“Bruce Lee performansı gerekiyor”

Mersin’deki seçim kampanyası sırasında Yücel Göktürk’ün Ertuğrul Kürkçü ile yaptığı, Express Seçim Özel Sayısı’nda yayınlanan söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

Çocuktan al haberi: Ertuğrul Kürkçü’ye lâkap takmışlar, “Bozo” diyorlar. Bir sempati, hatta sevgi sözcüğü Kürtçede. Aynı zamanda açık tenli çocuklara konan bir isim. İllâ Türkçeye çevirmek gerekirse en yakın karşılığı “Çakır”. Ayrıca, “yiğit” ve“ihtiyar delikanlı” diye çevirebileceğimiz anlamları var. Çocuklar “Bozo” lâkabı taktıklarına göre, Mersinliler Ertuğrul Kürkçü’yü Meclis’e gönderecek gibi.     

Söyleşi: Yücel Göktürk

Alfabeden başlayalım. “Emek, Demokrasi, Özgürlük” mü, “Emek, Özgürlük, Demokrasi” mi?

Ertuğrul Kürkçü: Resmî sıralama “Emek, Demokrasi, Özgürlük”. Ama bu sıralama yapılırken, üzerinde anlamsal değeri bakımından uzun boylu düşünüldüğünden o kadar emin değilim. Fakat bu üç kavramın olmazsa olmazlığı üzerinden kuruldu. Her zaman dilde olan “barış”ın burada eksikliği dikkati çekebilir, barışın ancak bunların hepsinin türevi olabileceğine dair bir ima da bence içeriyor. “Bunlar olmazsa, barış da yok” demek bence.

Birinci sırada emek; ondan ne anlamamız gerekiyor?

Bence bundan şunu anlamamız gerekiyor: Bu sürecin, aslında bu blokun yapısına, bileşenlerine baktığımızda, kimsenin gözünden kaçmayan bir asimetrik ilişki var. Kürt özgürlük hareketi bütün gövdesiyle orada ve kendisiyle beraber sürüklediği diğer Kürdistanî muhalefet de orada; Türkiye sosyalist hareketinin ise sınırlı bir kesimi ve işçi hareketinin ancak bunlarla ilintili olan kesimlerini ima ediyor. Buna rağmen, bu bileşimden ilk bakışta beklenemeyeceği şekilde emeğin başa geçmiş olması, Kürt özgürlük hareketinin giderek yüzünü kentlere, sola ve toplumsal kurtuluşa ve sosyal haklar meselelerine çevirdiği anlamına gelir ki, bu zaten çok zamandır hissetmekte olduğumuz bir dönüşümdü. Ben hareketin sözcülerine baktığımda, artan ölçüde, kendilerini solda ve sosyalist harekette bir eğilim olarak tanımladıklarını gözlüyorum. Selahattin Demirtaş’ın bunu televizyonda net olarak ifade ettiğini görüyorum. Bütün bunları Kürt özgürlük hareketinden sola yeniden bir “asılma” olarak değerlendirebiliriz.

Burada, “yeniden”in üzerinde biraz duralım, çünkü ’80 öncesi ayrı bir hikâye ama, ’80 sonrasında ilk yasal “Kürt partisi” Halkın Emek Partisi (HEP) adıyla kuruldu ve başkanı da bir sendikacı, Fehmi Işıklar’dı.

