“Her pat durumu yeniden müzakere masasını işaret eder”

Tîroj dergisinin Ertuğrul Kürkçü’yle yaptığı röportajı ilginize sunuyoruz.

AKP Hükümeti son dönemde geçtiğimiz dönemde tarif ettiği ‘komşularla sıfır sorun’ politikasını terk etmiş görünüyor. Bölge ülkeleri ile başta Suriye olmak üzere gerilen bir ilişki zemininde bir seyir izliyor. Öte taraftansa Kürt sorununda giderek tırmandırılan askeri ve siyasi operasyonlar hızla sürdürülüyor. “İçeride ve dışarıda savaş” olarak özetlenebilecek bir politika yürütülüyor. Biz de AKP’nin Bölge politikalarındaki değişimi, bu değişimdeki Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki güçlü halk hareketlerinin etkisini, Kürecik’te yapılması planlanan füze kalkanını, Kürt sorununda gelinen aşamayı ve bunun bölgede nasıl bir etki yarattığını BDP Mersin Milletvekili ve Halkların Demokratik Kongresi çağrıcılarından olan Ertuğrul Kürkçü ile konuştuk.

AKP’nin Bölge politikasındaki bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP hükümetinin uluslararası politik yönelimini Davutoğlu’nun dış siyaset hattının iflası olarak görüyorum: Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun esaslı dış politikası genel olarak Ortadoğu’daki despotik rejimlerin değişmeden kalacağı ve eski statükonun istikrarını sürdüreceğine dayalıydı. Ancak bence halkların Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki ayaklanması Davutoğlu siyasetinin bu anlamda sonunu getirdi. Bu Amerikan siyasetinin değil; Davutoğlu siyasetinin sonu. Davutoğlu siyaseti mevcut dünya dengesinin AKP hükümetine eski statüko içinde yeni bir bölgesel avantaj sağladığı varsayımına dayanıyordu. Dolayısıyla Türkiye bölgede ABD’ye rağmen ya da onun yanı sıra kendine özgü bir hegemonya alanı kurabileceğini öngörüyordu. Oysa şartlar böyle gelişmedi. Statüko allak bullak oldu; çünkü bence gerek Kuzey Afrika’da gerek tüm Ortadoğu ülkelerinde çok güçlü bir halk muhalefeti doğarak Erdoğan’ın “sıfır sorun” yaşamayı umduğu bütün rejimleri alaşağı etti. Ve şimdi ortaya çıkan yeni durum aslında Erdoğan’ın Türkiye’ye özerk bir alan yaratmasını umduğu bölgesel hegemonya varsayımını artık doğrulamıyor. Türkiye şimdi kendisini hiç ummadığı bir şekilde sert bir çelişkiler zinciri içinde buldu. Çünkü eski varsayıma göre ABD’ye rağmen İsrail’i karşısına alıp zorlamak mümkündü. Bunun için diğer bütün ülkelerin desteğine sahip olacağını, en azından diğer ülkelerle çatışma halinde olmayacağını varsayıyordu. Oysa şimdi tabloya bakalım. Türkiye, Suriye ile çatışma içine düştü. Çünkü ABD’nin bölgesel tolerans limitlerini daha fazla zorlayamazdı. Kaddafi’nin Libyası ile çatışmaya geç katılınca NATOcu yeni yönetimle ilişkilerinin nasıl seyredeceği belirsizleşti. Mısır ile ilişkilerde varsayılan avantajlar gerçekten var mı yok mu meçhul. Füze kalkanı dolayısıyla İran ile nesnel olarak doğrudan doğruya karşı karşıya geldi. Sonuç olarak sıfır sorun siyaseti yerini çok sayıda soruna bıraktı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki güçlü halk hareketlerinin sonuçta AKP’nin dış politikasını büyük ölçüde sarstığı söylenebilir. AKP burada özerk bir rol değil ABD’nin yanı sıra bir rol oynayacak, oynuyor. Çünkü “Arap Baharı” denilen halk hareketlerinden sonra ortaya çıkan tüm rejim değişikliklerinde ABD yeni yönetimlerle neredeyse tam bir mutabakat, İran’la da tam bir çatışma içerisinde. Dolayısıyla özerk bir rol oynaması için Türkiye’ye kalan tek alan Filistin’deki Hamas faktörü -ki o da çok büyük ölçüde İran’ın denetiminde. Sonuçta Türkiye’nin bölgedeki özerk rolü öyküsü bir kötü sonla nihayet buluyor.

