Tezkereden “çözüm” çıkmaz

Suriye ve Irak tezkereleri TBMM gündemine gelirken, kritik sorun Kürt Sorunu’nun barışçı çözümüne talip olan muhalefetin onun en önemli kaldıracı olan “uzayan savaş stratejisi”ne son verme kararlılığına sahip olup olmadığıdır.

Suriye, Kobani, Mart 2015. 133 gün süren kuşatma ve direnişin ardından yerle bir olan Kobani’de hayat devam ediyor. İnsanlar Türkiye’e sığındıkları çadırlardan evlerine döndüklerinde geride bıraktıkları hemen her şeyin yok edildiğini görüyorlar. (Magnum Photos)

Türkiye’nin uluslararası alamet-i farikası “Yurtta sulh, cihanda sulh”tür ama Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) her yeni yasama dönemini savaşla açar, savaşla kapar. Bu yıl savaş hazırlıkları, Mali’deki BM askeri misyonuna birlik gönderme tezkeresiyle başladı. Sırada Irak ve Suriye tezkereleri var, ardından Somali ve Katar, onun peşinden Libya ve elbette başka bağlamlarda Kıbrıs gelecektir.

Milliyetçi-mukaddesatçı seçkinler, bir zamanlar “Türkiye’nin en değerli ihraç ürünü ordusudur” demiş olduğu için Amerikalı milyarder George Soros’a halâ ateş püsküre geliyorlar. Ne var ki, Türkiye’nin yurt dışında konuşlandırdığı asker miktarı da onu doğrulamaya ant içmişçesine her yıl düzenli olarak artmaya devam ediyor. Gerçi, dünya sıralamasında yüksek teknolojili ve yüksek katma değerli üretim kapasitesi bakımından hala gerilerde olsa da, Ankara Soros’un sandığı gibi sadece “asker ihraç” etmekle kalmıyor; silah, silah sistemleri, teçhizat, eğitim ve doktrin ihracatını arttırıp çeşitlendirmenin yanı sıra, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da hırslı bir diplomatik faaliyet de sürdürüyor.

Erdoğan döneminde Türkiye’nin küresel siyasetlerinde, mezhepçi karakter ve mukaddesatçı ton ağır basmaya başlamış olsa da bugünkü rejimin takip ettiği dış politika, savunma ve güvenlik politikalarının temelleri Sovyetler Birliği’nin yıkılması ertesinde oluşan küresel güç dengeleri çerçevesinde Turgut Özal döneminde atılmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği dağılır, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da güç kaymaları birbirini izler, Orta Asya’da bir güç boşluğu doğarken Özal Türkler’e “21. asrın Türk asrı olaca[ğını]” vaat ediyordu. Cumhurbaşkanlığı koltuğunu Özal’dan devralan Demirel de bu vaadin gerçekleşeceği dış siyaset etkinlik sahasını “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne ve hatta Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan ve Türk dünyasının da içinde yer aldığı büyük coğrafyada bulunan bağımsız ve egemen ülkeler” olarak tanımlıyor, milliyetçi-mukaddesatçı askeri ve politik seçkinler arasında irredantist yönelişler –“eskiden buralar bizimdi” iddiaları- güç kazanıyordu.

Erdoğan’ın Başbakanlığının ilk beş yılındaki yeni yön arayışlarının -AB üyeliği, çok kültürlülük, bölgesel iş birliği girişimleri vb.- getirdiği kısa süren bir dalgalanmanın ardından AKP dış politikası da Özal-Demirel döneminin temel çizgilerine bağlandı. Dolayısıyla otuz yıl boyunca hükümetten hükümete devredilen Türkiye dış politika, savunma ve güvenlik doğrultusunun karakteristiklerini sadece Erdoğan’ın özgül eğilimlerine bağlamak ve devletin etkinliğini ekonomik çıkar ve bölgesel güç mücadeleleriyle ilişkilendirmeden okumaya kalkışmak yanlış olur.

