İki “restorasyon”un da ötesinde…

Üçüncü kutbun demokratik ve özgürlükçü taleplerini içermeyen hiçbir siyasal strateji Türkiye’yi içinde debelendiği krizden çıkaramayacaktır. Gelecek, iki “restorasyon”un da ötesindedir…

15-16 Haziran işçi direnişi…

“Restorasyon” ve onun esbabı mucibesi olan “devlet”, sabık ve sakıt başbakan Ahmet Davutoğlu’nun en sevdiği ve kendi misyonuna en yakıştırdığı kavramlardı. Davutoğlu “restorasyon”dan tam da Avrupa siyasi tarihindeki anlamında söz ediyordu: Devrimden önceki duruma iade olmak! “Restorasyon” 1848 devrimlerinin ayak seslerinin işitilmeye başladığı bir dönemde Prusya, Avusturya, Britanya ve Rusya’nın oluşturdukları “Kutsal İttifak”ın Avrupa’yı Fransız Devrimi öncesine iade etme hırslarının Fransızcasıydı. Nitekim, Davutoğlu’nun kastı en önce kavramın doğum yeri Avrupa’da idrak edildi: “Davutoğlu Saltanata geri dönüşü resmen ilan ediyor[du]”. Lağım medyasının en ateşli kalemleri gelmekte olanı bir “devrim” coşkusu içinde haber veriyorlardı: “Türkiye için yeni bir kuruluş stratejisi uygulanacak. Selçuklu ve Osmanlı birikimleri bugüne çağrılacak. Çatışma ve ayrışmanın, ulus devlete sıkışmanın yerini güç ve dayanışma, meydan okuma, coğrafyayı şekillendirme, yeni ortaklıklar alacak[tı],” falan, filan…

Ama “restorasyoncular”ın unuttuğu şey Erdoğan’ın geçmişe yolculuğunun Sultan Süleyman’dan daha öteye gidemeyeceğiydi. Davutoğlu’nu ıskat eden Erdoğan sille tokat “Viyana kapıları”ndan döndü. Uluslararası güç dengesinin yıkılması, ABD’deki yönetim değişikliği, COVID 19 salgını ve “ahbap çavuş kapitalizmi”nin kaçınılmaz krizi, “restorasyon”un maddi ve manevi zeminlerini berhava ettikçe, Erdoğan “tek dişi kalmış” faşist ortağının dilini ödünç aldı. Artık varsa “beka”, yoksa “beka”ydı. Yani yaşar kalmak, günü kurtarmak; neyi kurtarabilirse onu kurtarmak…

Ama, onlar vaz geçtiler diye “restorasyon” siyaset sözlüğünden düşmedi. 2023 genel seçimlerinin eğik düzlemine girilirken “restorasyon” statükonun karşıt kutbunun diline pelesenk oluyor. Kavramı ilk telaffuz eden emekli orgeneral Çetin Doğan’dı.  Doğan, 31 Mart yerel seçimlerinde “yeni lider ve kadroların zuhuru ile toplumumuzda bir restorasyon döneminin başlatılması[nın] kaçınılmaz hale gel[diği]”ni haber veriyordu.

Birçok siyaset bilimcinin de mutabık olduğu şekilde, “restorasyon” kavramı “Millet İttifakı” sözcülerince dümdüz ifade edilmese de “parlamenter sisteme dönme” hedefinin belirsizliği altında palazlanmaya devam ediyor. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar da muhalefet partileriyle görüşme turlarına başlarken “güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi” HDP’nin de savunduğunu ifade etti ama, “bunu eskinin canlandırılması olarak anlamıyoruz,” dedi. “Bizim için parlamenter sisteme dönüş, restorasyon şeklinde olmamalıdır. Geleceğe dönük, yeniden kuruluş biçiminde tartışılmalıdır.”