Kürt sorunu konusunda AKP hükümetinin giderek artan operasyonlarla ifade bulan bir yönelimi söz konusu. Çözüm tartışmaları içinde sizce nasıl değerlendirmek gerekir? Bununla birlikte Kürt sorununda gelinen aşamada İran ve Suriye başta olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkiler bakımından nasıl bir yerdeyiz?

Gördüğüm kadarıyla AKP özellikle 2010 sonları 2011 başlarından itibaren Kürt özgürlük hareketiyle sürdürdüğü müzakerelerin sonunda ortaya çıkacak yeni iktidar tablosunun kendisi için elverişsiz olacağı kanısına vardı. Çünkü Kürt özgürlük hareketinin bütün talepleri tatmin edildiği takdirde bu AKP’nin Türkiye’nin genişçe bir bölgesinde iktidarını ebediyen bir muhalefet odağına terk etmesi anlamına gelecekti. Özetle “demokratik özerk Kürdistan” formülüne şu ya da bu şekilde “evet” demek AKP için Kürdistan’da iktidarı PKK ile paylaşmak demek olacaktı. Çok olumlu sürdüğü söylenen müzakereler bu temelde bir çözümün mümkün olduğu varsayımına dayanıyordu ama neticede “protokoller”  siyasi karar merkezi olarak önüne gittiğinde Erdoğan bunları katlanılmaz buldu. Bence de siyaseti onun gibi iktidarı tekleştirme noktasından okuyan Türkiye’nin rejim değişikliği meselesini bu şekilde yorumlayan birisi için bunun kabul edilmesi imkânsızdı. Bu, demokratik olarak gerçekleşemez olduğu için değil Erdoğan’ın kafasındaki otoriter formülle bu hiçbir şekilde barışmayacağı için böyleydi. O yüzden Erdoğan yeniden savaş konseptini masaya koydu. Komşularla “sıfır sorun” siyaseti de kısmen bu iktidar hesabının ürünüydü. Yani Davutoğlu ve Erdoğan’a sorunu Kürtlerle anlaşmak yerine Araplarla ve Farslarla anlaşarak çözme anlayışı egemendi. Dolayısıyla meseleyi özgürlük değil güvenlik bakış açısından ele almışlardı. Fakat buna dayalı bütün hazırlıkları ‘Arap Baharı’ dediğimiz gelişmelerle birden altüst oldu. Suriye rejimi ile karşı karşıya gelindi. İran rejimi ile Türkiye arasında Kürt özgürlük hareketine karşı kısmi bir anlaşma var gibi gözükse de, İran rejimi Kürt özgürlük hareketi ile ayrıca bir kısmi anlaşmaya vardı. İran için ABD müttefiki bir Türkiye’nin başında bir Kürt sorunu ile birlikte yaşaması daha tercih edilir bir seçenek. Suriye ile bütün ilişkiler çıkmaza girince Suriye ile Kürt özgürlük hareketi aynı hat üzerinde kaldı. AKP iktidarı aslında bambaşka bir güç dağılımı tablosuna göre hazırlanan askeri harekât projelerinden vazgeçemedi; çünkü bir kere savaş boruları çalınınca PKK de kendi birliklerini harekete geçirdi ve AKP’nin daha elverişli koşullarda başlatmayı düşündüğü askeri seferberliği ister istemez öne alması gerekti. Ve bugünkü çatışma tablosuyla karşı karşıya kaldık. Ben bu durumun her iki taraf bakımından da bir açmaz ifade ettiğini düşünüyorum. Çünkü AKP açısından askeri alanda kazanılacak herhangi bir zafer yok. “Sri Lanka” modeli denilen