Kontrollü nefret *

Suriyeli sığınmacılara karşı, hükümet eliyle bir “kontrollü nefret” dalgası yükseltilirken, nefretin elde patlamaması için Türkiye’deki sığınmacıların yarısından çoğunun yaşadığı yedi büyük kentin belediye başkanlarının tutumu hayati önem kazanıyor. Onlardan beklenen amatör “sosyoloji” çözümlemeleriyle Süleyman Soylu’nun peşine takılmaları değil, kendilerini göreve taşıyan toplumsal muhalefetin “barış ve çözüm” talebini kulaklarına küpe etmeleri.

 class=

Suriyeliler’e şimdiye kadar “35 milyar dolar” harcandığı hiçbir bütçe kaleminde gösterilemeyen bir Erdoğan palavrasından ibaret. Üstelik, “baldırı çıplak” sığınmacılar, kamu kaynaklarından sunulan çok sınırlı desteğin kat kat fazlasını boğaz tokluğuna çalışarak ekonomiye iade ediyor, Kazançlarını kazıklanarak, fahiş kiralar ödeyerek gözü dönmüş ev sahipleri ve esnafla paylaşıyorlar.

Ne günlerdi! “Müjdeler olsun” der gibi, “100 bin rakamı bizim için gerçekten bir eşikti” diye haber vermişti Erdoğan, Ekim 2012’de, sığınmacı sayısının 100 bini geçtiğini… Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun uydurduğu mavala göre, “eşik” aşıldı mı hükümete, sınırın öbür yanında “tampon bölge” kurma -ve elbette Suriye’ye asker sokma- “hakkı” doğuyordu. O günün gazetelerinin de zil takıp oynamadığı kalmıştı: “Tampon bölge sayısına ulaşıldı!” 2013’te, sığınmacı sayısı, 600 bini geçtiğinde “hani 100 bin kırmızı çizgiydi” diye soranlara Davutoğlu “Ben eşik dedim, psikolojik eşik. Kastım, artık mülteci krizinin kontrol edilebilir bir nitelikten çıkmakta olduğuydu.” Kilit kavram buydu: “Kontrol”!

Bir BDP heyetinin 2011’de Altınözü’ndeki “çadırkent” incelemesinde “[…] Sığınmacılarda kısa süre önce maruz kalınan bir şiddetin yol açtığı korku ve kaygı bulgusuna rastlanmadığı”nı saptayan raporundaki  “kontrollü mülteci akını” tablosunu Dışişleri Bakanı iki yıl sonra baskı altında itiraf edivermişti. Raporun izini süren TBMM’deki BDP İnsan Hakları Komisyonu üyesi de Şubat 2012’de, komisyon raporuna muhalefet şerhinde “sınır boylarında yalnızca mağdurların yer değiştirmesi ile açıklanamayacak karakterde bir nüfus hareketi”nin altını çiziyordu: “[…] Çok kısa bir zaman içinde sığınmacı sayısı yaklaşık 14 bine varmış, hızla 6 bin 300’e düşmüş, ve […] yeniden ‘6 Kampta 9 Bin 555’e çıkmıştır.” Sonrası malum: Ankara’nın Suriye’de “vekaleten savaş” için ABD’nin “eğit-donat” desteğiyle kurdurduğu ÖSO hızla çözüldü. Silahlar önce El-Nusra sonra IŞİD’in (DAİŞ) eline geçerken, AKP “kontol”ü kaybetti. Selefilerin önüne kattığı 3 milyonu aşkın insan Türkiye’ye yığıldı.

Ankara, 2012’de Suriyeliler’in mağduriyetini seviyor ve “iltica”yı teşvik ediyordu. Çünkü bu sığınmacı akını, ona “Şam’da namaz kılma” gerekçesi sunuyordu. Cami, kışla, okul, medya, parti, belediye mağdur Suriyelileri bağrına basıyordu. İş uzayıp “eşik” İstanbul’un göbeğine ulaşınca “mülteciler”e sunulan sınırlı imkanlar, hacı kapitalistlerin ve gözü doymaz yandaşların gözüne battı. Ekonomik ve mali kriz koşullarında “İslam kardeşliği”, “ensar”, mensar bir yere kadardı, artık “geldikleri yere gitmeleri gerekiyordu”.

Doğrusu, Suriyeliler’e şimdiye kadar “35 milyar dolar” harcandığı hiçbir bütçe kaleminde gösterilemeyen bir Erdoğan palavrasından ibaret. Üstelik, “baldırı çıplak” sığınmacılar, kamu kaynaklarından sunulan çok sınırlı desteğin kat kat fazlasını boğaz tokluğuna çalışarak ekonomiye iade ediyor, Kazançlarını kazıklanarak, fahiş kiralar ödeyerek gözü dönmüş ev sahipleri ve esnafla paylaşıyorlar.

Ama, “aşk” da “nefret” de siyasete tâbi.Türkiye’ye “tampon bölge”yi doldursunlar diye çağrılmışlardı. Şimdiyse “Suriye sınırlarımız boyunca, yaklaşık 35 kilometre derinliğinde ülkemiz kontrolünde bir güvenli bölge oluşturma” planları eşliğinde “yallah Suriye’ye” deniyor. Erdoğan daha yeni söyledi: “Suriye’nin huzura kavuşmasının ilk şartı PYD denilen bu katil sürüsünün ortadan kaldırılmasıdır […] Daha fazla Suriyeli kardeşimizin evlerine dönüşünü sağlamak için Mümbiç ve Fırat’ın doğusunu güvenli hale getirmemiz gerekiyor.”

900 km uzunluğunda, 35 km derinliğinde -neredeyse iki Mersin büyüklüğünde- Suriye toprağının işgali ve 3 milyon insanın rızaları hilafına geri gönderilerek yeniden iskanının “sevgi” eşliğinde gerçekleştirilemeyeceğini idrak için Efrîn’e bakmak yeter de artar. Medyayı ve sosyal medyayı apansız kuşatan “Suriyeli nefreti”nin bir psikolojik harekat ürünü değil de “halkın öfkesi”nden ibaret olduğuna ancak ahmaklar inanır.

Hükümet eliyle bir “kontrollü nefret” dalgası yükseltilirken, bu kez nefretin elde patlamaması için Türkiye’deki sığınmacıların yarısından çoğunun yaşadığı yedi büyük kentin belediye başkanlarının tutumu hayati önem kazanıyor. Onlardan beklenen amatör “sosyoloji” çözümlemeleriyle Süleyman Soylu’nun peşine takılmaları değil, kendilerini göreve taşıyan toplumsal muhalefetin “barış ve çözüm” talebini kulaklarına küpe etmeleri. Çözümleme gerektiğinde ise başvurabilecekleri muazzam bir KHK’li “sosyolog” yığınağı onları bekliyor. Hem artık AYM’den ruhsatlılar; atanabilirler!
_________________________________________
* Yeni Yaşam Gazetesi, 1 Ağustos, Cuma