Türkiye, Kürdistan ve Kıbrıs’ta ortak mücadele

Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972 tarihinde Kızıldere köyünde uğradıkları saldırı nedeniyle hayatlarını kaybetmelerinin ardından 39 yıl geçti. Kıbrıs’ta yapılan anma etkinliğinde Ertuğrul Kürkçü bir konuşma yaptı.

Konuşmasından bir yerinde Kürkçü, ‘Hep şöyle düşündük; Türkiye devrimi esasen Kürtleri de kurtaracaktır. Tarihin eşitsiz gelişimi aslında Türkiye’nin özgürleşmesinde Kürt özgürlük hareketinin başlı başına bir ayrı moment oluşturacağını, onun yarattığı dinamiğin yeni bir özgürleşme alanı açabileceğini o tarihte öngörmemiştik ama bugün Türkiye’nin hakikati budur. Demek ki Türkiye’nin militarist rejiminin burada sürdürdüğü işgal, Kürdistan’da sürdürdüğü imha, Türkiye’de sürdürdüğü ezme politikalarına karşı bizi bağlayan bir ortak mücadele tablosu var’ ifadelerini kullandı.

Kıbrıs’ta çıkan Yeniçağ gazetesinin aktardığı Kürkçü’nün bu konuşmasını olduğu gibi yayınlıyoruz.

”Sevgili arkadaşlar,

Hepinize merhaba. Beni böyle anlamlı bir günde aranıza kabul ettiğiniz ve bu günü benimle geçirmek istediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Bu toplantıyı düzenleyen arkadaşlarımıza, sınıf arkadaşım Rasih’e ve diğer Kıbrıslı dostlarıma da bir arada olmamız için gereken şeyleri yaptıklarından ötürü de müteşekkirim.

Bizim için, bizim hareketimiz için Kıbrıslı devrimcilerle birlikte mücadele etmek sadece bir tasavvur değildi. Hareketimizin içinde Kıbrıslı arkadaşlarımız yer aldılar, savaştılar, çatıştılar, bizimle birlikte cezaevlerinde yattılar. O nedenle Kıbrıs halkının mücadelesiyle, Kıbrıslı devrimcilerle THKP/C arasında bir kan bağı vardır desem çok abartmış olmam. Öte yandan Kıbrıslı devrimciler, sadece THKP/C’de değil, daha sonraki süreçte, 74 sonrası 80’e kadar geçen mücadele döneminde Türkiye’de savaştılar. Aralarından Özer Elmas, Ercan Turgut, Mehmet Ömer, Sadık Cemil, Muharrem Adnan, Mustafa Ertan da hayatlarını kaybettiler. Bizim büyük kayıplar galerimizde yer alıyorlar. Ama bizim de Kıbrıslı devrimcilerin savaşlarından esinlendiğimiz doğrudur. Derviş Kavazoğlu ve Kostas Mişhauli’nin İngiliz sömürgeciliğine, Türk ve Rum işbirlikçiliğine karşı mücadelenin birer simgesi olarak hayatlarını, iki halkın emekçilerinin kurtuluşu için vermiş olduklarını biliyoruz.

Kayıpları ne kadar saysak tükenmez çünkü sadece 80’e gelinceye kadar Türkiye’de beş bin insan hayatlarını kaybetti, bunların birçoğu devrimciydi. Hayatını kaybedenler arasında aslında kendi haklarına ve kendi çıkarlarına karşı savaştığını bilmeksizin faşist hareketin saflarında yer almış yoksul emekçiler de vardı. Bugün de Türkiye’de sert bir çatışma sürüyor. 1984’ten bu yana 30 bini aşkın insan Türkiye’deki Kürtlerin özgürlük mücadelesinde hayatını kaybetti, yüzlerce, binlerce, yüz binlerce insan yerinden yurdundan oldu ve bu büyük kayıplarla süre giden mücadeleler her gün Türkiye toprağını yeni baştan altüst ediyor bu altüstlüğün bir bölümünü siz burada devralıyorsunuz, bir göçe tanık oluyorsunuz, göçler silsilesi tükenmeksizin sürüyor ve bu hercümerç içerisinde devrimci hareketimiz yol bulmaya çalışıyor o nedenle bu 30 Martın 39. yıldönümünde sadece geçmişe değil, geleceğe de baktığımızda bizi bekleyen büyük bir mücadelenin kapısının 30 Martı da kapsayan bir dönüşüm süreci içerisinde açıldığını görüyoruz.

