Kürkçü: “Partimizde üyelerimizle ne konuşacağım onlarla benim dışımda kimseyi ve bu arada emniyeti ilgilendirmez”

Ertuğrul Kürkçü ankara 16. Ağır Ceza Mahkemesi SEGBİS Salonu önünde savunmasına son defa göz atıyor. Kürkçü savunmasında “1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında oluşan TBMM çoğunluğu, Kürt sorununa barışçı bir çözüm için süregiden müzakerelerin Erdoğan’ın buyruklarıyla sona erdirilmesi ve çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte ülkeye egemen olan güvenlikçi yaklaşıma teslim oldu. TBMM özel savaşın bir cephesi haline gelmeyi kabullendi. TBMM çoğunluğu özellikle HDP milletvekillerini yargı baskısı altına alma gayreti içinde yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengeyi yıktı. TBMM’yi yürütme ve yasama vesayeti altına sokarak diğer partilerden de yüz elli dolayında milletvekili için yargı yolunu açtı. Bugün karşınızda bulunuşumun biricik nedeni budur.” dedi.

Ertuğrul Kürkçü 24 Mayıs 2018’de Ankara 16. Ağır Cza Mahkemesi’nden SEGBİS aracılığıyla Mersin 8. Ağır Ceza Mahkemesine bağlandığı davanın ilk duruşmasında beraat etti.

Kürkçü hakkında BDP Tarsus ilçe örgütünde yaptığı iki konuşma için toplam 10 yıla kadar ağır hapis cezası ve örgüt üyeliğinden ötürü de ayrıca 10 yıl daha talep ediliyordu.

Kürkçü’nün aşağıda yer alan savunmasının ardından esas hakkındaki mütalaasını sunan duruşma savcısı, “ifade özgürlüğünün sadece rahatsız edici olmayan bilgi ve fikirlere değil, devleti veya toplumun bir kısmını rahatsız edebilecek veya şoke edebilecek fikir ve yorumlara da uygulanacağının belirtildiği AİHM içtihatını hatırlatarak, Kürkçü’nün beraatini istedi. Mahkeme heyeti de oybirliğiyle Kürkçü’nüm beraatine karar verdi. Kürkçü’nün savunma metninin tamamı aşağıda.

*    *    *

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) 20 Mayıs 2016’da kendisine karşı gerçekleştirdiği darbenin sonucu olarak mahkemenizin önündeyim.

TBMM, partim Halkların Demokratik Partisi (HDP) dışındaki üç partiye mensup 367 üyenin oylarıyla anayasanın milletvekili dokunulmazlığını güvence altına alan 83. Maddesi’nde “geçici bir değişiklik” gerçekleştirdi; milletvekillerinin, dokunulmazlıkları sürdüğü halde geçmişte işlendiği iddia edilen “suç”lardan ötürü milletvekilliği görevleri sürerken yargılanabilmeleri yolunu açtı. Böylelikle TBMM kendi üyelerinin çalışmalarını, kolluk gücünün, Cumhuriyet Savcılıklarının ve mahkemelerin vesayeti altına soktu. Başka bir ifadeyle yasama organı kendi elleriyle kendi egemenliğine son verdi. Bu Anayasa’nın kuvvetler ayrımı ilkesini ortadan kaldıran bir darbedir. Bütün sonuçları itibariyle gayri meşrudur.