gerillaların tümden imhası tasavvuru dört parça Kürdistan gerçeği karşısında işlemez. Bu sürdürülemez bir projedir. Tamil Kaplanları’na karşı Sri Lanka orduları eninde sonunda bir ada devleti sınırları içerisinde imha operasyonu sürdürüyordu. Gerillaların geri çekilme sınırı Hint Okyanusu kıyılarında sona eriyordu. Buradaysa öyle değil. Dört arka cephe, dört de ön cephe var. Burada askeri başarı bence söz konusu değil; askeri anlamda sadece zayiat verdirilebilir. Ancak ben AKP’nin bu son askeri harekâtı dış ve savunma siyasetinden çok iç siyaset merkezli olarak kurguladığını bu savaş sahnesini Türkiye’deki değişim sürecini bir otoriter yeni rejimle taçlandırmayı mümkün kılan bir düzenleme için hazırladığını düşünüyorum. Olan biteni gözümüzün önüne getirelim. Genelkurmayın verdiği hiçbir rakamın somut bir karşılığı yok. Sıra yabancıların “body-count” dedikleri ceset saymaya gelince, ailelerine teslim edilenler ile Genelkurmay’ın rakamları birbirini tutmuyor.  Bir beyana göre “75 kişiyi tesirsiz hale getirdik” diyorlar. 10 bin kişilik bir askeri harekâtın sonunda 75 gerillanın “tesirsiz” kılınması askeri denklemde hiç değerindedir. TSK bu yeni hamle sırasında aslında genelkurmayın hükümeti tekzip ederek söylediği gibi “sınır ötesi” değil, bir iç harekât yapıyor. İçerde biteviye karşılıklı ölüm ve kayıplara yol açacağı için bu harekâtın sürdürülmesi AKP açısından çok güç. PKK açısından da sürecin bu şekilde devamı halinde derinleşecek etnik yarılmalar dolayısıyla aslında mükemmel bir formül olan demokratik özerklik projesini realize etmek mümkün olamayabilir. O zaman da topyekûn bir paradigma değişikliğine gitmek icap eder. Bu, Öcalan, PKK, HPG, DTK, BDP gibi çok çeşitli düzeylerde iş gören önderlik dinamiklerine sahip Kürt özgürlük mücadelesini uzun sürecek bir kafa karışıklığı dönemine itebilir. Bu da onlar açısından arzu edilen bir durum değildir. Bugün barış zeminini esasen Kürt özgürlük mücadelesi hazırlıyor.  Genellikle halklar arası kardeşliğin anahtarını elinde tutuyor. Bu anahtarı elinden bıraktığı zaman doğabilecek kaosu düşünmek bile istemiyorum: Kürtlerin yaşadığı bütün büyük kentlerde bir çeşit iç harp, bir çeşit Yugoslavya, Kürdistan’da bir çeşit Bosna-Hersek görüntüsü.  Bütün bu hercümerç sonunda bir çözüme kavuşsa da asla iyileşmeyecek derin bir yara açacaktır; işte eski Yugoslavya’nın halini göz önüne getirelim. Öcalan’ın projesi bundan kaçınmayı hedefliyordu. Devletin de görüşmeye değer bulduğu buydu. Şimdi Polis Akademisi’nin kurmayları bu projenin dayanıklılığını son sınırına kadar sınıyor. Umarım proje çökmez.

AKP hükümeti ile genelkurmay NATO’yu PKK’ye karşı müdahaleye çağırdı Afganistan’da Taliban’a benzer bir müdahaleyi de anımsatarak. Kürecikte yapılması planlanan nükleer kalkan da düşünüldüğünde bu çağrı nasıl bir yere oturuyor?

