Halkların demokratik geleceği-III

‘Üçüncü Kutup’: Strateji ve taktik

Hiçbir seçim sonucu “paradigma”nın mihengi olamaz. Aslında “paradigma” tarihsel testi geçmiş, Türkiye ve Kürdistan’ın toplumsal ve politik topoğrafyasını çoktan değiştirmiştir, felsefecilerin dedikleri gibi, “tatlının kanıtı yenmesindedir.” Ama elbette hala tartışmamız gereken şeyler var: Henüz olmamışlarken, başımıza geleceklerin sezgisinin her dillendirilişinin partimizde bir “kuğu çığlığı” gibi kendi başına kalakaldığı dönemle hesaplaşmadan “paradigma”yı tasalluttan kurtarmamız söz konusu olmayacak.

Önceki iki bölümde tarihsel gelişmesi içinde HDP’nin doğuş ve gelişmesinin başlıca dinamiklerinin yapısal evrimini izlemiş ve “ortak hareketimiz”in HDP “formu” içinde günümüzde -özellikle 14 Mayıs seçimleri sonrasında- karşı karşıya kaldığı meselelerin politik anlamını yeniden çözümleme ihtiyacının birlikte giderilmesi konusuna gelmiştik.

Bu bağlamda HDP’nin üzerinde yükseldiği tarihsel ortaklığın başlangıçtaki stratejik anlamını bugün de koruyup korumadığını ve bu stratejik yönelişin icaplarının her dönüm anında gereğince yerine getirilip getirilmediğini, yani taktik hamlelerin uygunluğunu 2011’deki özgün tasavvur ışığında gözden geçirmek kaçınılamaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.

HDP’nin stratejik hedefi ya da amacı

HDP Tüzüğü’nün, programdan damıtılmış olan 1. Maddesi, “Partinin Tanımı” başlığı altında partinin özgün tanım ve hedeflerini yalın bir biçimde özetler: “[…] tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT[IQ+] bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi partidir.”

Alışılageldik, “azami-asgari program” ayrımlarını aşan, iktidar sorununa çoklu kriz dinamiklerini kapsayan “çoklu özne” kavrayışından hareketle yaklaşan program ve stratejisiyle HDP daha doğuşunda kendisini bir ezilenler koalisyonu olarak, özgün bir ittifak sistemi içinden ifade etmişti.

‘Üçüncü kutup’, ‘üçüncü yol’

HDP bu tanımdan hareketle, Programında kendisini Türkiye’nin genel siyasal topoğrafyasında ve güç tablosunda bizim “üçüncü kutup” diye geldiğimiz, daha sonra parti literatürüne “üçüncü yol” olarak da geçecek olan bir güç ayrışması tablosu üzerinde konumlandırdı: “Türkiye’nin baskı ve sömürüye dayalı sistemi, egemenlerin iki ana siyasal akımı tarafından sürekli olarak yeniden üretiliyor, buna karşı mücadele eden tüm toplumsal direniş odakları ise baskı altında tutuluyor. Bu durumu değiştirmek için süregelen mücadeleleri ve birikimi birleştirecek yeni bir adımı, Partimiz ile atıyoruz.

[…]

“Halkımız, egemenlerin dayattığı neoliberal ve anti-demokratik düzen içinde, Türk-İslam sentezci veya ulusalcı anlayışları tercih etmek zorunda değildir.”

HDP’nin başlıca taktik hedefleri

Tüzüğün “Amaç” başlığı altındaki 2. Maddesi de “demokratik halk iktidarı” stratejik hedefine giden yoldaki başlıca mücadele konularını, yani belli başlı taktik hedefleri sıralar. Bu stratejik ve taktik hedeflerin programda oldukları şekilde belirlenmesi ve sıralanması onların  önem sırasıyla ilgili değildir.