TBMM’deki faşizme karşı biricik meşru direniş odağı, özgürlük mücadelesinin öncü gücü olan partimizi siyaseten bertaraf etmek üzere girişilmiş olan bu darbenin başlıca saiki HDP’nin “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla girdiği 7 Haziran 2015 seçimlerinde dünyanın en antidemokratik seçim barajını yıkması, AKP’nin tek parti hükümeti ve Erdoğan’ın “Başkanlık” umudunu seçim sandıklarına gömerken halklarımızı kendi kaderinin sahibi kılmasıydı. Bu seçimleri bir “Başkanlık” referandumuna dönüştüren bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Türkiye’ye meydan okuyan Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla verilen yanıt HDP’yi yakın tarihimizin en geniş demokrasi, emek ve barış blokunun ortak arzusunun tercümanı konumuna yükseltti. Partimizin ve Eş Genel Başkanlarımız ile milletvekillerimizin Saray’ın hedefi haline gelmesinin biricik nedeni buydu. Ne yazık ki, 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında oluşan TBMM çoğunluğu, Kürt sorununa barışçı bir çözüm için süregiden müzakerelerin Erdoğan’ın buyruklarıyla sona erdirilmesi ve çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte ülkeye egemen olan güvenlikçi yaklaşıma teslim oldu. TBMM özel savaşın bir cephesi haline gelmeyi kabullendi. TBMM çoğunluğu özellikle HDP milletvekillerini yargı baskısı altına alma gayreti içinde yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengeyi yıktı. TBMM’yi yürütme ve yasama vesayeti altına sokarak diğer partilerden de yüz elli dolayında milletvekili için yargı yolunu açtı. Bugün karşınızda bulunuşumun biricik nedeni budur. Eş Genel Başkanlarımız ve milletvekillerimiz neden hapisteyse, neden yargılanıyorlarsa ben de o nedenle mahkemeniz önündeyim. Burada bulunuşumun nedeni yasadaki gerçek karşılığı ile “sanık” ya da “şüpheli” olmam değil, HDP milletvekili olmam, ırkçılığa, sömürgeciliğe, faşizme, istibdada, mezhepçiliğe, kişi ve sülale egemenliğine karşı, eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi ve insan hakları için partimle birlikte verdiğim mücadeledir; bu mücadelenin halkta uyandırdığı sempati ve Saray’da hakimiyetin elden gittiğine dair yol açtığı derin kaygılardır.

Usulüne göre işleyen bir yargı süreci içinde bir anlam taşıması mümkün olan “şüpheli” veya “sanık” kavramları dokunulmazlık sahibi bir TBMM üyesi ve uluslararası dokunulmazlık sahibi bir AKPM üyesi için yok hükmündedir. İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin şeklen bile var olduğu bir rejimde bir mahkeme önüne çıkarılmış olmamam gerekirdi. Bir milletvekilinin -istisnai olarak ağır cezalık bir suçla bağlantılı olarak suçüstü hükümleri uyarınca derdest edilmiş olmadıkça- hem parlamenter dokunulmazlık sahibi hem yargı önünde “şüpheli” ya da “sanık” işlemi görmesi siyasi sonuçları itibarıyla bir istibdat rejimine, bir faşist diktatörlüğe özgü bir uygulama olabilir ama demokratik bir rejimde her ikisi bir arada bulunamaz. Bu sonuç sadece TBMM’yi ve onun bir üyesi olarak beni olumsuz etkilemekle kalmıyor. Mahkemeler de -örneğin, Mahkemenizin şimdi burada gerçekleştirmekle yükümlü kılındığı- bu tür yargılamalar dolayısıyla ister istemez hukukun temel ilkeleriyle bağdaştırılması olanaksız, herhangi bir yasa ile belirlenmemiş bir diktatoryal işleyişin parçası haline geliyorlar.

Bu yargılamanın dayandırıldığı geçici anayasa değişikliği yargıyı araçlaştırarak HDP milletvekillerine en kısa yoldan tutuklamaya sevk yolunu açmak için icat edilmiş Anayasaya karşı bir hileden ibaretti. Bu hile meşruiyetten yoksun bir geçici anayasa değişikliğiyle milletvekilli dokunulmazlıklarını belli bir tarihe kadar TBMM’ye iletilmiş olan fezlekeler itibariyle kaldırıyor ama dokunulmazlıkları kaldırılmış milletvekillerini bu değişiklik gerçekleşir gerçekleşmez yeniden dokunulmazlık sahibi kılıyordu. Bu değişikliği gerçekleştirenler böylece sözüm ona hiçbir ayrımcılık yapmaksızın değişiklik tarihinde haklarındaki fezlekeler TBMM’ye ulaşmış bütün milletvekillerini yargıya sevk ediyorlardı. Ne var ki, haklarında “katalog suçlar”dan daha çok fezleke bulunan HDP milletvekillerine gözaltı, tutuklanma, yargılanma, mahkum edilme yolunu açarken dokunulmazlıkların kaldırılması için oy da vermiş diğer milletvekillerinin sanki hiçbir şey olmamışçasına gibi dokunulmazlığın sağladığı bağışıklıklardan yararlanmaya devam etmelerini güvenceye aldıklarını varsayıyorlardı. Ancak bu icadın bir kusuru var: Kişiye özel yasa çıkartma yolu -henüz veya hala- kapalı olduğu için HDP milletvekilleri -bu arada ben- de bu geçici anayasa değişikliğine “evet” diyen milletvekilleriyle birlikte kaçınılmaz olarak dokunulmazlık sahibi olmaya devam ediyoruz.  İmdi,  an itibariyle dokunulmazlığı Anayasa güvencesi altında olan bir milletvekili olarak mahkemenizin CMK 176/2 Maddesi uyarınca talimat mahkemesine yazdığı “zorla getirme” uyarısı dolayısıyla karşınızdayım. Gerçek yaşamda “geçmiş zamana yolculuk” diye bir süreç olmadığına göre, bu mahkemede yanıt aranması gereken birinci soru şudur: Mahkemeniz en üst norm olan Anayasa kuralları gereğince dokunulmazlık sahibi bir milletvekilini hangi yetkiyle ve nereden aldığı güçle yargılayacak ve dokunulmazlık sahibi milletvekili hakkında zorla getirme kararının meşruiyetini neye dayandıracaktır?

