Bugünden başlayarak, COVID 19 salgını bakımından “normalleşiyormuşuz”.
Rejim, COVID 19 salgını patlak verdiğinden bu yana saldım çayıra mevlam kayıra uygulamasını sürdürüyor. 2020 kışından bu yana yapması gerekenlerin hiç birisini tam olarak, zamanında ve etkin bir biçimde yapmamaya, yapmaması gerekenlerin hepsini de tam bir umursamazlıkla yapmaya devam ediyor. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) bütün uyarılarına ve sağlık çalışanlarının olağanüstü gayretlerine karşın, rejim halk sağlığının gereklerini değil, “çarkların dönmesi”ni esas alıyor: Çocuklar ve yaşlılar hem kırılgan hem çarkların dönmesinde rolleri yok. O yüzden eve kapatılıyorlar. İşçiler ise hem genç ve salgına daha dayanıklılar, hem de onlar olmasa çarklar dönmez. Bırakın hastalanana kadar çalışsınlar. COVID’den ölümler, dünya ortalamasının biraz üzerinde, 1 milyon kişi başına 336’da kaldıkça mesele yok. Aşı da yavaş yavaş yapılır. Strateji bundan ibaret.
Bu strateji çerçevesinde, rejim bugünden başlayarak “normalleşme”ye geçiyor. “Normalleşme” denilen şey “İşlerine ara vermek zorunda olan sektörlerin rahatlaması”nı hedefliyor. Yani işçilerle, ekonomi dışında kalan nüfus arasındaki tabakalara yönelik. Rejimin gözünü “namusuyla batma”ya mahkûm edilen küçük esnafın kitlesel nefret ve hıncı korkutuyor. Aslında salgının patlak verdiği 2020 başında başında örneğin, Çin, Kore, Vietnam, Singapur, Yeni Zelanda gibi ülkelerde yapıldığı gibi, bütün sektörleri ve bütün bölgeleri birlikte kapsayan, kararlı ve hakkaniyetli bir kapatmayla el ele yürütülen halk sağlığı tedbirleriyle virüsün yayılımı kontrol altına alınabilirdi. Bulaşı sıfırlanana kadar tam kapanma ilkesine uygun olarak hareket edilmemesi için “çarkı çevirme” yani kâr oranlarını düşürmeme aç gözlülüğü ve tamahkarlığı dışında hiçbir neden yoktu. Aşının bulunmasıyla birlikte toplumun yüzde 60’tan fazlasını aşılama hedefini yakalamak üzere doğru ve kararlı bir aşı temin siyasetinin önünde de “ahbap çavuş kapitalizmi”nin yolsuzluklarına batmış olmak dışında bir engel yoktu.
Bu sistemsel başarısızlıklar, yalnızca salgının etkin bir biçimde önlenemeyişine yol açmakla kalmadı. Ekonomik krizle el ele giden salgın boyunca yaş grupları, toplumsal kesimler, ekonomik gruplar, sınıflar ve bölgeler arası eşitsizlikler de hiçbir zaman görülmediği ölçüde derinleşti, kızıştı, göze batar ve nefret uyandırır oldu. Bir devlet içinde çıkarları, tasaları ve kaderleri birbiriyle çatışan üç millet oluştu: Başta, zenginler, devletin koruyup kolladığı AKP ve MHP oligarşisi, onların akraba ve taallukatı, onların taban örgütleri, dayanışma ağları; ilacıyla, aşısıyla, hastanesiyle, işi-gücü, avantasıyla krizi fırsata çeviren azgın azınlık. Yani devletin milleti. İkincisi, yoksullar, çalışanlar, oligarşiyle bir alıp vereceği olmayanlar, devlette dayısı bulunmayanlar, salgının kırıp geçirdiği, itilip kakılan, işsiz, umutsuz, geleceksiz gençler, büyük kentlerin emekçi nüfusu; ve üçüncüsü, her yerde kendi doğdukları ve çalıştıkları göç ettikleri kentlerdeki Kürtler, her milletin kadınları, öğrenciler ve emekliler ve yaşlılar.
Devletin milleti, salgını fırsat bildi; herkesin canı burnundayken azgınlık ve şımarıklık içinde hiç utanıp sıkılmadan zevkü safa içinde debelendi, eskiden debelenmediği kadar debelendi, Gerçi, bu azgınlığın siyasete tercümesi, rejimin temellerini aşındırmaya devam ediyor ama kısa vadede olan dayanma gücünün sınırlarına gelmiş olanlara oluyor. Her gün ne kadar çok gencin, toplumsal dayanışmayla kolayca aşılabilecek yoksunlukları aşamadıkları için canlarına kıydıklarını görmenin azabı, sürü bağışıklığı hükmünü icra etsin diye evlerine hapsedilenlerin uğradıkları çöküntü, yaşlı oldukları halde çalışmak zorunda olanların duçar olduğu zulüm çaresizlik ve yoksulluk, ikinci ve üçüncü milleti koyu bir mutsuzluk olarak sarıyor.
Ve “normalleşiyoruz” öyle mi? Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya göre, ‘yerinde karar’ yöntemiyle ve risk durumuna göre normalleşecekmişiz. Yüz binde 10’un altında vaka görülen iller normalleşecek, yüz binde yüzün üstünde vaka görülen iller normalleşmeyecek, aradakilerden bakanın keyfine göre, valinin sayıları eğip bükmesine göre, normal veya anormal sayılacak. Oysa, 21 Ocak’tan bu yana Türk Tabipler Birliği’nin verdiği bilgilere göre vaka sayısı her yerde artıyor. Mutasyonlu vaka sayısında da artış var. Buna karşılık, rejim kendi adaletsizlik, ihmal, hoyratlık ve azgınlığının yol açtığı eşitsizliklerle beslenen toplumsal öfkeden duyduğu korkuyla, “biraz açılmaktan bir şey olmaz” palavrasına sığınıyor. Bulaşma riskinin en yüksek olduğu kapalı alanları açıyor. Uzaktan eğitim uygulaması, öğrencilerin üçte birine dijital iletişim aracı sunamayan, sunduklarına kaliteli İnternet bağlantısı sağlayamayan Milli Eğitim Bakanlığı’nın ellerinde kalınca rejim, velilerin çocuklarımız geri kalıyor endişesini yatıştırmak için de “okulları açıyor”.
COVID 19 ile başa çıkmanın bütün tıbbi ve teknolojik imkanlarının küresel ölçekte doğduğu bir anda, Türkiye “normalleşme” adı altında AKP devletinin öncülüğünde COVID 19 krizinin üçüncü yükseliş evresine dolu dizgin koşuyor. Sermayenin açgözlülüğü ve küresel aşı adaletsizliğinin kollarında debeleniyor. “Normalleşme”nin bunca kötülüğü yanında bir yararı olacak. Bu rejimin yalnızca bir siyasal sorun, bir özgürlük ve adalet sorunu değil, aynı zamanda ve her şeyden önce bir halk sağlığı sorunu olduğu çırılçıplak ortaya çıkacak. COVID 19 ve onu izleyeceği kesin olan müstakbel sağlık krizleriyle başa çıkacaksak, AKP milletinin toplumun sadece hakkını değil, sağlığını ve yaşamını da çalmasına son vermemiz gerektiğini daha açıkça göreceğiz. Artık, onların da toplumun rejim tarafından güdülen ve “mevlanın kayırması”na terkedilmiş bir sürü olmadığını görmelerinin zamanı geldi de geçiyor.
_______________________
ARTI TV, 1 Mart 2021