70’lerin devrimci hareketi Türkiye’de her şey olmakla övünemez çünkü hayat hep sürüyor ve her devrimci kuşak öncekinden çok daha farklı görevlerle, çok daha farklı mücadelelerle, farklı varoluşlarla, hareketi sürdürüyor. Kimi zaman alçalıyor dalga, kimi zaman yükseliyor ve hiç kimse doğacağı günü ve içine doğacağı kuşağı seçmiyor. Ama kimi zaman tarihin parladığı anlar var. Tarihin parladığı anlardan birisi 60’ların sonu. Dünyanın tamamında bir devrimci dalganın 5 kıtayı kat ettiği, her yerde kendi zeminine, kendi tarihine, kendi kültürüne göre toplumların kitlesel ölçekte dönüşmesine yol açan bir tarihsel dönemde benim kuşağım gözünü siyasete açtı. On yıl önce ya da on yıl sonra açmış olabilirdi ama böyle denk geldi. Bu tarih içerisinde bulunmuş olmanın büyük bir kazanç olduğunu, açıkçası, düşünüyorum.

Başka hiçbir okulda öğrenemeyeceğim kadar çok şeyi bu devrimci hareket süreci içerisinde öğrendim. Kendimi tanıdım, insanlar tanıdım ve insanlar tarafından tanındım ve bir ilişkiler ağı içerisinde yaşadım bundan güç aldım, böyle şekillendim ve hala kendimden memnun değilim ama gene de kendimi çok şanslı sayıyorum. Çünkü insanın bilgisi, kişiliği kimliği ancak büyük mücadeleler içerisinde şekillenir. Bu sadece şu anlama gelmiyor: çok görkemli başarılar.. Bazen çok hazin yenilgiler de insanı yetiştirir, pişirir, onu şekillendirir, hayata dahil eder. O açıdan baktığımızda 70’lerin başlarında 68-70 arasında yaşamış olmak hakikaten büyük kazançtır. Fakat bu kazancın sonraki kuşaklar için anlamı sadece kendiyle övünen 60 yaşlarında insanlar ortaya çıkartması olmamalı. Bunun anlamı bence şurada; 60’ların ikinci yarısı ve 68 Türkiye toplumsal hayatında devletin herhangi bir kanadına dahil olmaksızın var olabilme, kendini iddia edebilme, kendi haklarını gerçekleştirebilme yolunda solun, sosyalist hareketin ve emekçilerin müesses nizamdan kopuşunun başlangıcı olduğu için önemlidir. Ondan önceki bütün devrimler -TC’de ve Osmanlıda- daima devleti düzeltmek, devleti düzenlemek, devlete yeni şekil vermek, adil bir devlet kurmak, kötü yöneticileri, iyi yöneticilerle yer değiştirtmek içindi. 68’le birlikte ilk defa TC tarihinde, insanlar, devlet için değil halk için, kendi gelecekleri için, kurtuluşları için var olan devleti tarihin çöplüğüne gömmek ve işçilerin egemenliğini kurmak için ayaklandılar. Bu bambaşka bir hayat, bambaşka bir insan tipi bambaşka bir devrimci modeldi. “Halaskâr zabitan” modelinin yerini devrimci militan ağır ağır alıyordu. Bir anda olmadı hiçbir şey. Ama işte bizim kuşağımız bu dönüşüm içerisinde kendini buldu. Bu tarih TC tarihini yeni baştan yazan, kuran bir moment olarak yerini aldı. O yüzden dönüp dönüp “68, 68” diye konuşuyoruz. Yoksa oradaki insanların istisnai niteliklerinden ötürü değil. Çünkü eğri oturup doğru konuşacaksak benim kuşağımdan vakitlice bu dünyadan ayrılacak kadar şanslı olanlar hala parlak birer yıldız olarak anılıyorlar ama bu kuşağın çok önemli bir kısmı da bugün ulusalcılığın, devlete tapınıcılığın, devlete taparlığın, sermayenin işlerini görmenin de bir biçimde içinde yer alıyorlar. O nedenle geçmiş onların gözünde giderek daha çok önem kazanıyor çünkü artık öyle parlak bir devrimci gelecek yok, devrimcilik sadece yâd edilecek bir şey. O yüzden ben bugünün kuşaklarının devrimciliğini ne kadar acemice olsa, ne kadar 60 yaşındakiler onları beğenmese de çok çok önemli buluyorum. Çünkü akıntıya karşı kürek çekmektir devrimcilik her şeyin devrime doğru aktığı bir zamanda devrimcilik aslında yapmaksızın edemeyeceğiniz bir şey. Zaten hayat oraya akıyor, zaten hayatın akışına ayak uydurmalısınız. Ama hayat öyle akmaz iken, kapitalizmin dalgası yükselirken, gericiliğin, dinciliğin dalgası yükselirken metafizik aydınlığın yerini alırken, buna karşı yürümek, buna karşı yüzmek, buna karşı kürek çekmek bence çok önemli ve bence bugün gençlerin sola geçmelerini kendilerini solda yeniden kurmalarını, kendi bildikleri, bugünkü meşrebe göre yapmalarını belki bizim anlayamayacağımızı ama onların kalbinin hep doğru yerde attığını düşünüyorum. O yüzden 68’i bugüne taşımanın kaş çatmak, bıyık uzatmak, öyle konuşmak, böyle konuşmak değil, bugün var olan statükoya itiraz etmek olduğunu, aşağıdan, yukarıdan, sağdan, soldan müzikle, kültürle, gündelik hayat içerisindeki duruşla siyasetle, felsefeyle, eğitime alternatif duruşlar kurarak hayatın her noktasını yeniden kurarak ve değiştirerek yapılabileceğini düşünürsek 68’e bugünün devrimciliği benzemeyecektir. Biz de zaten 1950’ninkine benzemiyorduk.