HDP’yi meydana getiren tüm bileşenler taktik hedefler için “ortak mücadele” hattının “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”ndan başladığı kabulünde birleşir. HDP siyaset zincirini kavramak açısından tutulacak ana halka budur. İki nedenle: Birincisi, “milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nın gerçekleşmesi Türkiye’de bir demokratik dönüşümün olmazsa olmazı iken öte yandan aynı tarihselliğin inkârının kendi aralarında sahici ve çok sert çatışmalara tutuşmalarına mukabil Türk devletinin otoriter laik ve otoriter dinci kutupları için ortaklaşa din, dil ve etnisite ile belirlenmiş bir yurttaşlık kavrayışı üzerinde yükselen devlet iktidarı ve egemenliğin “bekası”nın olmazsa olmaz olması -özetle rejimin “tekçi” merkezi doktrin ve uygulamalarının bertaraf edilebilmesinin siyasal rejimde köklü bir değişikliği zorunlu kılması dolayısıyla.

İkincisi, aynı sürecin öbür yüzünde de Kürdistan’ı yazılı olmayan bir “iç sömürge” statüsüne zorlayan Türk egemenlik rejiminin kaçınılmaz olarak Batı’daki Türk’e de otoriter ve proto-faşist bir rejim olarak dönmesi dolayısıyla  “milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı” konusunun yalnızca Kürtlerin değil, demokrasiye ihtiyacı olan herkesin asgari müştereği haline gelmiş olması -ya da bir diğer ifadeyle “başka bir halkı ezen bir halkın özgür olama[yacak]” olması nedeniyle.

Bu bağlamda HDP stratejisinin belirlenmesinde, devlet statükosunun dönüşümü bakımından, Kürtlerin büyük bölümünün “kendi kaderlerini tayin” için hangi yolu tutacakları kaçınılmaz olarak belirleyiciydi.

‘Demokratik çözüm’ün iki yolu

Öcalan, “Barış, Demokratik Çözüm ve Demokratik Ulus İnşası” başlıklı çalışmasında Kuzey Kürdistan’da “kendi kaderini tayin”in iki muhtemel biçimini  şöyle özetliyordu:

“Demokratik özerklik çözümü iki yolla uygulanabilir: Birinci yol ulus-devletlerle uzlaşmayı esas alır. Somut ifadesini demokratik anayasal çözümde bulur. […] Demokratik özerklik bu hakların temel ilkesidir. Bu ilkenin başlıca koşulları egemen ulus-devletin her türlü inkâr ve imha politikasından vazgeçmesi, ezilen ulusun da kendi öz ulus-devletçiğini kurma fikrini terk etmesidir. […] Kürtleri inkâr ve imha politikasıyla tamamlanmak istenen ulus-devletçilik, cumhuriyeti çözülüşün, devasa problemlerin, sürekli krizlerin, her on yılda bir başvurulan askeri darbelerin ve Gladio ile yürütülen bir özel savaş rejiminin içine çekmiştir. Türk ulus-devleti ancak tüm bu yönlü iç ve dış politikalardan ve rejim uygulamalarından vazgeçtikçe, genelde tüm kültürlerin (Türk, Türkmen kültürü de dahil), özelde Kürt kültürel varlığının demokratik özerkliğini kabul ettikçe, normal, hukuki, laik ve demokratik bir cumhuriyet halinde kalıcı barış, zenginlik ve refaha erişebilir.”

“Demokratik özerkliğin ikinci çözüm yolu”, diyordu Öcalan, “Ulus-devletlerle uzlaşmaya dayalı olmayan, kendi projesini tek taraflı pratikleştirme yoludur. Geniş anlamda demokratik özerkliğin boyutlarını hayata geçirerek, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını gerçekleştirir. Şüphesiz bu durumda bu tek taraflı demokratik ulus olma yolunu kabul etmeyecek olan egemen ulus-devletlerle çatışmalar yoğunlaşacaktır. Kürtler bu durumda ulus-devletlerin ister tek tek, ister ortaklaşa (İran-Suriye-Türkiye) saldırıları karşısında ‘varlıklarını korumak ve özgür yaşamak için topyekûn seferberlik ve savaş pozisyonuna geçmek’ten başka çare bulamayacaktır. Savaş içinde olası bir uzlaşma veya bağımsızlık sağlanıncaya kadar, öz savunmaları temelinde demokratik ulus olmayı tüm boyutlarıyla ve öz güçleriyle geliştirmek ve gerçekleştirmekten geri durmayacaklardır.”