Dahası, mahkemeniz, Anayasa’nın 90. Maddesi bağlamında “iç hukuka üstünlüğü” kayıt altına alınmış uluslararası antlaşma uyarınca yargılanması Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin (AKPM) iznini gerektiren bir AKPM üyesini yargılamaya nasıl başlayacaktır?

Görüldüğü gibi, bu geçici anayasa değişikliği sadece TBMM’nin egemenliğinin cisimleşmesi demek olan milletvekillerini yürütme ve yargı vesayeti altına düşürmekle kalmıyor öte yandan yargıyı meşruiyeti kendinden menkul bir yargılama süreciyle baş başa bırakıyor, kolluğu meşruiyeti tartışmalı emirleri yerine getirmeye icbar ediyor. Böylece aralarındaki anayasal bağlantılar kopmuş olan bütün kurumlar ister istemez birbirlerinin yetki ve güç alanlarına girmeye ve hukukî meşruluğu tartışmalı adımlarla, gelecekte hukukun yeniden egemen olacağı günlerde her biri başlı başına yargı konusu olacak uygulamaları gerçekleştirmeye başlıyorlar.

Bununla birlikte mahkemeniz halâ Anayasa’dan ve yasalardan aldığı güçle, TBMM’nin kendisine karşı gerçekleştirdiği bir darbenin ürünü olan; hak, hukuk ve adalet ile hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak bu yargılamayı reddederek kendisini bu hukuksuzluğun burgacından çıkarabilir, Türkiye’de hala yargıdan adaletin beklenebileceğine dair bir umudun habercisi de olabilir. Sizden bu davayı görmeyi reddetmenizi diliyorum.

İddianamenin bu bağlamda önemli tek yanı TBMM ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi üyesi bir milletvekili olarak, o tarihte üyesi olduğum Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP)  Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile birlikte 14 Temmuz 2012’de Diyarbakır’da yapmayı planladığı “Özgürlük İçin Demokratik Direniş” mitingine partililerimizi davet etmek üzere,  Tarsus ilçe örgütümüzde ve gene aynı yerde 29 Ekim 2012’de o sırada cezaevlerinde sürmekte olan açlık grevlerini desteklemek üzere açlık grevine başlamış olan üyelerimizi ziyaretimde yapmış olduğum iki konuşmanın suç imal etme kastıyla tahrif edilerek Savcılıklar eliyle yargının TBMM’yi vesayet altına almak için araçsallaştırılmasına dair iki örnek vakayı tartışmaya imkân vermesidir.

Murat Şadan Baş imzasıyla düzenlenen ilk iddianameye konu olan kovuşturma sürecinde herşey usulüne uygun cereyan etmiş olsaydı bile, iddianame CMK’nin açık bir ihlali olarak görülmeliydi. CMK Madde 160/2’ye göre “Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.” Ne var ki, Savcılık, fezlekeye konu vakada benim olay tarihinde BDP milletvekili olduğumu ve gerek TBMM’de gerekse TBMM dışındaki faaliyetimin BDP’nin program ve politikaları kapsamında gerçekleştiğini görmezden gelmiş, bütün iddianame boyunca benim “bağımsız milletvekili” olduğumu ileri sürmüştür. Bu bir unutkanlıktan ibaret değildir, yaptığım konuşmayı TBMM’de temsil edilen bir yasal parti olan BDP’nin program ve politikalarındansa BDP’nin yapmayı planladığı mitinge ilişkin olarak başka mecralardan yapılan değerlendirmelerle ilişkilendirmek kastıyla yapılmış bir tahrifattır.