Çağrı hakikaten böyle mi emin değilim. Ama öyleyse, NATO hukuku bakımından tamamen geçersiz. Çünkü NATO üyelerine iç anlaşmazlıklar konusunda bir koruma sağlamıyor. NATO’nun da düşman addettiği bir güç tarafından saldırıya uğrayan üyelerini korumayı taahhüt ediyor. NATO’nun saldırgan ve emperyalist bir güç olduğunu şimdilik bir yana bıraksak bile NATO anayasası/sözleşmesinin 5. Maddesi NATO’nun düşman olarak algıladığı güçlerin saldırısına uğrayan bir üye ülkeye ötekilerin yardıma gitmesini öngörüyor. Türkiye ile Kürtler’in ilişkisi böyle değil. PKK mensupları büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları. Sonuç olarak Türkiye’nin kendi iç siyasetinden kaynaklanan bir iç çatışma ile karşı karşıyayız. Türkiye bu durumda olsa olsa Birleşmiş Milletler’i yardıma çağırabilir. Bu da hükümetin siyaseten iflas ettiği anlamına gelir. Kaldı ki, NATO’ya üye ülkelerin hemen hemen tamamı Türkiye’ye askeri anlamda zaten destek veriyorlar. ABD, Irak Kürt Federe Yönetimi ve Türkiye arasında 2007’de varılmış bulunan anlaşma uyarınca ABD Türkiye’ye istihbarat desteği veriyor ve bu desteği durmaksızın artırıyor. Geçtiğimiz günlerde ABD Büyük Elçisi açıkça Başbakanın uluorta yakınmalarına karşılık, “size her gün bir milyon dolarlık destek veriyoruz” dedi. Yine Almanya ve Fransa Türkiye’ye askeri araç, gereç, silah sistemleri ve malzeme desteği veriyor. Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni bir bütün olarak kapsam dışında tutuyor. Türkiye burada istediği kadar büyük askeri kapasite bulundurma hakkına sahip. Dolayısıyla hükümet uluslararası sistemden alabileceği kadar desteği alıyor. Dahası perde gerisinde de Türkiye bu ülkelerden istediği diğer destekleri de alıyor: ABD PKK’yi bir “terör örgütü” kabul ediyor. Daha geçenlerde belli başlı yöneticilerini “uyuşturucu kaçakçısı” ilan edip bütün hesaplarına el konulması kararını aldı. AB PKK’yi “terör örgütleri” listesine aldı. Peki, AKP daha ne istiyor? ABD’nin gelip bu meseleyi çözmesini, PKK ile savaşmasını mı? Eğer bunu istiyorsa o zaman tamamen başka bir yerdeyiz demektir. Ben çözüm için bir tek şey gerektiğini düşünüyorum: Askeri olmayan yollar. Aksi halde gidilecek yer tam bir bataklık. Kürt sorununu uluslararasılaştırmak ve askeri yollarla çözmeye çalışmak Ankara’nın da uzun vadede çıkarına olmayacaktır. Ama savaş uzadıkça bunun bedelini genç insanların kaybı ve nefret duygularının karşılıklı olarak yerleşmesiyle ödeyeceğiz ve bu çok daha ağır bir sonuç olacak. Van depreminde gördüğümüz gibi “iyi oldu evleri başlarına yıkıldı” türünden nefret söylemi başta olmak üzere her türden ırkçı fikirlerin üreyeceği bir gübrelik oluşacak.