HDP tüm bileşenlerin “Demokratik Çözüm”ü birinci yol üzerinden gerçekleştirmenin mümkün ve gerekli olduğuna yönelik ortak irade beyanı ve kabulün eseriydi. HDP’ye 2013-15 arasındaki “Çözüm ve müzakere” sürecinde de, 2015-16’dan bu yana süregiden “çöktürme harekatı”na karşı koyarken de yön veren, Öcalan’ın Kuzey Kürdistan ve Türkiye’yi topyekûn kuşatan koşullar bağlamındaki bu çözümlemesiydi.

‘Demokratik Çözüm’ün öznel ve nesnel koşulları

Ancak “demokratik özerklik” çözümünün gerçekleşmesi açısından HDP’nin yola çıktığı dönemden bugüne öznel koşullar hep aynı kalmadı. Devlet iktidarı ve halkların karşılıklı ilişkilerinin maddi doğasında kökten değişmemekle birlikte öznel koşullarda dramatik bir değişme oldu.

2013-14’te siyaset sahnesini aydınlatan merkezi ışık “Kobanê protestoları” ve “Gezi isyanı”nı izleyen gelişmelerin ardından karartıldı. Ocak 2015’teki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında Kobanê ve Gezi’den yola çıkılarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin “ayaklanmaya karşı koyma stratejisi ve doktrini çerçevesinde güncellenmesi”, bu bağlamda, “kurumlar ve sivil toplum örgütlerinin de görevlendirilmesi” öngörüldü. Özetle, devlet “demokratik çözüm”ün maddesini -Gezi ve Rojava dayanışması- “düşman” olarak kodlamış; “çöktürme harekatı”na yol vermişti. Egemen sınıf bir kez daha barışın maliyetinin savaşın maliyetinden daha yüksek olduğunda karar kılmıştı.

7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde Erdoğan “birinci yoldan ilerleme” kapısını kapattığını siyaseten de ilan etti. AKP 7 Haziran’da uğratıldığı siyasal yenilgiye, sahada savaşla ve siyasal alanda Kasım 2015’te AKP-MHP ittifakı ve “çöktürme harekatı”yla yanıt verdi. Merkezi hedefi HDP’nin tasfiyesi olan “çöktürme harekatı”, 15-20 Temmuz 2016 darbesiyle birlikte yeni rejim inşasının başlıca kaldıraçlarından biri haline geldi. Bu gelişmelerin siyasal sahneyi ve çözümün öznel koşullarını berhava ettiği aşikardı.

20 Mayıs 2016’da HDP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. 4-5 Kasım 2016’da Eş Başkanlar Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve TBMM Grup Başkan Vekili İdris Baluken’in aralarında bulunduğu 9 milletvekili tutuklandı.

HDP, amansız baskılar altında ama hep özgün kurgusuna ve program hedeflerine bağlı kalarak, yeni koşullarda kendisini yeniden tertiplemeye çabaladı. Eğer Kürtlerin özgürlük mücadelesi açısından bakılacak olursa, bu çabaların toplamını, değişen koşullar altında “demokratik çözümün öznel koşullarını” yeniden yaratmak olarak da tanımlamak mümkün.

Faşizmin kurumsallaşmasına karşı mücadele ve üçüncü kutup

HDP’nin 2023 Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uğradığı nispi kayıplar dolayısıyla doğal olarak başlayan tartışmalar esasen “değişen koşullar altında “demokratik çözümün öznel koşullarını yeniden yaratma” iddiasına odaklansa anlamlı sonuçlara varabilecekken itirazlar, “başarısızlık nedenleri” arasında sayılan “ittifak süreçleri”ne ve dönüp dolaşıp HDP’nin “üçüncü kutup”, “üçüncü yol” mevzilenmesinin yorumlarına dayandığı için -seçim konusunu şimdilik bir yana koyarak- bu itirazların gerçekliğinin HDP’nin özgün siyaset kurgusu açısından tartılması gerekiyor.