Evet. Çatışma ve mücadele esasen emeğin en örgütsüz kesimlerinde, hatta hiç örgütlenmediği, hatta emekçinin emekçi olduğuna dair şuurunun bile mevcut bulunmadığı bir bölgede cereyan ettikçe, kavga orada kızıştıkça, söylem, dikkat, öncelikler de değişti. Bu, aslında, Kürt özgürlük hareketi açısından kendi kökenini unutmaktan doğmuyordu. Fakat, hiçbir zaman sosyalist hareketin varlığı sebebiyle mücadeleye girmiş olmuyordu, kendi doğaları itibarıyla, kendi yaşadıkları alan itibarıyla, kendi hayat ve hakikatleri itibarıyla mücadeleye katılanların ağırlığı giderek arttıkça, kendi faaliyetini ona uydurmakla ilgiliydi. Şimdi peki bu eksildi mi? Bence eksilmedi. Bence bu büyük kitle hem eğitildi, hem kentlere göçertildi; dolayısıyla, iki ayaklı bir harekete dönüştürüldü. Bilinen rakam, son on yılda yaklaşık iki milyon civarında insanın esasen ekonomik olmayan sebeplerle bölgeden büyük kentlere göçertildiğidir. Bu insanlar şimdi bu şehirlerde emek stokunun en önemli bileşenlerinden birini oluşturuyorlar; elbette evvelden gelen göçlerle birlikte. Dolayısıyla, şimdi mücadele Türkiye’de kazanılacak ve bir yeni Türkiye kurulacak iddiası kuvvet kazandıkça, bunu kuracak olan ögenin emekçi karakteri giderek daha belirgin hale geliyor. Kaldı ki, bölgede de demokratik özerklik perspektifi çerçevesinde mahalle komiteleri, köy komiteleri, ilçe ve kent meclisleri etrafında biriken halkın kendi örgütlenmesi, doğası gereği, emek eksenli biçimleniyor. O çerçevede, emeğin öne geçmesi aslında en büyük bileşenin kendi emekçi tabiatını giderek kuvvetle kendi bilincinde hissetmesiyle ilgili. “Yeniden” derken, 1970’lerin sonunda, ‘80’ler başında teorik bir yönelişti; çatışma içerisinde, bölge halkının özsavunma faaliyeti içerisinde büyüdü ve şimdi Türkiye ölçeğinde büyük bir politik harekete dönüşürken kendi zeminini batıda da emekle özdeş biçimde kurması gerektiğini idrak etti. Bu tabii ister istemez Türkiye soluyla buluşma, Türkiye emekçi hareketiyle buluşma, sendikalarla, kitle örgütleriyle, sosyalist hareketlerle buluşma yönünde kararlı, bilinçli bir iradenin de ortaya çıktığını gösteriyor. Ama, tamamen değişmiş koşullarda ve değişmiş biçimde; eğer insanlar bugünkü muhatapları 1989’da bıraktıkları yerdedir sanacaklarsa, tamamen yanılacaklardır. Siyasette, diplomaside, kitle mücadelesinde ve yerel yönetimlerde çok yetişmiş, pişmiş, devletin ve toplumun hükümet hariç bütün düzeylerinde deneyim sahibi olmuş çok güçlü bir hareketten söz ediyorum. Bu hareketin şimdi aslında işçilere yanaşması gereken bir şey değil, işçi sınıfının bir kolu olduğunu düşünmek bence çok daha yerinde. Evet, kendisiyle beraber büyük bir vasıfsız emek kitlesini ve bir işsizler, emekçi köylüler kitlesini sürüklüyor, ama aslında emeğin bir kolu, Türkiye’deki ana kolu olduğunu hep varsaydığımız gücün önüne geçmiş durumda. Bence bu blokun özgün yanı ve emeğe verdiği önem burada, bununla ilgili.

Blokun adını “Emek, Özgürlük, Demokrasi” diye okuduğumuzda, “Emek artı Özgürlük, eşittir Demokrasi” gibi düşünebiliriz. Ama, “Emek, Demokrasi, Özgürlük” sıralaması, bugün demokrasi dendiğinde ilk akla geleni aşan, ucu açık, sınırı çizilmeyen, bugünkü tariflerle mahdut olmayan bir ufku içeriyor gibi geliyor. 

Buna ben de katılıyorum. Tabii önümüzdeki dönem bir de anayasa tartışması var. Anayasa tartışması için TÜSİAD teklifini yaptı; oldukça yaygın bir liberal benimsenmeyle karşılaştı. Fakat, öte yandan, Türkiye sermayesinin ağır topları bu kadarının fazla olduğunu düşündüler. Yine de Türkiye’de tartışmanın merkezine TÜSİAD’ın getirdiği öneri yerleşti; olay bunun etrafında dönecek, bundan mesafe alınacak ya da alınmayacak. Ya da hükümet bunun karşısına bir öneri koyacak. Bence bu blok ve etrafında toparlayacağı sinerji, bununla birlikte ortaya çıkacak bütün entelektüel ve politik dinamiklerle birlikte bir başka anayasa teklifi de getirecek. Bu tartışmada ayağını sağlam yere basma tedbiri olarak görüyorum emeği öne almayı: Demokrasiyi tanımlarken emekçinin özgürlüğünün olduğu yerden bakmak, sadece siyasî haklar değil, sosyal haklar zemininden bakmak, emeğin mücadelesi için elverişli bir demokrasi istemek, demokrasiye yaklaşırken sözü ve eylemi buradan kurmak, Kopenhag kriterleriyle yetinmemek, bunu aşmak yönünde bir perspektifi, eğilimi, yönelişi yansıttığını düşünüyorum. Şahsen böyle düşünüyorum. Ama bu sıralamayı böyle yapan ya da sözü böyle kuran diğer eğilimlerin de, başta BDP olmak üzere, buradan yaklaştığını görüyorum. Çünkü bunu demokratik özerklik tartışması sırasında yakinen gördüm ve liberallerin nasıl şahin gibi demokratik özerklik projesini gagalamaya çalıştıklarına şahit oldum. Aslında şuna saldırıyorlar: Demokratik özerklik projesi, kapitalist olmayan bir ekonomi tanımlamaya çalışıyor. Elbette böyle bir tanımlama, kendisine daha büyük bir çerçeve, demokratik Türkiye dediği çerçeve içinde de emek eksenli bir ortak arayacaktır. O nedenle, demokrasi ve emek arasındaki bağıntının anayasa tartışmaları bakımından bir çıpa olarak görülebileceğini düşünüyorum.

