Öcalan ve Gandhi*

Temsili kurumların ve “demokratik siyaset”in Kürtler için tahammül edilmezce daraldığı bir konjonktürde Öcalan’ın defaatle Gandhi’ye işaret etmesi, herkesi onun sömürgecilikle mücadele strateji ve yöntemlerini incelemeye, parlamento ile dağ arasındaki uçsuz bucaksız kamusal alanının “sivil itaatsizlik” ile dönüştürülebilirliği üzerine düşünmeye çağırmakla ilgilidir. 

Gandhi 1931’de görüşmeler için gittiği Londra’da bir toplantıdan çıkarken

Amed, Wan ve Mêrdîn büyükşehir belediyelerinin kayyımlarca işgali üzerinden on gün geçti. Tayyip Erdoğan’ın duaları kabul olmadı: “Tepkiler sınırlı” kalmadı. Kadayıf, gümüş, fındık, fıstık ve duşakabin meraklısı vali ve bakanlar dile düştü. Hakları ve onurları çiğnenmiş, iradeleri hiçe sayılmış binlerce insan amansız şiddet ve zorbalığa rağmen gece gündüz sokaklarda. Sivil protestolara yönelik şiddetin yükselişi, şaşmaz bir barometre gibi diktatörlüğün itibarının düşüşe devam ettiğini gösteriyor.

Kayyım atamalarından bir gün önce avukatları Öcalan’ın Gandhi’yi inceleme çağrısını tekrarladığını aktarmışlardı. 22 Mayıs’taki görüşmede de Öcalan “birkaç kez Gandhi’yi örneklendirmiş (….) açlık grevlerinin ötesinde siyasal mücadeleye öncülük ettiğini” hatırlatmıştı. Ama, açlık grevlerinin çoktan gündemden kalktığı, Öcalan’ın bir “Türk-Kürt savaşı olasılığı”nı beslediğini söylediği derinleşen kriz atmosferinde “Gandhi’yi inceleme” çağrısını tekrarlaması hala açlık grevleri bağlamında okunabilir mi?

Öcalan’ın çağrı ve önerileri devlet görevlileri kadar siyasi analizciler ve politikacılar tarafından da dikkatle izlenir. Ancak bunların her zaman isabetle değerlendirildiğini söylemek güç. Nitekim, Selahattin Erdem, geçtiğimiz hafta Yeni Özgür Politika’daki makalesinde Öcalan’ın hitap alanındakileri “ciddi bir pasif duruş ortamına ve yanılgılı bir çözüm beklentisi içine çekilme” ve “bu durumu Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Türkiye Cumhuriyeti yönetimine yönelik barış ve çözüm çağrılarıyla iç içe geçirme ve maskeleme” çabası içinde olmakla eleştiriyor; “siyasi aktörlerin birbirini tekrarlaması değil, kendi rolünü görmesi ve başarıyla oynaması gerektiği”ne dikkat çekiyordu.

Şu halde, yanıtlanması gereken iki soru var: Birincisi, Öcalan’ın “Gandhi’yi inceleme” çağrısına icabet etmek de bu anlama gelir mi? Gelmez, çünkü Öcalan’ın bu çağrısı herkese, özellikle Erdem de dahil, siyaseten sorumlu konumlarda olanlara.

Siyasi tarihçiler Gandhi’nin 11 dil ve 6 inançtan 360 milyon yoksul insanın yaşadığı Hindistan’da Britanya sömürgeciliğine karşı kurtuluş mücadelesinin başat yöntemi olarak “sivil itaatsizlik” ve onu çevreleyen felsefi, ahlaki, kültürel ve manevi ilkeleri geliştirip derinleştirerek çığır açan bir politik lider olduğunda birleşiyor. Şu halde ikinci sorunun -“Neden Gandhi?”- yanıtı da sorunun içinde: Öcalan’ın “Kürtler’e bir yer açmaya çalışıyorum” diyerek, temsili kurumların ve “demokratik siyaset”in Kürtler için tahammül edilmezce daraldığının vurguladığı bir konjonktürde defaatle Gandhi’ye işaret etmesi, herkesi onun sömürgecilikle mücadele strateji ve yöntemlerini incelemeye, parlamento ile dağ arasındaki uçsuz bucaksız kamusal alanının “sivil itaatsizlik” ile dönüştürülebilirliği üzerine düşünmeye çağırmakla ilgilidir.

Bu çağrının hakkını vermek özgül zeminler gerektirse de duymamış gibi davranmak için bir neden yok. Öcalan da, 1947’de, bağımsızlık ilanının eşiğinde Gandhi’nin yaptığı gibi, esasen muhataplarını bir muhasebeye davet ediyor: Gandhi otuz yıl geriye bakarak şöyle demişti: “Britanya hükümetinin bir silahlı savaş için dişinden tırnağına kadar donanmış ve örgütlenmiş olduğu bir dönemde insanlar, onlara ellerinde silah olmadan Britanya’yla nasıl savaşacaklarını gösterdiğim için sözümü dinlerlerdi. Bugünse bana [Hindu-Müslüman çatışması] çılgınlığı içinde şiddetsizliğimin beş para etmeyeceği ve insanların öz-savunma için silahlanması gerektiği söyleniyor […] Ama ben şiddetsizlikle geçirdiğimiz otuz yılın heba olduğuna katılmıyorum. Her ne kadar bir sürü kusuru olsa da şiddetsizliğimiz sayesinde ağır baskıları göğüsleyebildik ve bağımsızlık mesajı Hindistan’ın en ücra köşelerine kadar ulaştı. […] Ama dediğim gibi, biz şiddetsizliği çaresizlikten benimsedik. Atom bombamız olsa, Britanya’ya karşı onu kullanırdık.” (Mahatma Gandhi, The Last Phase, Pyaleral, Volume 2, s. 326 , Navajivan Publishing House, 1956)

Görüleceği gibi, Gandhi Hindistan’ı aşan mucizevî bir formül sunmuyor ama yeryüzünün en yoksul ve çaresiz halklarından birinin çaresizliğini çare kıldığı mucizevî bir öykü anlatıyor. Mesele, kıssadan hisse çıkartmakta!

________________________________
*Yeni Yaşam Gazetesi, 29 Ağustos 2019