Türklüğün eski ‘hayat sahası’na kavuşturulması” cini bir daha şişeye girmedi. Kâh “Misakı Milli” ile, kâh “İslam kardeşliği” ile, kâh Demirel’in ifadesiyle “Esasen, Adriyatik’ten Çin seddine ve hatta Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan ve Türk dünyasının da içinde yer aldığı büyük coğrafyada” at koşturma hevesiyle dillendirilen bu irredantizme Erdoğan da elbette bir “Necip Fazıl yorumu” katacaktı: “Türkiye, [Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’e yönelik saldırıları engelleme] mücadele[si]nin sancaktarlığını yapma sorumluluğunu asırlardır olduğu gibi bugün de hakkıyla ifa edecektir.”

Dünya gayri safi hasılasının yalnızca yüzde 2,2’sini üreten bir ülkenin “emperyalist” heveslerinin bir haddi hududu olacak elbette. Ama yüzde 2,2 deyip geçmemeli, bu oran Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’nınkinden büyük, Almanya’dan biraz geride, elbette Avrupa Birliği’nin birleşik gücünden kat kat geride ama bölgede hiç öyle değil.

Eurofighterlar Erdoğan’a, bölgede hava hakimiyetini rakipsiz olarak elde tutmak, İran, Irak, Suriye, Ege ve Akdeniz’de oyun kurmak ya da bozmak için gerek. Burada Ankara en kritik tehdidi ulus devletlerde değil, Kürtler’in İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de birleşik bir güç oluşturmaya yönelmelerinde görüyor. Ekstra hava gücü Erdoğan Ankarası’na, zaten dengelediği ve baskıladığı bölge devletlerini “Türkiye’yi tehditten caydırmak” için değil, Kürtler’i kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmaktan caydırmak için gerekiyor.

Ankara, hava savaş filosunu, Kürtleri Türk Hava Kuvvetleri’nin kanatlarının daimî gölgesi altında, SİHA’ların hedefinde tutmak, karadan doğrudan saldırmaktansa “vekil güçler”e hava savunması sağlayarak Kürtler’in kendi kendilerini yönetme iddialarını, ya da radikal politikalara yönelme kapasitelerini çelmek üzere güçlendirme telaşında…

Ankara büyük güçler ve bölge devletleriyle çekişmelerinde oyunu hatırı sayılır bir güç olarak sürdürebilmek için çırpınıyor. Diktatörlük, halkın sağlık, eğitim ve refahından çaldığı 4 milyar doları bir seferde büyük emperyalist silah şirketlerine peşkeş çekmeyi “milli dava”, Kürtlerle barışı “ihanet” sayıyor, çünkü barışın koşulu egemenliği paylaşmaktan geçiyor. İnsani maliyeti sıfır -rakamla “0”- olan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyarak egemenliği paylaşmanın karşısına konan “dünyayı Türk bayrağıyla kuşatma” palavrasının eşlik ettiği hastalıklı irredantizmin foyası ortaya çıkarılmadıkça paha biçilmez insani ve ekolojik, tarihsel ve kentsel varlığın biteviye harcanması bir “teferruat” olarak miskince seyredilmeye devam edecek.

Mevzu “savunma” ise, Türkiye’nin “savunması”nın biricik mantıklı ve ahlakî yolu dünyaya egemen olmaktan, kaynakları silahlanmaya tahsis etmekten değil, egemenliği ve refahı paylaşmaktan geçiyor. Sömürgeciliğin ise mazereti yok.
____________________________________________
Yeni Yaşam, 21 Aralık 2023