Orhan Savaşçı’nın ardından

Genelkurmay ve ordu komutanları, 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanmasını tanklarla bastırmaya koşarlarken Yüzbaşı Orhan Savaşçı ve silah arkadaşları “Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü”nü kurmuşlar; yalnızca kadim devletin ideolojisine değil, “radikaller”in “milli sosyalizm”ine de meydan okuyan bir seçenek oluşturmayı başarmışlardı.

Sevgili yoldaşlar,

Hepimizin başı sağ olsun. Sevgili Ayşıl’a ve sevgili Gülten’e sabır dilerim. Orhan’a veda ederken sizlerle bir arada olamadığıma çok üzgünüm. Ama duygu ve düşüncelerimiz ortak. Bu sonuca razı değiliz. Ölümün yaşamda içkin olduğunu biliyoruz bilmesine ama, bugün bu şekilde yalnızca doğa yasalarının kendiliğinden işleyişinin sonucunda bir araya gelmediğimizi de biliyoruz. Bu sonuçta – kendisi bunu dillendirmekten hep imtina etmiş bile olsa – kontrgerilla sorgularında göğüs germek zorunda kaldığı işkencelerin ve Selimiye Kışlası’nın yeraltındaki ahırdan bozma koğuşlarında, Mamak’ın taş hücrelerinde birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca yaşamını nasıl kemirdiğine tanık olduğum ağır cezaevi koşullarının payı, doğanın payından fazlaydı. Bunu hiçbir zaman unutmayacağız ve affetmeyeceğiz.

Kişiliğinin ayrılmaz özelliği olan tevazusu, mücadele içindeki istisnai rolünü her zaman özenle hareketin genel ve tarihsel öneminin gerisine çekişi, çok uzun süre ve sağlık sorunlarıyla boğuşarak sürgünde yaşamak zorunda kalışı, onun devrimci hareketimiz için taşıdığı özgün değerin herkesçe idrakini zorlaştırmış olabilir; ama bir mutlak hakikati ortadan kaldıramaz: Orhan Savaşçı büyük bir insandı.

Thomas Carlyle’ın tanımıyla büyük insan sıfatını “öncüler” hak eder. Büyük insanlar, başkalarından daha uzağı görenler, olayların kaçınılmazca alacağı seyri sezerek gereğini herkesten önce yerine getirenler, olacakların olmasını başkalarından çok daha kuvvetle isteyenlerdir. Orhan Savaşçı, Hava Harp Okulu’ndan çıktığı 27 Mayıs 1960 ile Hava Harp Akademisi’ne girdiği 12 Mart 1971 sonrası arasındaki yüzyıla bedel kaynaşmada Türkiye’nin, işçi sınıfıyla kapitalistler arasında yarılmakta olduğunu görmüştü. Toplumsal değişimin çekim alanına giren, yeni bir dünya arayışının ardına düşen genç subayların Ordunun komuta kademesinden de, eski devleti ihya peşindeki “radikaller”den de özgürleşmesine öncülük etmişti. Onların tarihsel atılımlarını hem sermaye sınıfının hem geleneksel sınıf-u devletin ötesine taşımalarının önünü açmıştı. Genelkurmay ve ordu komutanları, 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanmasını tanklarla bastırmaya koşarlarken Yüzbaşı Orhan Savaşçı ve silah arkadaşları “Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü”nü kurmuşlar; yalnızca kadim devletin ideolojisine değil, “radikaller”in “milli sosyalizm”ine de meydan okuyan bir seçenek oluşturmayı başarmışlardı.

Orhan Savaşçı’nın  Mahir Çayan ve Devrimci TİP muhalefetiyle özgün bağları olmasa, bu genç subaylarla bir Marksist devrimci örgütlenme için çaba gösteren yeni devrimci kuşaklar arasında 1970-71’de kurulan bağ o günkü çapında ve derinliğinde kurulmuş olmaz; 1971’de Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi adını alacak olan yapı 12 Mart rejimi karşısındaki direnişini sürdürebildiği son hadde kadar sürdüremez; sıkıyönetim koşullarında bir askeri diktatörlüğe dönüşen rejime o gün okuduğu ölçekte meydan okuyamazdı.

Orhan Savaşçı, yalnızca ordunun bağrında bir devrimci alternatif oluşturmakta, bu yapıyı Türkiye sosyalist hareketinin devrimci damarına bağlamakta, hareketin önderi Mahir Çayan ve silah arkadaşlarının bir zırhlı tugayın ortasındaki askeri cezaevinden kaçırılışının alt yapısını teşkilatlamakta oynadığı rollerle de kalmış olsa büyük insan olarak anılmayı hak ederdi. Öznesi olduğu bu eylemlerin her biri Türkiye siyasi tarihinde bir ilkti. Ama o, yalnızca hareket yükselirken değil, ağır darbeler altında ezilirken de yalnızca başarılar göz kamaştırırken değil, kafa karışıklığı, umutsuzluk, ve yenilgi ruh hali kol gezerken de bir öngörü, serin kanlılık, aklı selim odağı olarak beliriyor; bir başka bağlamda, ahlâken de, büyük insan olarak anılmayı hak ediyordu.

Orhan Savaşçı, bu hayranlık verici tarzını son anına kadar sürdürdü. Onu her gün bizlerden biraz daha uzaklaştıran hastalığıyla, devrimci mücadeleyi sürdürürken başına gelenlerle nasıl yüzleşiyorsa öyle yüzleşti. Buna hepiniz tanıksınız. Ah, dediğini duyan olmadı. Kendi derdiyle kimseyi meşgul etmedi. Son krizde, ölümün kendisini yokladığını hepimizden daha yakından duyumsamıştı bence ama, o bizi teselli etmeyi görevi bildi. 

Ve şimdi doğduğu, yaşamının ve kavgasının en önemli sahnelerinin yer aldığı topraklardan uzakta onunla vedalaşırken, bize bir hayat dersi daha miras bırakıyor: İstese, bunu vasiyet etmiş olsa, bedenini Ankara’da, İstanbul’da, kendi göstereceği herhangi bir yerde defnederdik. Buna gücümüzün de irademizin de yeteceğini ve bunu dileyen binlerce insanın var olduğunu o elbette biliyordu. Ama bütün büyük devrimcilerin yolundan gitmeyi seçti. Evrende bir habbeden ibaret olduğumuzun altını çizdi. Yaşarken olduğu gibi, aramızdan ayrılırken de kendisini önemsizliğe bırakmayı tercih etti. Her ölüm yıldönümünde mezarı başında toplanacak topluluklar olsun istemedi. Bilen biliyor diye düşündü besbelli. Bu, geride kalanlara bir haksızlık mı? Hiç de değil. Tersine, böylece yaşayanlara ve gelecek kuşaklara eğer iki kere düşünmeye zahmet ederlerse farkına varabilecekleri büyük bir manevi anıt bırakarak ayrıldı aramızdan. O anıtın bize anlattığı şu: Hiçbir şey, hiç kimse insanlığın ortak kurtuluş mücadelesinden daha önemli olamaz, devrimciye yaraşan o büyük okyanusta bir damla olmak, kimsenin önüne geçmeden insan gibi yaşamak, zarafetle çekilmek ve eseriyle anılmaktır…

İyi ki onunla aynı çağı paylaştık, iyi ki yoldaş olduk. Asla unutmayız, unutturmayız…