Emek-demokrasi ilişkisinden demokrasi-özgürlük ilişkisine gelirsek…

Hepimiz Marx’ın konuştuğu yerden konuşuyorsak, “özgürlükler âlemi, zorunluluklar âleminin ötesindedir” dediğine bakacak olursak, buradaki özgürlüğün komünizm demek olduğunu düşünmemiz icap ederdi, ama bence bu o değil. Bence buradaki özgürlük, Kürt özgürlük hareketinin neredeyse bir kod kelime haline getirdiği, Kürt kimliğinin, Kürt haklarının, Kürt varlığının herhangi bir pranga olmadan, herhangi bir etnik baskı ve zulüm olmadan gerçekleştiğini görmek anlamına geliyor. Dolayısıyla, burada Kürtlerin de özgürlüğünü aslında bütün toplumun özgürlüğüyle ve emeğin haklarıyla şartlayan bir bağlam kazanıyor. O nedenle, böyle bir süreçte, bir sonuç elde etmenin, Kürtlerin özgürlüğü bakımından bir sonuç elde etmenin, Türkiye’de hükümetin gittiği yoldan olmayacağını, statüko değişmeden, militarizmin tasfiyesi olmadan, yurttaşlık tanımı değişmeden gerçekleşmeyeceğini netleştiren ve özgürlük elde edilinceye kadar mücadelenin bu demokrasinin verdiği imkânlar da kullanılarak sürdürüleceğine dair bir işaret olarak okuyorum; zaten mantıklı olan da bu. Aslında, şimdi seninle beraber bunları düşününce, bu kelimelerin hiç de tesadüfen dizilmediğini görmüş de oldum. Nasıl dizileceği konusunda bir tartışmanın içinde olmamış olduğum için bunu sonradan bulmuş olduk. Gidip soracağım, neyi düşünerek bu şekilde koymuşlar. Bu yaptığımız bana mantıklı bir açıklama gibi geldi.

Epeydir yazılarında, konuşmalarında “üçüncü kutup”, “üçüncü cephe” çağrısı yapıyordun. Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku, çağrısını yaptığın “cephe”ye denk düşen, onunla buluşan bir oluşum mu?