“Amerika’nın Sesi”nde (VoA) yayınlanan “İngiltere merkezli danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers’un (PwC) ‘Küresel Savunma Perspektifleri 2017’ raporuna göre Türkiye, 2016’dan bu yana ABD’den sonra yurtdışında en aktif olan ikinci orduya sahip ülke. TSK’nın 2014’te yüzde 8,6’sı, 2016’da da yüzde 13,2’si yurtdışında görev aldı. TSK’nın en az 50 bin personeli yurtdışında görev yapıyor.”

Bugün itibariyle Türkiye Libya’da, Lübnan’da, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, Somali ve Katar ile Suriye ve Irak’ta TBMM kararıyla asker bulunduruyor. Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ele geçirmesinin ardından tahliye edilen 2 bin asker de ABD işgalinin başladığı 2001’den beri burada görev yapıyordu.

Ankara, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2015’te Suriye’de DAİŞ ve El Nusra’ya karşı mücadele için yaptığı ittifak çağrısını istismar ederek esasen Kürtlerin DAİŞ ile mücadele sonucu elde ettiği özerk yönetimleri yıkmak için “terörle mücadele” kapsamında değerlendiriyor. Bu kapsamda 2016’dan bu yana Êfrin, Gîre Sıpî, Serekanî ile Cerablus’u işgal altında tutuyor. Suriye’de sınır bölgelerinde Rusya ve ABD ile anlaşarak 30 km derinlikte bir “güvenlik kuşağı” tesis etmek üzere en az 5 bin asker bulunduruyor. İdlib’de cihatçı güçleri sözde “silahtan arındırma” gerekçesiyle 12 gözlem noktasında asker tutuyor. Irak’ta da başta Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Peşmergeleri’ne askeri eğitim verme gerekçesiyle en az 2 bin 500 asker bulunduruyor.

Ayrıca, “BM ve NATO misyonunda görevlendirme” veya eğitim amacıyla Bosna – Hersek, Kosova ve Arnavutluk’ta 500 dolayında güç bulunduruluyor. Azerbaycan’da da tam sayısı bilinmeyen devşirme cihatçılar ve TSK personelinden oluşan bir askeri güç bulunduruluyor.

Elbette en önemli dış askerî harekât 20 Temmuz 1974’ten bu yana Kıbrıs’ta süre gidiyor. Adanın kuzeyindeki işgal gücünde en az 40 bin personel istihdam ediliyor. Bu güçlerin denetimi TBMM’de değil. Tezkere tartışılmıyor.

Bununla birlikte Erdoğan dönemi uygulamada Özal ve Demirel dönemlerinden iki noktada ayrılıyor ve kendine özgü özelliklere bürünüyor. Birincisi, Kürtlerle savaşın ve buradan hareketle dış askeri harekatın daimî bir politika enstrümanı olarak iç politikada rıza üretiminin başlıca momenti haline gelmiş olmasıdır. Bu sürecin ürettiği başlıca dinamiklerden biri Türkiye’nin “Kürt Sorunu”nu Kürtlerle savaşarak bitirme stratejisiyle savaşı Kürtler’in yaşadığı her yere yayması ve sorunun çözüm alanı ve aktörlerini tarihte hiç olmadığı kadar uluslararasılaştırmış olmasıdır.  Erdoğan’ın “uzayan savaş” stratejisi bu bağlamda eski devletten toprak, nüfus ve rejim olarak başkalaşmış bir “Sünni-Türk otokrasisi” -kendine özgü bir faşizm- inşa siyasetinin “başka araçların karışımıyla sürdürülmesi”nin en önemli kaldıracıdır.

İkincisi, Erdoğan iktidarının son 10 yılında, savaş ve savaş endüstrisinden özellikle nemalanan bir sermaye grubunun, devlet olanaklarıyla palazlanıp iktidarın odağına yerleşmesi, bir “askeri-sınai kompleks”in teşekkül etmiş ve tekil çıkarını sermayenin ortak çıkarının üstüne çıkartmış olmasıdır.

Suriye ve Irak tezkereleri TBMM gündemine gelirken, kritik sorun Kürt Sorunu’nun barışçı çözümüne talip olan muhalefetin onun en önemli kaldıracı olan “uzayan savaş stratejisi”ne son verme kararlılığına sahip olup olmadığıdır.
_____________________________
Yeni Yaşam, 21 Ekim 2021