Lenin olsa…

31 Mart’a giden süreçte parti içi tartışmalarda stratejik olarak “AKP-MHP faşizmine kaybettirme” tezini savuna gelmiş olan eğilimlerin bunları kamuoyu önünde tekrar etmeleri karşısında telaşa kapılmak yerine, “Lenin olsa ne yapardı” diye durup düşünmekte fayda var. Bu ilkenin, çatıştığı teze üstünlüğü, sadece mantıksal ve hukuki parlaklığında değildi; aynı zamanda kendi çağının en gerici otokrasilerden birini yıkma ve en insanlığın tanıdığı en demokratik siyasal rejim olan “Şuralar İdaresi”ni (Sovyetler Yönetimi) kurmada tarihin testinden geçmiş olmasıydı.

Siyasal tartışmalar, üzerinde cereyan ettikleri zemin, ürünü oldukları olaylar uğrağı ve güçler dengesinin zamanın akışı içinde ortadan kalkmasıyla anlık önemlerini kaybeder, canlı siyasal hafızdan düşer ve bir arşiv bilgisinden ibaret kalır. Ancak kimileri de var ki, tarih boyunca benzer konjonktürler ve bağlamlarda yeniden ve yeniden doğan tartışmalarda pek çok kez tekrarlanan münazaralar içinde çatışan tezlerden birinin doğrulanarak bir aksiyom değeri kazanması dolayısıyla siyaset tarihinin sabitleri arasına girer.

Sonraki on yıl içinde 1917 Ekim Sosyalist Devrimi’nin öncüsü olacak olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik (çoğunluk) ve Menşevik (azınlık) kanatları arasında 1906’da patlak veren “Birlik Kongresi kararlarının basında ve halka açık toplantılarda eleştirilmesine izin verilip verilmeyeceği”ne ilişkin yerel tartışma ve Bolşevikler’in önderi Lenin’in bu tartışmayı kazanan tezi, argümanlarının bu yerellik ve zamansallığı aşan gücü ve haklılığıyla bir yüzyıl sonra dahi güncelliğini koruyan böylesi bir örnek oluşturuyor.

Tartışma şu: Rusya’nın St. Petersburg’un Moskovskiy bölgesi RSDİP örgütü üyelerinin düzenlediği toplantıda Menşevikler, Kongre kararlarının eleştirisinin yalnızca Parti toplantılarında caiz görülebileceğini öne sürerken Lenin, tüm Kongre kararlarının yalnızca Parti toplantılarında değil, aynı zamanda Sosyal Demokrat basında ve halka açık toplantılarda da tartışılması gerektiğini belirten bir değişiklik teklifi sunmuş ve bu değişikliği kapsayan karar tasarısı oylamayı kazanarak kabul edilmişti.

Menşeviklerin çoğunlukta olduğu RSDİP Merkez Komitesiyse, bu kararı benimsemedi ve “Partimizin çeşitli kesimlerinin siyasi faaliyetlerinde birliğin şimdi her zamankinden daha gerekli olduğu” görüşüyle şöyle bir yönerge yayımladı:

“(1) Parti basınında ve Parti toplantılarında herkese, kişisel görüşlerini ifade etme ve bireysel görüşlerini savunma konusunda tam özgürlük tanınmalıdır;

“(2) Parti üyelerinin halka açık siyasi toplantılarda kongre kararlarına aykırı ajitasyon yapmaktan kaçınmaları gerekir;

“(3) Hiçbir Parti üyesi bu tür toplantılarda kongre kararlarına aykırı eylem çağrısında bulunmamalı veya kongre kararlarıyla uyumsuz kararlar önermemelidir”

Lenin’in bu Merkez Komite kararını tartıştığı, daha sonra “Eleştiri Özgürlüğü ve Eylem Birliği” başlığıyla ünlenen ve o günden beri sosyalist literatürde parti içi demokrasi, ifade özgürlüğü ve eylem birliği bahsinde en yüksek standardı tesis eden yanıtı, tezlerini iyice görünür kılmak üzere bir mutasavver halkoylaması örneğine atıfta bulunması bakımından da bizim için güncel olduğu kadar özgül bir anlam ve değer ediniyor.

Lenin “Merkez”in kabaca “içeride her şeyi konuşabilirsiniz, ama halkın önünde yalnızca çoğunluk görüşünü savunabilirsiniz” anlamına gelen kararını şöyle yorumluyordu:

“Bu kararın içeriğini incelediğimizde bir takım tuhaf noktalar görüyoruz. Karar, ‘Parti toplantılarında’ kişisel görüşlerin ifadesi ve eleştirisine ‘tam özgürlük’ tanınması gerektiğini (Madde 1), ancak ‘kamuya açık toplantılarda’ (Madde 2) ‘hiçbir Parti üyesinin Kongre kararlarına aykırı böylesi bir eylem çağrısında bulunmaması gerektiğini’ belirtiyor. Ama bakın bu nereye varıyor: Parti toplantılarında Parti üyelerinin kongre kararlarına aykırı eylem çağrısı yapma hakkı var; ancak halka açık toplantılarda ‘kişisel görüşlerini ifade’ konusunda kendilerine tam özgürlük ‘tanınmıyor’!!