Kürtlerin gönlünde de mukabil nefret duygularının yeşermekte olduğunu unutmayalım. PKK önderliğinin, BDP, DTK önderliğinin çok büyük çoğunluğu 1960’lardan, 1970’lerden bu yana Türkiye’deki sosyalist hareket, devrimci hareket, işçi hareketi, demokratik hareket içinden gelen ya da bu hareketlerle bağı olan bir kuşaktan. Fakat onların ardından gelenler bu kültürden değiller. Kürt özgürlük mücadelesinde yer alanların yeni kuşağın Türklerle mücadele arkadaşlıkları o kadar derin değil. Hatta bir kısmının gözünde Türk toplumu solcusuyla da sağcısıyla da gelecek vaat etmiyor. O yüzden elimizi çabuk tutmalıyız derim.

Malatya Kürecik’te yapılması planlanan NATO füze radar üssünün bölge ülkeleriyle ilişkiler ve Kürt sorunu bakımından nasıl bir anlam taşıdığını düşünüyorsunuz?

Kürt sorununu doğrudan etkileyeceğini sanmıyorum. Bu biraz jeo-stratejik bir tedbir. Kürt sorunun uluslar arası düzeyde bu kadar büyük bir düzenlemeyi gerektirdiğini düşünmüyorum. Kürt sorunu bağlamında Türkiye’nin özellikle İran’dan bulabileceği destekleri azaltan ve onu İsrail’e doğru yaklaştırarak AKP’nin iddialarını zayıflatan bir tedbir olduğu söylenebilir. Bu bence Türkiye’nin aslında ABD’nin rotasından ayrılmaya kalkışması için ödediği bir bedel olarak görülebilir. Ben bunu Kürt sorununu birinci elden etkileyen bir mesele olarak görmüyorum ancak bölgesel dinamiği etkilediği müddetçe dolaylı bir etki yaratacaktır.

İçerde ve dışarıda savaş diye özetlenebilecek bir dönem olduğunu söylemiştik. Önümüzdeki dönemde bu sürer mi yoksa yeni bir konsept değişikliği görünüyor mu sizce?

Türkiye hem içerde dışarıda sürdürülebilmesi mümkün olmayan bir çatışma siyasetini uzun süre benimseyemez. AKP’nin sonuçta gidebileceği yeri ve sınırlayabileceği gücü belirlemek için bütün bu girişimden bir sonuç çıkaracağını düşünüyorum. Bu askeri harekâtın yol açacağı ve açmayacağı sonuçlara bağlı olarak müzakere dönemine iade olabileceğimizi düşünüyorum. Tabii bu “u dönüşü” AKP için büyük bir siyasi fiyasko anlamına da gelir ve meclisteki diğer iki milliyetçi partinin göstermesi oldukça mümkün tepki karşısında AKP’nin gerilemesine de yol açar. Askeri harekatın sürdürülmesi ise mantıki sonuçlarına varmasa da büyük zayiatlara yol açacak olursa bunun AKP iktidarının çöküşüne kadar gidebileceğini söyleyebilirim. Öte taraftan çatışmanın PKK tarafından gerilla savaşı-haklı savaş metotlarının ötesine geçen sivillere yönelik saldırılarla sürmesi de sonuçta Kürt Özgürlük mücadelesine bugüne kadar edinmiş olduğu meşruiyeti kaybettirir. Dolayısıyla bu pat durumu sürecek gibi duruyor. Her pat durumu yeniden müzakere masasını işaret eder.

Burada Emek, Demokrasi ve Özgürlük blokunun gelişerek sürdürdüğü Halkların Demokratik Kongresi’ne çok büyük iş düşüyor. Türkiye’nin batısında haklar ve özgürlükler mücadelesine momentum kazandırabilirsek, ülkenin gündemini savaştan barışa ve haklara doğru çevirebilirsek o zaman müzakere masasına gidişi hızlandırmış oluruz. Bu açıdan ben yaptığımız en hayırlı işin bu olduğunu düşünüyorum. Bunun da güçlü bir odak haline gelebilmesi için biraz daha düzenlemeye, birlikte çalışmaya alışmak gerekiyor. O yüzden hala biraz vakte ihtiyacımız var ama elimizi çabuk tutmalıyız.