Oysa 14 Temmuz 2012’de Diyarbakır’da düzenlenmek istenen mitingin tertip komitesini BDP milletvekilleri oluşturuyordu. BDP Eş Başkanları Gültan Kışanak ile Selahattin Demirtaş DTK Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk ile birlikte 9 Temmuz 2012’de Diyarbakır’da düzenledikleri basın toplantısında haberler.com adlı internet haber sitesinin verdiği habere göre mitingin amaçları konusunda şu açıklamayı yapmışlardı:

14 Temmuz’da yapılması planlanan ‘Özgürlük İçin Demokratik Direniş’ mitingine Valilik tarafından izin çıkmamasının ardından açıklama yapan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, yasağa rağmen hazırlık yapacaklarını ve mitingi gerçekleştireceklerini söyledi.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Konukevi’nde yapılan basın açıklamasına Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak ile Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Aysel Tuğluk ve çok sayıda partili katıldı. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 1 yılı aşkın bir süredir, seçim çalışmalarından bu yana Diyarbakır başta olmak üzere Türkiye genelinde ve bölgede BDP’nin gerçekleştirdiği bütün etkinliklerin yasaklanması, engellenmesi ve müdahale edilmesi süreci ile karşı karşıya olduklarını söyledi.

“Diyarbakır’da son bir yılda neredeyse hiçbir etkinliklerine valilik tarafından izin verilmediğini aktaran Demirtaş, ‘Bu mitingin 14’ünde veya başka bir tarihte gerçekleşemeyeceğine, yasaklandığına dair valilik üzerinden alınmış bir karar var. Bizler her şeyden önce şunu net bir şekilde ifade etmek istiyoruz. Biz Türkiye’de toplumsal barışın gerçekleşmesi, Kürt sorununun müzakere ile gerçekleşmesi için DTK ve BDP olarak büyük bir miting kararı aldığımızda şu gerçeğin farkındaydık. Eğer Öcalan üzerindeki tecrit devam eder, kendisinin özgürlük koşulları sağlanmazsa siyasi çözüm sürecinde mesafe kat etmek imkansızdır. Bu nedenle Öcalan’ın özgürlüğünün merkezine almayan bir tartışmanın, bir arayışın nafile olduğunun farkında olarak böyle bir miting yapma kararı almıştık. Bu miting aynı zamanda tıkanan sürecin önünü açma konusunda da büyük bir katkı sunacaktır. Hala böyle bir misyonu vardır’ diye konuştu.

Öcalan’ın özgür olmasını istemenin hem meşru hem de yasal olduğunu belirten Demirtaş, ‘Bunu engellemeye çalışan tüm tutumlar bizim açımızdan gayri meşrudur. Elbette ki halkımız her platformda olduğu gibi bundan sonra da daha net duruşla ve kararlılıkla Öcalan’ın özgürlüğünü savunacaktır. Bizler de BDP ve DTK olarak tereddütsüz bir şekilde Öcalan özgürlüğüne kavuşana kadar bu tutumumuzdan ve duruşumuzdan tek bir adım geri atmayacağız. Çünkü çözümün yolu budur ve buradan geçer. Bunu reddeden bu konuda İmralı’yı ıskalayan etrafında dolaşan her türlü yaklaşım bizler açısından çözümsüzlük yaklaşımıdır’ ifadelerini kullandı.

Öcalan’ın Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana’ya not gönderdiği iddialarını değerlendiren Demirtaş, “Özellikle bugünlerde İmralı’da bazı gizli görüşmeler varmış, İmralı’dan bazı notlar birilerine gelmiş yaygarasıyla, yalanıyla kafaları bulandırmaya çalışanlara karşı da halkımız daha dikkatli ve duyarlı olmalıdır. İmralı’dan ne kimseye özel bir not, ne mesaj vardır, ne de İmralı’da açık veya kapalı devlet heyet görüşmesi vardır. İmralı’da kesintisiz bir işkence süreci vardır. Halkımız da bu işkence sürecine karşı net tutumunu, tepkisini ortaya koyacaktır. Temel hedefimiz tüm tıkanan süreci açabilmektir. İktidarın almış olduğu kararı vali tarafından açıklanan gerekçelerle arkasına sığınarak meşrulaştırmaya çalışması kesinlikle bizim açımızdan kabul edilebilir değildir’ şeklinde konuştu.