Örtüşüyor, matematikte dendiği gibi, kesişim kümeleri… Bir kesişim var, hayli geniş bir kesişim var. Fakat, fark da var. Öcalan bunu bir demokratik ulus bloku olarak da formüle ediyor. Bu konuda politik ve felsefî formülasyonlar daha çok ondan geliyor… Bu formülasyon, benim kastımla nispeten farklı. Fakat, bir yandan da örtüşüyor, örtüşen yanı şu: Ben “üçüncü kutup”tan söz ederken, daima bunu hâkim, geleneksel, iki büyük sermaye ya da egemenlik kutbu etrafında Türkiye’yi saflaştıran genel siyaset dokusuna meydan okuyan, onu yaran ve aşan bir güç yığınağı olarak görmüştüm. Bu blok da aslında aynı şeyi söylüyor. Fakat bu, daha çok bir yeniden kuruculuk ekseninde, Türkiye’yi yeniden bina eden bir varsayıma dayanıyor. Benim geçmişte yaptığım öneri daha ucu açık bir öneriydi; bir yeni rejim bina etmekten çok, devrimci birikimi amaçlıyordu. Daha doğrusu, şöyle söyleyeyim: Bir sosyal kurtuluş momenti olarak görüyorum ben bunu. Bunun neyle karşılanacağı hakkında bir şey şimdiden söylemiyor idim. Burada dört temel dayanak görüyorum: Biri, başlı başına ve hepsini örten bir sosyal kategori olarak işçi hareketi; ikincisi, Kürt özgürlük hareketi; üçüncüsü, Alevîlerin ve diğer ezilen inançların; dördüncüsü ise kadınların ve LGBTT bireylerin kurtuluş mücadelesi. Bunlar hakikaten tarihsel kurtuluş hareketleri ve hiçbiri kapitalizmle çatışmaksızın edemez. Böyle olunca, onların mücadeleleri üzerinde yükselen bir yeni kutup ve onların temsilcisi ve sözcüsü olan yeni odak yaratma meselesi az çok bir sosyal devrim meselesiyle örtüşür idi. Bugünkü bloka baktığımızda, bunu yeterince konuşmadık, ama eminim herkes benim gibi düşünüyordur, kimi sektörlerin bu açıdan eksik olduğunu görebiliriz. Kadın hareketi burada Kürt kadın hareketi kadar temsil ediliyor, Türkiye sosyalist hareketi ne yazık ki erkekleriyle girdi adaylık sürecine. Gerçi, Muğla’da ekolojist bir kadın arkadaşımız var. Kadın kurtuluş hareketi ve genel olarak kadın muhalefetinin temsil ve katılım düzeyi bakımından Kürt özgürlük dinamiği ölçüsünde güçlü olmadığını hepimiz söyleyebiliriz. Alevî dinamiği sürece hemen hemen yansımıyor denebilir, bunun nedenleri konusunda çok ayrıntılı konuşabilecek durumda değilim. Emek de sosyalist hareketin imâ ettiği kadar. Fakat, bütün olarak bu blokun hitap alanında bunların tamamı bulunduğu için, doğrusu bu süreci, blokun kendini tamamlaması, bunu bir parlamenter mekanizmayla güçlendirmesi, sonra sürdürmesinden oluşan süreğen bir durum olarak görüyorum ve o nedenle “bugün yaptık, yarın kurduk” olmayacağı gibi, bu seçimle de sınırlı değil. Eskiden de biz “bu seçimle sınırlı değil” diye çok söyledik. Ama bu sefer hakikaten seçimle sınırlı değil.

Blokun bileşenlerini bir gözden geçirelim mi?

Blokun merkezinde ve bütün hareket kapasitesini oluşturan bir değerde Barış ve Demokrasi partisi var; daha doğrusu, Kürt özgürlük hareketi, daha da doğrusu Kürt halkı var. Kürt özgürlük hareketi ve Kürt halkı arasındaki bağlantıların her yıl, her dönem daha yükseldiğini görüyorum, gözlüyorum. “Kürt milleti” olmayabilir, fakat “Kürt halkı” derim. Zenginler, korucular, burjuvazi, sermaye sahipleri, hükümetle iş tutanlar olmayabilir, fakat yoksul ve ezilenlerin büyük bir bölümü burada yer alıyor. Kürt özgürlük hareketi ya da bloktaki ifadesiyle BDP olarak alacak olursak, BDP’nin süreci yönlendirme, muhataplarını, müttefiklerini sürece katma bakımından çok olgun bir siyasî grup olduğunu düşünüyorum. İkinci unsur ise, çeşitli bileşenleriyle beraber Türkiye sosyalist hareketi. Türkiye sosyalist hareketinin özellikle Kürt meselesinde açık bir biçimde Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını –ayrılma dahil– kabul eden ve bunu programına içeren kesimleri burada yer aldılar. Almayan bir-iki grup var, onlara da haksızlık olmasın, onlar daha çok blokta kendilerini ifade sorunları ya da blokun kendilerini kapsama, içerme sorunları dolayısıyla blok dışında duruyorlar, ama bu blokta yer alanların aşağı yukarı tamamı daha önceki bloklarda da yer almışlardı. ‘95’ten beri emek eksenli ya da demokrasi eksenli bloklar yapılıyor. Fakat, her geçen yıl biraz daha güçlenmiş değil, biraz daha güçlerini yitirmiş olarak bu sürece katıldılar. Şu an İstanbul’da ve büyük sanayi kentlerinde, Ankara’da, Kürt özgürlük hareketiyle birlikte mücadele içerisinde kendilerini yeniden kurabileceklerini düşünüyorum. EMEP’in burada özgün bir yeri var, EMEP sürece başında dahil değildi; Çatı Partisi tartışmaları sırasında çekilmişti, son anda sürece yeniden dahil oldu. Levent Tüzel bunun nişânesi olarak İstanbul 3. bölgeden seçime girecek. Onun dışında, Sosyalist Parti ve Sosyalist Demokrasi Partisi var, bu partiler uzun yıllardır Kürt özgürlük hareketiyle beraber yer alıyorlar. Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), Türkiye Gerçeği, biz (Sosyalist Gelecek Parti Hareketi)… Çok uzun yıllardır bir ittifak siyaseti sürdürüyoruz, bu dönem Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Köz katıldı, Devrimci İşçi Partisi bir dönem yoktu, bu sürece dahil oldu. İşçi Kardeşliği Partisi Zeki’yi (Kılıçarslan) HAS Parti’ye kaybettikten sonra sorunlu bir dönemlerinde süreçle ilgilendiler ve bloktan çekildiler. Sosyalist Birlik Hareketi zaten Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Parti, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi ve TÖP’le birlikte bir yeniden kuruluş çabası da yürütüyor; dolayısıyla, onlar bu sürecin içerisinde doğal olarak varlar. Bence bu süreçte yer alanlar şaşırtıcı değil. ESP yeni bir dinamik olarak vardı, kendini ifade etme ya da dilediği gibi konumlanamama sorunları yüzünden dışarıda yer aldı. Ama, bence bu blok blok olmaya devam ettikçe onlar da bu seçim tartışması haricinde burada yer alacaklardır. Türkiye solunun şimdiki bileşiminden buraya katılabileceklerin büyük çoğunun katıldığını düşünüyorum.