Lenin buradan, “Kararı hazırlayanlar[ın], Parti içinde eleştiri özgürlüğü ile Partinin eylem birliği arasındaki ilişki konusunda tamamen yanlış bir anlayışa sahip [oldukları]” yargısına ulaşırken kendi tezini de şöyle gerekçelendiriyor:

“Parti Programının ilkeleri çerçevesinde, yalnızca Parti toplantılarında değil, halka açık toplantılarda da eleştiri çok özgür olmalıdır […] Bu tür bir eleştiri veya böylesi bir ‘ajitasyon’ (çünkü eleştiri ajitasyondan ayrılamaz) yasaklanamaz. Partinin siyasi eylemi birlik halinde olmalıdır. Ne halk toplantılarında ne Parti toplantılarında ne de Parti basınında, belirtik eylemlerin birliğini ihlal eden hiçbir ‘çağrıya’ hoşgörü gösterilemez.

“Açık ki, Merkez Komite eleştiri özgürlüğünü yanlış ve çok dar, eylem birliğini ise yanlış ve çok geniş tanımlamıştır.”

Lenin’in parti üyeliğinin, bireysel yurttaşın “ifade özgürlüğü hakkı”nı kullanması önünde bir engel oluşturamayacağına ilişkin yüz yıl önceki belirlemesi, günümüzde evrensel olarak kabul gören ifade özgürlüğü standartlarının devrimci parti içinde vücut bulması açısından eşsiz bir öncülük örneği oluşturuyor. Parti hukukunun, üyelerin tek tek ya da topluca en temel hakları olan düşüncelerini açıklama özgürlüğünü sınırlayamayacağını ancak, parti hukukunun, partinin kolektif eylemine yön vermesinin de parti bütünlüğü açısından vazgeçilmezliğine yaptığı vurguyla “özgürlük/zorunluluk” diyalektiğine ilişkin kompleks bir uygulama esası ortaya koyuyor.

Lenin tezini “bir örnek” ile açımlamaya girişiyor: “[Diyelim ki], Kongre, Partinin Duma (Meclis) seçimlerine katılmasına karar verdi. Seçimlere katılmak çok kesin bir eylemdir. Seçimler sırasında (örneğin bugün Bakü’de olduğu gibi) hiçbir Parti üyesinin hiçbir yerde halka oy vermekten kaçınma çağrısında bulunma hakkı yoktur. Bu dönemde seçimlere katılma kararının “eleştirilmesi” de hoşgörüyle karşılanamaz, zira bu aslında seçim kampanyasının başarısını tehlikeye atacaktır. Ancak seçimler açıklanmadan önce, her yerdeki Parti üyeleri seçimlere katılma kararını eleştirme konusunda tam bir hak sahibidir. Elbette bu ilkenin pratikte uygulanması bazen anlaşmazlıklara ve yanlış anlamalara yol açacaktır; ancak tüm anlaşmazlıklar ve tüm yanlış anlamalar yalnızca bu ilke temelinde Parti açısından adilane bir şekilde çözümlenebilir. Ne var ki, Merkez Komitenin kararı imkânsız bir durum yaratıyor.”

Lenin, “esasen yanlış ve Parti Tüzüğüne aykırı” olduğunu ileri sürdüğü “Merkez Komite kararı”nı, şöyle eleştiriyor: “Demokratik merkeziyetçilik ilkesi ve yerel Parti örgütlerinin özerkliği, belirtik bir eylemin birliğini bozmadığı sürece evrensel ve tam eleştiri özgürlüğünü ima eder; Parti tarafından kararlaştırılan eylemin birliğini bozan veya zorlaştıran her türlü eleştiriyi dışlar.”

Bu ilkelerin, Türkiye ve Kürdistan’ın en geniş demokratik birikimini siyasetin merkezine taşıdığına kuşku olmayan DEM partide ve DEM Parti basınında 31 Mart yerel seçimlerinde oy kullanmanın anlamı ve bağlamı konusundaki farklılıkları anlama ve değerlendirme bakımından gerisine düşemeyeceğimiz bir standart oluşturduğuna kuşku yok. Özellikle, bundan bir yüzyıl önce, “merkezciliğin” devlet idaresi ve siyasal yönetimde “altın orta”yı oluşturduğu bir dönemde ortaya konulmuş olan, “ifade özgürlüğü hakkı”nın devrimci partinin üyeleri için de tıpkı bütün yurttaşlar için olduğu gibi bir mutlak hak olarak görülmesi icap ettiğine ilişkin dersin DEM Parti’de çoktan sindirilmiş olmasını beklemek hakkımız.

Kaldı ki, DEM Parti ve önceli Halkların Demokratik Partisi (HDP) bu açıdan daha kuruluşunda, kendisi oluşturduğu genetik kodlarında çoğulculuğu, çokluğu, bileşenlerin ve yerellerin özerkliğini temel ilke olarak belirledi. “Demokratik merkeziyetçilik” kavrayışını “demokratiklik” esasına doğru büyük bir güçle bükerek “merkeziyetçilik”i görelileştirmekle Türkiye politik hayatına yepyeni bir karine kazandırdı ve bütün parlaklığını bu ilkenin saat gibi işlediği dönemlerde kazandı.

Bu kapsamda, 31 Mart’a giden süreçte parti içi tartışmalarda stratejik olarak “AKP-MHP faşizmine kaybettirme” tezini savuna gelmiş olan eğilimlerin bunları kamuoyu önünde tekrar etmeleri karşısında telaşa kapılmak yerine, “Lenin olsa ne yapardı” diye durup düşünmekte fayda var. Bu ilkenin çatıştığı teze üstünlüğü, sadece mantıksal ve hukuki parlaklığında değildi; aynı zamanda kendi çağının en gerici otokrasilerden birini yıkma ve insanlığın tanıdığı en demokratik siyasal rejim olan “Şuralar İdaresi”ni (Sovyetler Yönetimi) kurmada tarihin testinden geçmiş olmasıydı.