Ne var ki, siyasetin terimleri zaman ve mekân dışında bir boşlukta gerçekleşmiyor. Siyasi rejimin şekillenmesini rıza ya da rızasızlıklarıyla etkileyen ve belirleyen güç odaklarının başında gelen TÜSİAD’ın Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, mart sonunda yapılan Olağan Genel Kurul Toplantısı’nda büyük burjuvazinin gelecek algısının “beka” değil “restorasyon” ekseninde – Trump öncesi dünyaya ide olma bağlamında- şekillenmekte olduğunu açıkça dile getirdi.

Kaslowski, NATO, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi zirvelerini işaret ederek “Batı dünyasının yeni yönelimleri, Atlantik ittifakının geleceği, ABD ile AB’nin işbirliğinin boyutlarının yanı sıra, Washington-Moskova arasındaki ilişkilerin seyri ve Çin’in dünya sistemi içindeki konumu hakkında bizlere bir fikir verdi” diyerek esin kaynağını işaret etti ve ekledi. “Önceki Amerikan yönetiminin bıraktığı olumsuz izleri de silmeyi hedefleyen Başkan Biden, ülkesinin ittifak bağlantılarını güçlendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken Batı ittifakının değer ve ilkelerini temel taşlar olarak gördüğünü vurguluyor.

“Bu durum, Türkiye açısından da değerlendirilmeyi bekliyor. Uluslararası alandaki derin yalnızlıktan kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Müttefiklerle ve çevre ülkelerle ilişkilerin onarılmasını […] bekliyoruz.” Büyük sermayenin “restorasyon” beklentisi daha veciz bir biçimde ifade edilemezdi. Muhalefetin bunları dikkatle dinlediğine, kaydettiğine ve daha önemlisi formülasyonlarıyla ilgilendiğine kuşku yok.

Ya büyük halk kitlelerinin beklenti ve talepleri? Bu talepler diktatörlük saldırısı başlamadan önce iki koldan ve yüksek sesle ifade edilmiş ve Türkiye’nin istikameti olarak işaretlenmişti: Birincisi, Gezi isyanında ifadesini bulan, gençlerin, kadınların, kent yoksulları ve emekçilerinin özgürlük ve hak talepleriydi; ikincisi daha derin ve köklü bir çatışma dinamiği olarak Kürtler’in kimlik, özgürlük ve statü talebiydi. Önceki “parlamenter rejim” bu talep setlerine şiddet ve inkârla karşılık verdiğine göre, “Güçlendirilmiş parlamenter rejim”, gücünü Kürtlerin özgürlük hareketi ve Gezi’nin isyankâr enerjisinden almayacaksa nereden alacaktır?

Bu soruya bugüne kadar, aslında kendileri de Gezi’nin ve Kürtlerin özgürlük mücadelesinin bir ürünü olan Demokrasi Konferansı bileşenleri dışında yanıt veren bir politik dinamik olmadı. Ama, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, dün itibariyle Cumhurbaşkanı adaylığını ilan ederek müesses nizamın “restorasyon” dinamiklerinin tercihlerini siyasal hamlesi için yeterli gördüğünü fiilen ortaya koymuş oldu.

Kılıçdaroğlu ve müttefikleri bir kez daha anımsamalı ki, Türkiye’de yalnızca iki sosyo-politik kutup yok. Diktatörlük blokunun –“Cumhur ittifakı”nın- güneş görmüş kar gibi eriyor olması, “Millet İttifakı”nı “üçüncü kutbu” hesaba katmaksızın tayin edici siyasal hamlelere başlayıp sonuçlandırabileceğine dair yersiz bir cesarete kaptırmış olabilir. Ancak, halk kitlelerinin enerjisi ve taleplerinin gerçekleşeceğine olan inancı olmaksızın tarihinin en gerici iktidarını alaşağı etmek bir hayaldir. Daha da önemlisi, üçüncü kutbun demokratik ve özgürlükçü taleplerini içermeyen hiçbir siyasal strateji Türkiye’yi içinde debelendiği krizden çıkaramayacaktır. Gelecek, iki “restorasyon”un da ötesindedir…
__________________________________
Yeni Yaşam, 7 Temmuz 2021