Ben çok duymuşumdur bizden önceki kuşaklardan “hiç olmadı, hiç beğenmedim, öyle olmaz, böyle olmaz” Çok sevdiğimiz saydığımız şu an son derece sağlığı bozulduğu için artık kendisiyle iletişim kuramadığımız Mihri Belli’nin bizi ne kadar küçümsediğini ne kadar azarladığını, ne kadar yanlış bulduğunu hepimiz hatırlarız. Şimdi bunu aradan yıllar geçtikten sonra, artık ikimiz de aşağı yukarı yaşlı insanlar iken çok rahatça konuşuyoruz ama eğer Mihri Belliyi durduğu yerden alaşağı etmeseydik Türkiye devrimci hareketinin önü açılmazdı. O yüzden ben şimdiki gençlerin bizleri alaşağı etmelerini bekliyorum. Tabii ki ben şerbetli olduğum için onlar beni alaşağı etmeden onların yanına geçip başkasını onlarla beraber alaşağı etmenin yollarını ararım. Ama demek istediğim şey şu eski sözdeki arifaneliği hep birlikte düşünmemizdir: “Ölüler yaşayanları kovalar her zaman.” O nedenle biz geçmiş kuşakların gölgesini değil, onların erdemlerini edinmeli ama bugünün gençlerinin yolunu açmalıyız ve onları anlamaya çalışmalıyız.

Ben bugün 30 Mart 2011’de dönüp geriye baktığımda bu soyutlamayı yapıyorum, bu başlangıcı yakalıyorum. Bütün bu kan deryasının içerisinden geçerken umduğumuz tek şey, sonraki kuşakların var olana meydan okunabilir statüko yıkılabilir, eski devrimcilik tarzına bir alternatif kurulabilir eski hakimiyet biçimi yerle bir edilebilir ve özgürlük için bir gedik açılabilir ümidiydi aslında. O gedikten özgür bir hayattan başka bir şeyin geçmesini istemiyorduk ve bu özgür hayatın hala çok uzağındayız hep birlikte. Bu Türkiye için böyle, Kıbrıs için böyle.

Şimdi elbette bizim deneyimimiz, bizim kuşağın deneyimi hayatın içinden fışkırdı ama siz burada başka bir deneyimi sürdürmeye devam ediyorsunuz. Bambaşka çelişkiler bambaşka bir zemin, bambaşka bir hayat, fakat ikisini birleştiren şey hem Türkiye’nin, hem Kıbrıs’ın 1974ten bu yana aynı hâkimiyet rejimi altında yaşamaya başlamış olması. O yüzden kaderlerimiz ortaklaştı ve aslında burada Türkiye’deki hâkimiyet rejimine karşı bir başka mevzi, bir başka cephe kurduğunuzu düşünerek, bir uluslar arası, enternasyonalist dayanışma içerisinde olduğumuzu görerek -ortak dilimiz Türkçe olmakla birlikte hayatlarımız başka sosyal ve iktisadi koşullar içerisinde cereyan ettiğine göre- ancak sizlerle bir enternasyonalist dayanışma içerisinde olacağımızı düşünerek bu deneyimi paylaşmak istiyorum. Yoksa Kıbrıs’ın devrimci halkının başlıca işi Kıbrıs’taki hâkimiyeti ortadan kaldırmaktır, Türkiye’yi özgürleştirmek değil.