Miting tertip komitesinin milletvekillerinden oluştuğunu ve başvurunun yapıldığını hatırlatan Demirtaş, ‘Buna verilen yanıt kabul edilemezdir. Valilik açıklamasında sanki illegal oluşumlar, birtakım karanlık işler yapmaya çalışıyor, halkı birbirine düşürmeye çalışıyor izlenimi vermeye çalışılıyor ki ortada bir yasa dışılık varsa o devletin faaliyetinin ta kendisidir. Hiçbir kurum hele hele valilik vekillerimizin yaptığı başvuru ile ilgili bu üslubu kullanamaz, kendisine aynen iade ediyoruz. İllegal bir zihniyet varsa sizin karanlık zihniyetinizdir’ dedi.

Demirtaş, ‘Biz 14 Temmuz’da aynı şekilde İstasyon Meydanı’nda görkemli mitingimizi gerçekleştireceğiz. Buradan tüm halkımıza çağrımızdır. Hiçbir yasaklama kararı yokmuş gibi bu gayri meşru yaklaşımı tanımıyoruz edasıyla çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Valilik derhal bu kararı düzeltmeli ve geri çekmelidir. Halkımız her yerde 14 Temmuz’da Diyarbakır’da olacak şekilde kendi iradesini sahiplenecek şekilde hareket etmelidir. Araçlarınız durdurulabilir, yollar kapatılabilir arabalarla, otobüslerle çıkmanız engellenebilir. Gerekirse yürüyerek o gün herkes Diyarbakır’da İstasyon Meydanı’nda buluşabilmelidir. 14 Temmuz için başlattığımız tüm hazırlıklar devam edecektir. Devlet de artık BDP ve DTK ile restleşmeyi bir kenara bırakmalıdır. Öcalan’ın özgürlüğüne dönük yapılan her eylemin önü açılmalıdır. Kürt sorununa demokratik çözüm için diyalog ve müzakerenin önünün açılması için biz Öcalan’a özgürlük istiyoruz ve milyonlarla birlikte istiyoruz. Bu devlet ve AKP tarafından doğru anlaşılmalıdır. Çözüm sürecindeyiz, barışa bu kadar yakınken devletin emri vaki yaklaşımlarıyla durdurabileceğimiz bir süreç değildir’ şeklinde konuştu.

Daha sonra gazetecilerin miting tarihi ve valiliğin yasak gerekçeleri ile ilgili sorularını da yanıtlayan Demirtaş, ‘Valilik kendine göre bir sürü gerekçe bulmuş ama bunların hiçbiri doğru değildir. Ramazan ayının yaklaşması nedeniyle, mitingi öncesinde yapmak istedik. 14 Temmuz aynı zamanda demokratik özerkliğin ilan edildiği gündür, doğru ama demokratik özerklik gayri meşru ve yasa dışı değildir. Valinin böyle bir gerekçeye sarılması tutarsızlıktır. Savunmak ve ilan etmek de yasadışı değildir. Silvan olayı ile bağlantılandırmışlar ama her gün insanlar bu ülkede ölüyor. Buna dayanılırsa insanların ölmediği gün yok. Her gün valilik böyle bir gerekçe bulabilir. Bir daha ölümler olmasın diye bu mitingi yaparken valiliğin bu gerekçeyi bahane ederek yasaklaması kabul edilebilir değildir’ diye konuştu.  (https://www.haberler.com/bdp-valilik-yasagina-ragmen-14-temmuz-da-istasyon-3771383-haberi/)

Gerçekte adalet peşinde koşan bir Cumhuriyet Savcısından, beklenen bir BDP milletvekili olarak partimin düzenlediği bir mitinge davet için yaptığım konuşmayı BDP Eşbaşkanlarının bu açıklamalarıyla ilişkilendirmesi ve değerlendirmesini bir BDP faaliyeti çerçevesinde yapması olurdu. Gerçekte adalet peşinde koşan bir Cumhuriyet Savcısı dava dosyasına iliştirdiği haber ve bilgileri sadece “olağan şüpheli” olarak gördüğü anlaşılan “firatnews.com”a dayandırmaz, neredeyse bir hafta boyunca bütün Türkiye medyasının ilgilendiği bu mitingle ilgili olarak bütün açık kaynakları değerlendirerek bir hükme ulaşma gayretinde olurdu. Ama böyle yapmak “suç imalatı” için elverişli bir bağlam sağlamadığından Savcılık bir yandan ben BDP milletvekili değilmişim, dolayısıyla başka kuruluşlarla kolayca ilişkilendirilebilirmişim izlenimi yaratmaya, öte yandan 14 Temmuz 2012 Diyarbakır mitingini bir KCK faaliyeti gibi göstermeye ve mitingin amacını KCK’nin genel yaklaşımları ile bağdaştırma gayretiyle hareket ediyor.