Bir itiraz kümesi, HDP’nin 2023 seçim taktiğinin -cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday göstermeyerek Kılıçdaroğlu’na destek ve TİP’in Emek ve Özgürlük İttifakı listesinden ayrı listeyle girmesine imkân vermek- esasen “üçüncü yol” mevzilenmesinin terki” anlamına geldiği tezi çevresinde toplanıyor.

Bu itiraz kümesinin yöntemsel açmazı apriori -önsel- olarak 2020 ve 2022 Kongre ve Konferanslarında karara bağlanmış olan “Demokrasi İttifakı”nın “Üçüncü Yol” mevzilenmesiyle bağdaştırılamazlığından yola çıkması.

Oysa 2022 Konferansı “En Acil Görev Demokrasi İttifakı” başlığı altındaki dönemsel taktik kararı herhangi bir seçim hesabına değil değişen sınıflar ve güçler mevzilenmesinin gerektirdiği faşizme karşı geniş bir ittifak ihtiyacına dayanıyordu: “[…]Demokrasi İttifakı, işçilerin, yoksulların, kadınların, Kürtlerin ve bütün ezilenlerin kendi tarihsel amaçlarına ve çıkarlarına ulaşmak için açık bir yoldan ilerleyebilecekleri bir yeni rejimin de kurucu gücü olmalarını sağlayacaktır. Kürtlerin kurucu ortağı olacakları böyle bir yeni düzende faşizm ve ırkçılık devletin cephaneliğinden tasfiye edilecek, toplum gerçek ihtiyaçları ve sorunları etrafında tartışma ve örgütlenme özgürlüğüne kavuşacak, büyük çoğunluğun ekonomik ve toplumsal kurtuluşuna doğru açık sınıf mücadelesi yolundan ilerleyecektir.

“Bu yeni siyasi rejim biçimi, HDP’nin Üçüncü Yol’unun kapsayıcı, kuşatıcı niteliğini toplumun tamamı için görünür kılacak, kitlelerin siyasal eğitimini gerçekleştirecek, halkı kendi kendisini yönetmeye hazırlayacaktır. HDP’nin Üçüncü Yol önerisi, ancak büyük toplumsal güçler demokrasi yolundan geçip kendi öz çıkarlarının bilincine vardıkça anlam kazanacağı için, HDP hem

Demokrasi İttifakının en enerjik bileşeni hem de bütün politik güçler arasında bu ittifaka en çok ihtiyaç duyan biricik sahici demokratik dinamiktir.”

İkinci itiraz kümesindeyse gene seçim sonuçlarından hareketle bu kez AKP-MHP iktidarı karşısında bir “demokrasi ittifakı” inşası çabaları kapsamında “merkez sol”a alan açmaya, “parlamenter rejim”in ihyası programıyla hareket eden “restorasyon kampı”nı bir dolaylı müttefik olarak konumlandırmaya yönelik taktiklerin esasen “iktidarla diyalog kapılarını kapatması” dolayısıyla Kürtlerin haklarının gerçekleşmesine dönük muhtemel fırsatların tepilmesi anlamına geldiğinde buluşan bir muhafazakâr koalisyonun oluştuğunu görüyoruz.

2020 Konferansı milliyetçilik ve muhafazakarlıktan beslenen muhtemel itiraz kümelerini henüz oluşum halindeyken belirlemiş ve şu değerlendirmeyi ortaya koymuştu: “[Üçüncü Yol] bir yandan Kürt halkının özgürlük mücadelesini Türkiye’de süregiden toplumsal kurtuluş mücadelelerinden, demokratik ve sosyalist güçlerden uzaklaştırmaya ve radikal bir kurtuluş programının önünü kapatmaya çabalayan ilkel milliyetçi eğilimlere; öte yandan Kürtlerin özgürleşmesine eşlik etmeksizin bir demokratik gelecek inşa edilebileceği yanılsamasını besleyerek, toplumsal ve demokratik muhalefet güçlerini Kürt özgürlük güçleriyle ‘aralarına mesafe koymaya’ çağıran sosyal şoven eğilimlere yönelik bir itirazdır.”