Herkes işini kendi yapacak fakat kaderin cilvesi şu ki hepimiz aynı hâkimiyet rejiminin atına girdik ve o nedenle birbirimizle hem dayanışmamız gerek, hem birbirimizden öğrenecek şeylerimiz hem ortak mücadelelerimiz var. Tabii ki bir ortak uzak tarih ve kültür de var ama bugün bu denkleme Türkiye’nin Kürt halkı da katıldı. Geçmişte hep şöyle düşündü sosyalist hareket -aramızda çok uzağı görenler vardı ama onlar da görüşlerini ölene kadar çok, özellikle Dr.Hikmet Kıvılcımlı’yı kastediyorum, bizimle açıkça paylaşma fırsatını bulamadı- hep şöyle düşündük; dedik ki Türkiye devrimi esasen Kürtleri de kurtaracaktır. Hiç şunu öngörmemiştik: Tarihin eşitsiz gelişimi içinde aslında Türkiye’nin özgürleşmesinde Kürt özgürlük hareketinin başlı başına bir ayrı moment oluşturacağını, onun yarattığı dinamiğin yeni bir özgürleşme alanı açabileceğini o tarihte öngörmemiştik. Ama bugün Türkiye’nin hakikati budur. Türkiye’nin var olan hakimiyet sistemine karşı bir üçüncü odak da aslında Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde kendi kimliğini kendi kültürünü kendi ana dilini, kendi hayatını geri kazanmak üzere sürüyor.

Demek ki aslında Türkiye’nin militarist rejiminin burada sürdürdüğü işgal, Kürdistan’da sürdürdüğü imha, Türkiye’de sürdürdüğü ezme politikalarına karşı bizi bağlayan bir ortak mücadele tablosu var. Kızıldere’de mücadele edenler, bizler o tarihte Kıbrıs’la ilişkimizi şöyle kuruyorduk: Bağımsız, birleşik sosyalist, federal Kıbrıs… Ben sanıyorum ki bugün de aslında bu tablo Kıbrıs’ın geleceği için bir plan oluşturabiliyor. Esasen paylaşabileceğimiz bir program gibi duruyor. Fakat henüz o tarihte Kıbrıs Türk işgali altına girmiş değildi. Kıbrıs Cumhuriyeti vardı, sorunluydu, Türkiye orda bir garantördü ve biz hala bu durumun bile geçici bir durum olduğunu Kıbrıs’ın da kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu düşünen bir uzak proje olarak Kıbrıslı yoldaşlarımızla bu tezi paylaşıyorduk. Ama bugün bu hem daha yapıcı, hem daha acil, hem daha gerçek bir mesele haline geldi şimdi bunun için ortaklaşa mücadele edebiliriz. Dolayısıyla 1970’lerden ne kaldı dediğiniz zaman bana sorarsanız böyle bir perspektif de bize kaldı.

O yüzden ölümden değil hayattan söz edeceksek, demin şarkı söyleyen arkadaşlarımızın şarkı sözlerinin ifade ettiğinin gerçek anlamı içerisinden düşünecek olursak elbette fiziki beden olarak arkadaşlarımız aramızda değiller ama onların ileriye taşımayı düşündükleri, umdukları perspektifler, hedefler kurtuluş emelleri, bunların tamamına baktığımızda bugün hala aşağı yukarı aynı sorun çerçevesiyle bir arada yaşadığımızı görüyoruz, fakat bunun çeşitlendiğinin farkındayız. Dolayısıyla “onlar ölmedi yaşıyor” derken aslında bu mücadele dinamiğinin süregittiğini hepimiz görüyoruz.