Oysa, Sayın Selahattin Demirtaş’ın 9 Temmuz 2012’de yaptığı basın toplantısında ifade ettiği gibi, mitingin amacı “Türkiye’de toplumsal barışın gerçekleşmesi, Kürt sorununun müzakere ile çözülmesi”dir. Gene Demirtaş’ın ifade ettiği gibi “Eğer Öcalan üzerindeki tecrit devam eder, kendisinin özgürlük koşulları sağlanmazsa siyasi çözüm sürecinde mesafe kat etmek imkansızdır. Bu nedenle Öcalan’ın özgürlüğünün merkezine almayan bir tartışmanın, bir arayışın nafile olduğunun farkında olarak böyle bir miting yapma kararı almıştık. Bu miting aynı zamanda tıkanan sürecin önünü açma konusunda da büyük bir katkı sunacaktır.”

Bu amaçların hiçbiri yasa dışı ve gayri meşru değildir. O zaman da değildi, bugün de değildir. Mitingin Diyarbakır Valiliğince gerçekliği meşkuk ihbar ve asılsız gerekçeler gösterilerek yasaklanması da mitingin amaçlarının meşruiyetine gölge düşürmez. BDP’den gayri kuruluşların, bu arada KCK’nin aynı mitinge katılım için çağrıda bulunması, BDP’nin dolayısıyla benim mitinge katılım çağrımızın anlamını değiştirmez.

Doğrusu, bu mitingin yasaklanmasına karşın, Kürt Sorunu’nun “demokratik ve barışçı” çözümü için hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecride son verilmesi ve hükümet ile müzakerelerin başlatılması çağrısının ne kadar isabetli olduğu sonraki üç yıl boyunca Öcalan’ın İmralı’da hükümet görevlileri, HDP milletvekilleri ve kendi örgütü ile kurduğu temaslar sonucunda çatışmaların son bulması, ölümlerin bir süreliğine de olsa sona ermesi ile kendiliğinden açığa çıkmıştır.

Öcalan’ın bu özgün rolünü ve önemini ifade etmemi bir suç olarak değerlendiren Cumhuriyet Savcısı eğer gerçekten yasanın kendisine verdiği görevi yerine getiriyor olsaydı, değerlendirmemizi hükümet ve devlet görevlilerinin aynı dönemde ifade ettikleri şu düşüncelerle birlikte ele alır ve gündemdeki konunun “terörizm” değil “çatışmayı çözme” olduğu idrakiyle konuşmamı bir suç kanıtı değil suçsuzluk karinesi olarak değerlendirirdi.

Örneğin dönemin Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Haziran 2014’te Diyarbakır’da yapılan Çözüm Süreci Çalıştayı’nda Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya giden HDP heyetiyle verdiği mesajları önemli ve olumlu bulduklarını belirterek “Bunlar bizim de düşüncelerimiz” demişti. Habere göre ayrıca bölgede yol kesme ve eylemlere müdahale edilmemesinin de kendilerinin talimatı olduğunu anlatmıştı. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/ocalan-in-mesajlari-dusuncemiz-26565638)

Dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan Haziran 2014’de “Ben Öcalan’ın süreci diğerlerinden daha doğru okuduğunu düşünüyorum” demişti.  “(…) Onlarca yıldır bu işlerin içinde olduğu için farklı bir bakış açısı da vardır. Olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi vardır. Dikkat ederseniz onun verdiği mesajlar diğerlerinin verdiği mesajlara göre sürecin geleceğini daha çok düşünen bir hassasiyeti yansıtıyor.” (http://www.aljazeera.com.tr/haber/ocalan-sureci-daha-dogru-okuyor)

