“Siyasi cinayetler”i siyasi kararlılık önler

Muhalefetin, rejimin seçimi kaybetmemek için “siyasi cinayet”leri gündemine aldığını düşünmek için ciddi nedenleri varsa, bunun önünü alacak çareleri devreye sokmak üzere inisiyatif üstlenme sorumluluğu da vardır. İktidarı, kaybedeceği bir seçime gitmekten kaçamayacağı bir konumda tutacak, “siyasi cinayet”i aklından geçirmesine fırsat bile vermeyecek tek güç halkın kendi kaderine sahip çıkma kararlılığının görünür kılınmasıdır.


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta bir siyasi öngörüde bulundu: “Erdoğan iktidarı bırakmamak için her yolu deneyecektir” dedi. Bu amaçla karşı tarafın “gerilimi tırmandıracağı”, konusunda toplumu uyardı… “Siyasi cinayetler gerçekleştirilmesinden kaygı duyuyorum” dedi ve uyarısını bir temenni ile bitirdi: “Umarım öyle bir tablo Türkiye’de yaşanmaz.” Bugün Millet İttifakı bileşeni İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Koray Aydın da Kılıçdaroğlu’nu doğruladı. “Siyasi suikastlar yapılacağı konusunda bizim de aldığımız duyumlar var, eğer böyle bir planlama varsa […] çok acı sonuçlar doğurur” dedi.

Evet öyle olur,  ve biz de umarız ki, bunlar yaşanmaz.

Kılıçdaroğlu’nun Mersin’de gazetecilerle sohbet sırasında ortaya attığı bu öngörüler sarsıcıydı elbette ve temelsiz de sayılmazdı. Türkiye’de büyük ölçekli rejim değişikliklerine devlet şiddetinin eşlik etmesi, neredeyse bir tarih yasasıdır. 12 Mart öncesindeki, solu hedef alan siyasi cinayetler serisini, 12 Eylül askeri darbesine ön gelen uzun “fetret dönemi”ndeki “yarı iç savaş”ı; 28 Şubat “post modern darbesi”ne ön gelen Alevi katliamlarını ve Kürt seçkinlere yönelik siyasi cinayetleri; AKP’nin tek başına hükümet kurma gücünü kaybettiği 7 Haziran 2015 sonrası DAİŞ katliamlarını, yargısız infazları kanlı 1 Kasım 2015 seçimlerini ve kent kuşatmalarını; 15-20 Temmuz 2016 kontrollü darbe sürecindeki kanlı tabloyu ve onu izleyen Anayasa oylamasındaki şiddet sağanağını hızlıca gözümüzün önünden geçirmemiz yeterli. Kılıçdaroğlu geçtiğimiz yıl, devlet gözetimi ve memnuniyeti altında bir “meydan dayağı” girişiminden kendisi zor kurtulmuştu. Durup dururken ve boş yere konuştuğunu düşünmek için bir neden yok.

Üstelik hemen her yorumcunun anımsattığı gibi, Erdoğan, bu yaz Rize’nin “HES mağduru” ilçelerini dolaşmak istediği için uğradığı saldırılar sonrasında Meral Akşener’i tehditten ar etmemişti. “İkizdere yetmedi, bir de Çayeli’ne gittin. Orada da zaten gerekeni yaptılar. Bu daha bir, daha neler olacak neler. Daha dur bakalım, bunlar iyi günler,” diye bizzat tehdit etmişti.

Devletin bütün zor gücünü sevk ve idare yetkisini peş peşe Anayasal darbelerle gasp etmiş olan Erdoğan’ın tehditlerini iki nedenle ciddiye almak gerekirdi: Birincisi, “devletin başındaki” kişinin “linç”in cezasız kalacağı yolundaki ajitasyonu kitlesel şiddeti kaçınılmaz olarak özendireceği ve kızıştıracağı için. İkincisi, Erdoğan’ın bu tehditleri açıktan yapmaktan kaçınmayışı rejimin sıkışmışlığının açık bir kanıtı olduğu için. Erdoğan’ın, kaybetme riski olacaksa, iktidar mücadelesini “barışçı” mecralarda sürdürmeyeceğini, rejimin kaybetmeye hazır ve razı olmadığını ilan ettiği bir dönemde Kılıçdaroğlu’nun uyarısının rejimin içinden sızan kimi bilgilerle de desteklendiğini düşünmek yersiz olmaz.