Buradan geriye baktığımızda karşımıza koyacağımız ikinci bir ders var o da şu: Kızıldere’de hayatını kaybeden arkadaşlarımız, ben de aralarında olmak üzere, bu işe kalkıştığımız zaman çoğumuz aslında bunun pratik sonucunun umduğumuz gibi olmayacağının farkında idik. Ama Türkiye’de 1971’de ilan edilen askeri diktatörlüğe karşı bugün neresinden bakarsanız bakın, ister doğru deyin, ister yanlış deyin, ister yerinde deyin, ister yersiz deyin bir silahlı ayaklanmayı başlatmış idik. Marksist düşünce, Marksist mücadele tarihi anlayışı bize der ki “ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferlerle sürmelidir.” Şimdi eğer başlattığınız bir ayaklanmanın orta yerinde kendinizden çok daha üstün bir güçle karşı karşıya kalmışsanız tutacağınız yol bu üstün güçle karşı karşıya kaldığınız için tabanları yağlamak değil, bu üstün güç karşısında yenilecek de olsanız başlattığınız mücadeleyi sonuna kadar sürdürmektir. Kızıldere aslında böyle bir yürüyüş hattının sonunda varılmış olan bir yerdir. Varılması istenmiş olan, illa böyle olsun hep birlikte kendimizi ortadan kaldıralım ve bunlara acı bir ders verelim diye değil, mücadeleyi sürdürelim, nereye kadar gidebilirsek oraya kadar gidelim diye yapılmıştır.

Bugün geriye doğru bakılıp düşünüldüğünde söylenen pek çok şey var, “öyle olmamalıydı, böyle olmamalıydı, şöyle olsaydı böyle olurdu, gençleri yazık kışkırttılar, vs…” Ben ve işte aramızda o kuşaktan çok sayıda arkadaşımız var; hep beraber bugünlere kadar geldik. Hiçbirimizin kendisinin inanmadığı bir şeyi yapması için başkası tarafından şu ya da bu şekilde kışkırtılmış olabileceğini, bunların bütün bir hareket, bütün bir siyaset, bütün bir örgüt için olabileceğini düşünülemeyeceğinin farkındayım. Bu insan idrakine de aykırı.

Ama öbür yandan bu sürecin böyle cereyan etmemesi halinde tarihi burada durdurup geriye doğru bakacak olursak göreceğimiz başka şeyler var. Türkiye’nin sosyal mücadele tarihi bakımından o gün görülemeyen ama bugün ortaya çıkan sonuçlarını dikkatle analiz ettiğimizde göreceğimiz en önemli şeylerden bir tanesi 1974 sonrasında Türkiye’nin her yerinde batıda, doğuda, kuzeyde, güneyde, en ücra köyüne kadar devrimcilik diye bir yaşam tarzının, Marksizm diye bir düşünüşün, sosyalizm diye bir toplumsal kurtuluş hedefinin insanlar için erişilebilir ve gerçekleşebilir bir hedef olarak ortaya çıkmış olması bir 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmişin yaptığı çağrı, ikincisi 30 Mart 1972’de Kızıldere’de fiilen ortaya konulan tavırla bağlantılı olduğunu görebiliriz.

Binlerce, on binlerce insanın çocuklarının adlarını Deniz, Mahir, Ulaş, Hüseyin koymaları, Türkiye’nin her yerinde Mahir Çayancı, Deniz Gezmişçi küçük küçük gençlik çevrelerinin o tarihte oluşmaya başlamış olması ve 1974 sonrasında bunların bir araya gelerek Türkiye›nin o güne kadar görülmedik en büyük devrimci hareketlerini oluşturmuş olmaları sadece bir kışkırtmanın acı sonucuyla açıklanamaz. Bunun paylaşılan idealler, paylaşılan bir tavır, paylaşılan bir tarz-ı hayatla ilgili olduğunu görebiliriz. Tabii bunun gerisinde aslında Türkiye çapında yaygın bir örgüte sahip olan Dev-Genç’in üyelerinin aradan geçen zaman içerisinde öğretmenler, mühendisler, mimarlar, doktorlar olarak da Türkiye’nin dört bir yanına yayılarak hareketin prensiplerini, düşüncelerini, tarzını yaymaları da çok etkili oldu. Ama hepsine bir arada baktığımızda biz kışkırtılmış bir avuç genç değil, büyük bir devrimci kitle hareketi ile karşı karşıyayız ve bu hareket kendisini bu tavırlar sonucunda daha kuvvetle ileri taşıyabildi.