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut A Haber’deki Deşifre programında Öcalan hakkında, “Abdullah Öcalan Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü açıyor” ifadesini kullanmıştı.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Ocak 2013’te CNN Türk’te Taha Akyol’un sunduğu “Eğrisi Doğrusu” programında gündeme ilişkin konuları değerlendirerek şunları söylemişti: “Öcalan bölgenin ve Türkiye’nin reel politiğini daha sağlıklı değerlendiriyor. Geçmişteki yaklaşımıyla şimdiki arasında pozitif fark var. O yüzden tekrar bu süreç başladı.”  (http://www.yenicaggazetesi.com.tr/adalet-bakani-erginden-ocalana-pozitif-ovgusu-79988h.htm)

Bu örnekler daha da artırılabilir.  Savcılık, suç imalatı kapsamında bugün suçlamayı görev saydığı -Öcalan’ın çözüm ve müzakere çabaları kapsamındaki rol ve önemini ortaya koyan- konuşmaları konjonktürel bağlamda değerlendirerek görevini yapsa bizim konuşmalarımızı hükümet görevlileri ve bakanlarınkilerle aynı kategoride ele almaktan başka bir şey yapamazdı. Ama o zaman da suç imal edemezdi.

Cumhuriyet Savcıları, milletvekilleri arasında aynı konuya yönelik konuşmaları ve yaklaşımları açısından ayrım gözetemezler. Milletvekilleri kamu görevlileridir. Kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişilerdir. Kimse tarafından bu göreve tayin edilmiş olmaları gerekmez, milletin seçilmiş temsilcileri olarak kendilerini bir olayı ya da durumu araştırmakla görevli saymalarını bu konuda beyanda bulunmalarını kısıtlayan hiçbir müeyyide yoktur. Dolayısıyla yargı olayı araştırırken milletvekilinin eylem, söz ve davranışlarının öteki kamu görevlilerine tanınmış olan genişlik içinde gerçekleşmekte olduğunu göz önünde tutmalıdır. Bu bakımdan esasen Tarsus ilçe örgütümüzde yaptığım konuşmanın emniyet görevlilerince “suç kastı” varsayımıyla kayıt altına alınması ve hakkında fezleke düzenlenmesi dahi Savcılıkça milletvekilliği görevinin yerine getirilmesine yönelik dolaysız bir baskı olarak görülmeliydi. Savcılık, parti binasında meşru temsil ve siyasal faaliyet işlevini icra etmekte olan, bir nümayişte bulunmayan, kimseyi suça teşvik etmeyen, nefret söyleminde bulunmayan, bu yönde bir ihbara dahi konu olmayan bir milletvekilinin halka açık olarak gerçekleştirilmeyen, sadece parti üyelerine mahsus bir toplantıya sızarak “delil elde etme” çabalarının siyasi parti faaliyetinin özgürce gerçekleşmesine yönelik bir baskı olduğunu tespit ederek, görevi gereğince haklarımın korunması yönünden değerlendirmeli ve mahkemeniz karşısına böyle bir iddianame ile çıkmalıydı.

Bu haliyle iddianame ileri sürdüğü iddialarının hiçbirini gerçek olgulara ve illiyet bağlarına dayanarak kanıtlama kabiliyetinde olmadığı gibi, delil olarak ileri sürdüğü kayıtların kanuniliği, meşruluğu, sahihliği de tartışmalıdır. Esasen bu iddianame ile TBMM üyesi bir milletvekili olarak temsil ile görevli ve yetkili olduğum üyelerimizle yerelde ve yerinde yaptığım çalışmalardan ötürü yargılanmam girişimi, milletvekilleri dokunulmazlığını hedef almaktan ve halkın yaşam ve özgürlük haklarını ihlali alışkanlık haline getirmiş kimi görevlileri cesaretlendirmekten, onlara cezasızlık vadetmekten başka bir sonuç vermeyecektir.

Kaldı ki, bu iddianame bağlamında yaptığım ileri sürülen konuşmayla aynı mahiyet ve kapsamda hatta aynı sözcükleri tekrar ederek yaptığım konuşmalar TBMM tutanaklarında mevcuttur.  Savcılığın kanıt olarak ileri sürdüğü Tarsus BDP İlçe Örgütündeki konuşma kayıtlarının sahihliği ve kanuniliğinin değerlendirilmesine bağlı olarak bu konuşmaları da kanıt olarak Savcılığa sunduk, eğer dosyaya alınmamışsa Mahkemenize de sunacağım. Mahkemenizin Anayasa’nın hala geçerli olan 83. Maddesini dikkate alacağından kuşku duymuyorum: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.”

