Şimdi her yer Rojava

ABD’nin IŞİD karşısından çekilişi, Moskova ve Şam’ın Ankara’yla koordineli olarak devrimin coğrafyasına yönelişi şimdi Rojava Devrimini kısmen geri savururken Saray’ın “çöktürme harekatı”nın mızrak ucunu yeniden Kuzey’e -ve Güney’e- doğrultacağı bir dönem açılıyor. Şimdi sadece “dört parça” değil, her yer Rojava…

8-9 Ekim’de Rojava’ya açılan Türk seferi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın tek başına ve yalıtık bir harekât olarak kalmayacak. Bu, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını inkâr için radikal-demokratik kurtuluş hareketini Kürdistan’ın dört parçasında da -Kuzey (Türkiye), Güney (Irak), Doğu (İran) ve Batı (Suriye)- çökertmeyi hedef alan genel askerî-politik harekat sürecinin bir anı; taktik bir harekât.

Süregiden istilânın konjonktürel politik sonuçları var: Medya suretleriyle kurulan bir savaş sahnesinde köpürtülen milliyetçilik; Kürtlere yönelik ırkçı linç dalgası; ABD ve Rusya ile birlikte tertip edilen “al gülüm ver gülüm” dümenleri hepsi bir arada Tayyip Erdoğan’ın elini güçlendiriyor elbette ama bunlar yan etkiler. Saray’ın toplumsal muhalefeti ezmek ve 31 Mart’tan bu yana dağıla gelen siyasal gücünü yeniden arkasına dizmek için anlatısını süsleyebileceği bir “fetih tablosu”na gerçekten ihtiyacı vardı. Ancak, gerçek daha somut ve karmaşık. Temmuz 2015’ten bu yana Kuzey başta olmak üzere Kürdistan’ın bütün parçalarında süregiden askerî-siyasî harekât, Türk iç ve dış politikasındaki değişiklikler ve siyasî rejimdeki dönüşümler hep bir arada ele alındığında, Erdoğan’ın şahsî ikbal hevesleri Kürtlerin maruz kaldığı zulmü açıklamaya yetmez.

Daha büyük fotoğrafta şunlar var: Temmuz 2015’ten bu yana Kuzey’in militarizasyonu ve yeniden sömürgeleştirilmesi -daimi OHAL, yerel yönetimlerin kayyımlaştırılması; demokratik siyaset alanının, sokağın ve kamusal alanın askerî-polisiye işgali-; Güney’de -ve Doğu’da- aralıksız hava harekâtı; sivil yerleşimlerin yerel halkı isyana sürükleyecek şekilde topyekün bombalanması, Kandil’i adım adım kuşatan, Duhok ve Hiror çevresindeki 11 “bölgesel askeri üs” ve 4 MİT üssü; Batı’da Cerablus ve Menbic ile başlayıp Afrin istilasıyla genişleyen ve şimdi Serakaniye üzerinden Kobani’ye uzanan Kürtsüzleştirme istilaları.

Bu tablo 2015’te -hatta belki de “Barış ve Müzakere” süreci sürerken- icrasına başlanan, Kürdistan’ın tamamını hedef alan hırslı bir karşı-ayaklanma stratejisine tekabül ediyor. Karşı-ayaklanma sürecinin siyasete tercümesi Erdoğan’ın -daha sonra “çöktürme harekatı” olarak anılacak olan- bu stratejinin icrası için “Başkomutanlığı” şart koştuğunu ve ele geçirdiğini; bu stratejiyle kendi ikbali arasında giderek artan bir uyum kurduğunu ve halen Türkiye’yi yönetmekte olan AKP-MHP-”Ergenekon” ittifakıyla Başkanlık rejiminin bu stratejinin zorunlu bir sonucu olduğunu gösteriyor.

Esasen Kuzey’e yönelik olan bu strateji, “çöktürme harekatı”nı Türkiye sınırları dışında sürdürmeyi ve komşuların toprağında asker bulundurmayı zorunlu kılıyor. Türk askerî ve siyasî seçkinleri 12 Eylül’den bu yana, alçak sesle Türkiye’nin kendi sınırları ötesinde, Akdeniz’de ve Orta Doğu’da bir “lebensraum”a -Hitlerci lügatte hayat sahası- sahip olduğunu söyleye gelmişlerdi. Türk devleti Erdoğan’ın “neo-Osmanlıcı” fantezi dünyasında bu stratejinin gereklerini hırsla, hatta inançla savunacak bir politik önderliğe kavuşmuş oldu. O da, şimdi Türkiye’nin güney ve doğu sınırları arasında şevkle sörf yapabilmesini, bu çöktürme stratejisinin radikal-demokratik Kürt hareketinin “komünalizm”inden tedirgin bütün bölge devletlerinin yanı sıra ABD ile Rusya’nın dönemsel çıkarlarıyla örtüşmesine borçlu: Kimse Kürtler’in bir bağımsız devlet talep etmeseler de kendilerininkinden daha demokratik ve eşitlikçi -kapitalizm dışı- bir yönetime hukuken ya da fiilen sahip olmasına razı değil.

Ne var ki, Kürtler son 30 yılda tarihsel ve güncel politik, sosyal, kültürel, medeni ve insani varoluş koşulları itibariyle artık eski ulus-devlet kalıpları içinde uzun boylu tutulamayacakları aşkın bir dönüşüm sürecinden geçtiler. İnsanlığın evrensel arayışlarıyla kendi özgül varoluşları arasında eşi zor bulunur bir mütekabiliyet oluşturdular. Sadece kendileri olmaktan çıktılar, bütün ülkelerin eşitlik, özgürlük, adalet ve onur arayışıyla aralarında manevî bir aidiyet kuruldu. O yüzden Rojava artık hepimizin kaderinin bir parçası.

ABD’nin IŞİD karşısından çekilişi, Moskova ve Şam’ın Ankara’yla koordineli olarak devrimin coğrafyasına yönelişi şimdi Rojava Devrimini kısmen geri savururken Saray’ın “çöktürme harekatı”nın mızrak ucunu yeniden Kuzey’e -ve Güney’e- doğrultacağı bir dönem açılıyor. Şimdi sadece “dört parça” değil, her yer Rojava…
_____________________________
Yeni Yaşam Gazetesi, 24 Ekim 2019