Bu faslı kapatırken bir kez daha vurgulamak gerekirse, hiçbir seçim sonucu Halkların Demokratik Partisi’nin kuruluş varsayımlarının, partimizdeki mutad jargonla söylenecek olursa, “paradigma”nın mihengi olamaz. Aslında “paradigma” tarihsel testi geçmiş, Türkiye ve Kürdistan’ın toplumsal ve politik topoğrafyasını çoktan değiştirmiştir, felsefecilerin dedikleri gibi, “tatlının kanıtı yenmesindedir.” HDP’nin siyasi ifadesi olduğu toplum kesimleri, başta Kürtler ve Kürdistan olmak üzere Türkiye’nin bütün ezilenleri yeraltından çıkıp toplum ve siyasetin merkezine yerleşmişlerse, bunun HDP’nin omuzları üzerinde yükseldiğinden kim şüphe edebilir.

Ama elbette hala tartışmamız gereken şeyler var: Henüz olmamışlarken, başımıza geleceklerin sezgisinin her dillendirilişinin partimizde bir “kuğu çığlığı” gibi kendi başına kalakaldığı dönemle hesaplaşmadan “paradigma”yı tasalluttan kurtarmamız söz konusu olmayacak.

Bu tartışmalar sürerken henüz Kasım 2021’de  “Doğru bir seçim ittifakı için…” başlığı altında yazdıklarımı not ediyorum.

“’Üçüncü Kutup’ halk iktidarı hedefinin, Türkiye ve Kürdistan’ın iç içe özgül tarihsel şekillenişi sürecinde üzerinde vücut bulmakta olduğu toplumsal-politik gerçekliğin ifadesidir. Bu kavram, siyasi partilerin milletvekili, cumhurbaşkanı ya da yerel yönetim seçimleri için kurdukları veya kuracakları ittifakları gerekçelendirmekte bir işe yaramaz. Bu bir mantık meselesi değil, tarih meselesidir. Toplum parlamentoya sığmaz. Üçüncü kutup, eğer toplumsal ölçekte, bir toplumsal kuvvet merkezi olarak oluşmamışsa, onun üzerine bir seçim ittifakı da kurulamaz. Halkın dediği gibidir: ‘Ne ekerseniz, onu biçersiniz.’

“Öyleyse, usulüne uygun bir seçim kampanyası için bile, rejimin halka saldırısına, faşizmin kurumsallaşmasına karşı bir toplumsal-politik mücadele ittifakına hava kadar, su kadar ihtiyaç duyulan, insanların seçmen olabilmek için dahi hayatlarını ortaya koydukları baskı ve şiddet koşulları altında değilmişizcesine, listeleri başa alan bir seçim ittifakı tartışması, neden bunca tumturaklı edebiyatı gerektirsin? Neden, tartışmamızın merkezine toplumsal bloklar, ezilen halklar, ezilen toplumsal cinsiyetler, ezilen sınıflar, sömürülen, horlanan, dışlanan, ihmal edilen bireyler ve toplulukların parlamentoya da yansıyabilecek bir toplumsal mücadele seferberliğiyle kuracakları bir demokratik halk ittifakının meseleleri değil de, parlamento aritmetiği problemleri yerleşsin.

“Madem her şey değişecek, geleceğin “ittifak meseleleri”ni siyaset tarzında bir devrim yaparak çözmeye başlamak için hala vakit var. Ama, cari siyasetin icaplarını yerine getirmekten öteye gidilmeyecekse, kendi sesimizin kırınmış yankısına maruz bırakılmamızın da kimseye bir yararı olmaz. Yanlış bir seçim doğru yapılamaz.”
__________________________________

Haftaya: Halkların demokratik geleceği-IV
“Kurtuluş yok tek başına…”

Yeni Yaşam, 30 Haziran 2023