Elbette bu kayıplar olmadan ileri gitmenin yoluna da bakılabilirdi ve keşke olsaydı. Ama geri dönüp baktığımızda bunu bizim için yazıklanacak bir şey değil, en kritik anda, yenilirken bunu usulüne uygun bir şekilde gerçekleştirmiş olmanın bir geri dönüşü olarak görmeliyiz ve ben görüyorum. O yüzden geriye doğru baktığımda çok kıymetli bir insan topluluğunu kaybetmiş olmanın acısını bugün her zamankinden daha fazla hissediyorum.

Çünkü bu sunduğum bana göre parlak tablonun bir de parlak olmayan yanı var. Paranın öbür yüzünde de Türkiye devrimci hareketinin o zamana kadar getirebilmiş olduğu en seçkin öncü kadroların bir anda siyaset tarih ve mücadele sahnesinden silinmiş olmaları maddi gerçekliği var. Bunun Türkiye devrimci hareketinde hala önü kapatılamamış bir liderlik krizine yol açmış olduğunu da bir kenara kaydetmeliyiz. Çünkü eğer 6 Mayıs’ta, 30 Mart’ta, 18 Mayıs’ta hayatlarını kaybedenler, kaybetmiş olmasalardı Türkiye’nin belli başlı devrimci hareketleri 12 Mart sonrasına çok daha örgütlü, çok daha derli toplu, çok daha oturmuş kadrolarla girebilirlerdi ve ‘74 sonrası yaşadığımız ağır ve derin sol içi rekabet güçlü ve itibarlı önderlikler tarafından çok daha hafif atlatılacak şekilde koordine edilebilirdi ama bilançonun bu tarafı da bizim karşımızda var bunu da iyiliğiyle beraber kabullenmek zorundayız.

Dolayısıyla bir bütün olarak baktığımızda Türkiye sosyal mücadeleler tarihine, siyasi tarihine sosyalist hareketin tarihine anlamlı kayda değer gelecek kuşaklar için örnek bırakmış olan bir kuşağın üyesi onlardan biri, onların yanında mücadele etmiş, savaşmış bir olarak sadece kendi yaptığımızın anlamlı olduğunu söylemekle yetinebilirim. Ama hep dediğim gibi Nazım’ın sözünü hatırlayalım “ben ölmüş babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim” demişti. Bizim devrimci kuşağımız da sonraki devrimci kuşaklardan geri olacaklar fakat bunun için bir devrimci kuşağın gelip aşması gerekiyor. 30 Mart bu manada aşılmış olmayacaktır ama bu devrimci hareketin ileriye doğru taşınması onun Türkiye için çizmiş olduğu siyasi tablonun ileriye taşınması başka türden bir devrimcilik, kendi çağına uygun yeni bir hamle ile aşılması ancak, 1972’de Kızıldere’de hayatını kaybedenler için eğer bugün yaşasalardı memnuniyet kaynağı olabilirdi.

Bu nedenle bugün onları hep birlikte anarken ümidimiz, beklentimiz devrimci yeni kuşakların ortaya çıkarak Türkiye’de, Kürdistan’da, Kıbrıs’ta, Ortadoğu’da, dünyanın başka yerlerinde bizi emperyalizmden, kapitalizmden, dini ve siyasi gericilikten özgürleştirecek bir dizi devrimin başlangıcı ya da ara halkası olmasını sağlamalarıdır. Biz kendi kuşağımızdan gelenler olarak o gün hala yaşamaya devam ediyor olursak ister cephenin önünde, ister arkasında, ister eski tüfekleri temizlerken isten ön safta onlarla mücadele ederken birlikte olmayı vadedebiliriz sadece. Zaman geçtiği için, aradan çok yıllar geçtiği için, çok yaşandığı için insanlar hak sahibi olmaz ama böyle olduğu için devrim yapma haklarını da kaybetmiş olmazlar.

Bütün kuşaklar bir arada devrim ve sosyalizm için, Kıbrıs’ta, Türkiye’de, Kürdistan’da mücadeleye devam edecek olur isek eğer 30 Martta kaybettiklerimizin acısını çıkartabiliriz, öcünü alabiliriz. Bizim için en iyi öç alma şekli yeni bir devrim daha yapmak, dünya devrimler tarihine bir Türkiye devrimi, bir Kıbrıs devrimi, bir Kürdistan devrimi eklemek olabilir. Onlarla birlikte olabildiğimiz, onlardan öğrenebildiğimiz ve onların davasını ileriye taşımaya hak sahibi kendimizi görebildiğimiz için kendimizle ne kadar övünsek azdır.”

03.04.2011
ANF NEWS AGENCY