Bir BDP milletvekili olarak partim tarafından düzenlenmiş bir mitinge üyelerimizin katılması için onlara hitap etmemden suç üretilmesi girişiminin, yargının araçlaştırılması bağlamında çıplak bir örnek olmak dışında hukukla bir ilgisini kuramıyorum. Benim bağlı olduğum bir partim var. Siyasi çizgim apaçık, kamuoyunun gözleri önünde yaşıyor ve siyaset yapıyorum. Savcılık benim siyasal faaliyetimi değerlendirmek yerine bu siyaseti başka ve kolayca kriminalize edebileceği bir siyasete benzetmek için beyhude bir çabayla Partimin hasmı olan iktidar partisinin talimatları doğrultusunda hiçbir kanıta bile gerek görmeksizin hepsi on dakika bile tutmayan, sahihliği ispata muhtaç bir konuşmaya dayanarak beni “terör örgütü üyeliği”yle suçlarken, bir savcının yapamayacağı iki şeyi birden yapıyor: Birincisi, masa başında birkaç internet kaydını kesip yapıştırarak oluşturulmuş önüne gelen fezlekenin üzerine iddianame yazarak “terör örgütü” kovuşturmasını çok hafife aldığını; ikincisi, öte yandan TBMM’de halkı temsil eden bir milletvekilini suçlamadan önce CMK Madde 160/2’ye göre yapması gereken hiçbir şeyi yapmayarak, lehim delilleri toplamadığı gibi haklarımı da korumayarak TBMM’ye saygı duymadığını itiraf etmiş oluyor.

Bu iddianameyi ve hiçbir kanıta dayanmayan suçlamaları esastan reddediyorum. Mahkemenizin bu davayı görmeyi reddetmesini diliyorum.

Dosyada yer alan Cemil Balcılar imzalı diğer iddianamenin de tıpkı önceki dosyadaki iddianame gibi, bütünüyle kanuniliği, hukukiliği, meşruluğu ve sahihliği söz konusu olmayan bir “ortam dinlemesi”nden başka hiçbir mesnede dayandırılmaması nedeniyle reddedilmesi gerekirdi. Bir siyasi partinin ilçe toplantısını, hiçbir şiddet, saldırı, taşkınlık ve benzeri durum ya da ihbar dahi olmaksızın dinlemeye kalkmanın kendisi başlı başına bir yasa ihlalidir. Suçtur. Dokunulmazlık sahibi bir milletvekilini takibe kalkışmak, dışarıdan kimsenin davet edilmediği, halka açık olmayan parti üyelerinin toplantısında yaptığı konuşmayı “ortam dinlemesi”ne tabi tutmak milletvekiline ve partisine karşı işlenmiş bir yasa ihlalidir. Bir başka suçtur. Bütün bunlar da yetmezmişçesine, eldeki kayıt çözümünde dahi olmayan, içerilmeyen, örneğin açlık greviyle “demokratik özerkliği gerçekleştirme” gibi “hedefler”den hareketle suç imalatına derinlik kazandırma çabaları da hukukla ve hukukçuluk mesleğiyle bağdaştırılması olanaksız bir başka usulsüzlük ve vasıfsızlık örneğidir.

Delil olarak ortaya konulmuş başka hiçbir unsur içermeyen bir iddianameye muhatap edilmek sadece suçlanan kişi olarak bana değil, mahkemenize de yöneltilmiş bir saygısızlıktır.

Cezaevlerinde süre giden açlık grevlerine destek vermek için BDP Tarsus İlçe Örgütümüzde açlık grevi yapan üyelerimizi ziyaret etmek ve onlarla aynı tasa ve düşüncelere sahip olduğumu ifade etmek milletvekili olarak görevimdir. Bunu hangi kelimelerle ve hangi duygularla yapacağım tamamen benimle üyelerimiz arasındaki hukukun kapsamındadır. Başka hiç kimseyi, bu arada emniyeti ilgilendirmez. Partimize, partimizin mahremiyetine saldıran, milletvekili olarak görevlerimi yerine getirmemi baskı altına almaya yönelik bu işlemi gerçekleştiren emniyet görevlilerinden şikayetçiyim. Mahkemenizin bu kişiler hakkında resen soruşturma açarak bu işlemi gerçekleştiren kişileri yargıya sevk etmesini, bu iddianameyi de geri çevirerek davaya bakmayı reddetmesini talep ediyorum.

Saygılarımla.

Ertuğrul KÜRKCÜ