Şu sıralar Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin “ikinci baskıları”, örneğin “HDP’nin meşruiyeti” konusunda olduğu gibi ilk baskılarından çok daha büyük yankı yapıyor.  Kılıçdaroğlu “siyasi cinayet” uyarısını da ilk kez yapmış değildi. CHP Genel Başkanı, 15 Temmuz öncesinde, Mart 2016’da da “siyasi cinayet” uyarısında bulunmuştu. “Adalet ve Kalkınma Partisi iktidardan gitmemek için siyasi cinayetler dahil, her şeyi yapabilecek pozisyonda şu anda” demişti. “Çünkü gitmenin kendisi açısından maliyetini çok iyi biliyor […] Erdoğan hiç kimseyi dinlemiyor. Onun için kural yok.”

İktidar cephesinden “siyasi cinayet” kuşkularına yönelen yanıtların ise Kılıçdaroğlu’nu yalanlamaktan çok, uyarılarının temelsiz olmayabileceğine yönelik o cephedeki “tereddütler”ini yansıttığını söylesek başımız ağrımaz. MHP Grup Başkanvekili Levent Bülbül, Kılıçdaroğlu’nu “bildiği bir şeyler varsa, devletin yetkili makamlarıyla paylaş[maya]” davet ediyor. AKP Grup Başkan Vekili Muhammet Emin Akbaşoğlu ise Kılıçdaroğlu’nun kendisini “gerginlik çıkartmak”la suçluyor ama asıl söylemeleri gerekeni söylemek akıllarına bile gelmediğinden gerçekte “Acaba, ne biliyor; bizim bildiğimizi o da biliyor mu” diye iskandil ettikleri izlenimi uyandırıyorlar.

Oysa, kuşkuları gidermeye ve Kılıçdaroğlu’nu “mat” etmeye tek cümle yeterdi: “İktidar, bütün tarafların kamu olanaklarından eşitçe yararlanacağı güvenli, adil ve saydam bir seçim sürecini güvence altına alacak ve seçim sonuçlarına saygılı olacaktır. Seçimle gelmek ne kadar haksa, seçimle gitmek de o kadar mecburiyettir. Yurttaşlarımızın gönlü rahat olsun.” Bunu diyemediler.

Rejim, bu cümleyi kuramadığı sürece, halk ve muhalefet güçlerinin kuşkularının temelsiz olduğunu, bunca deneyimden sonra kimse iddia edemez. Ne var ki, muhalefet de bu ölümcül kuşkuyu dillendirdikten sonra, “umarım bir şey olmaz,” diyerek kenara çekilemez.

Tarih tekerrür etmeyecek ve suçlular güçlü olmayacaksa ana muhalefetin tarihsel görevi iktidar bloku dışındaki bütün seçmen topluluklarının bir “seçim güvenliği ittifakı”nda bir araya gelmesine öncülük etmek ve güvenli bir seçim ortamı için yurttaşları harekete geçmeye çağırmaktır.

Muhalefetin, rejimin seçimi kaybetmemek için “siyasi cinayet”leri gündemine aldığını düşünmek için ciddi nedenleri varsa, bunun önünü alacak çareleri devreye sokmak üzere inisiyatif üstlenme sorumluluğu da vardır. İktidarı, kaybedeceği bir seçime gitmekten kaçamayacağı bir konumda tutacak, “siyasi cinayet”i aklından geçirmesine fırsat bile vermeyecek tek güç halkın kendi kaderine sahip çıkma kararlılığının görünür kılınmasıdır.

Oyuna sahip çıkamayan bir halk, kaderine de sahip çıkamaz. Muhalefet hiç gecikmeden “seçim güvenliği ittifakı” için kolları sıvamalıdır.