ÖDP?

ÖDP’yi beklerken Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) geldi, son anda sürece katıldı.

EDP ile eksikliğinden söz ettiğin Alevî dinamiği ilişkisi nasıl?

EDP’nin Alevî dinamiğini temsil ettiğini düşünmüyorum. Öyle bir durum başlangıçta vardı ama, bildiğim kadarıyla, o güçlerin hepsi tartışmalar sırasında parti oluşumundan çekildiler. EDP’nin katılımı, özellikle Kürtlerin haklarını öngören bir anayasa ve siyasî düzen tartışmasında, onların yanında yer almaktan kaçınmamayı ifade eder. Bu tabii Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) bir bölümü aslında, geçmişte Ufuk Uras’la birlikte hareket eden kesim. Fakat, Ufuk Uras EDP’de yönetici bir rol almıyor, tabii henüz halledilmemiş bir şey var orada. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) de bloku desteklediğini beyan etti. DSİP ve EDP açısından anayasa oylamasında takınılmış olan tutum bakımından izah gerektiren bir durum var ama, o kesimler BDP ile yaptıkları müzakereler üzerinden blokla eklemlendikleri için bu konu yeterince tartışılmadı. Ama tartışılmayı bekler, çünkü bu sorularla muhatap olduk. Şimdilik bunları bir kenarda bırakıyoruz. Fakat, başka vesilelerle de söylemiştim, anayasa oylamasında takınılan tavrı taktik olarak önemli buluyorum. Ve burada yapılan yanlışların bize, bir bütün olarak sosyalist harekete bir faturası olmuştur, ama bunun sosyalistliğin bir ölçüsü haline getirilebileceğini düşünmüyorum. Burada bir taktik hata, bir taktik sapma var. Blok dışındaki kimi partiler için bu hayat memat meselesidir, AKP’li olup olmama meselesidir. Bu işlerin bu kadar dolayımsız olduğunu düşünmüyorum.

“Taktik hata, taktik sapma” dedin. Aynı zamanda bir etik mesele de yok mu?

Var ama, netice olarak, böyle değerlendirmeye başlayacak olursak, mesela “referandumda ‘evet’ diyenler bir daha sosyalist saflara dönemez” diyeceksek, bu tartışmanın bir de “hayır” kutbu var; kimilerine göre de “hayır” demek böyle bir problemdir. Ben bu eğilimlerin ne oy vermiş olurlarsa olsunlar sosyalist hareketler içinde eşit miktarda olmasa da belli ölçüde dağıldığını düşünüyorum. “Evet” diyenlerin içinde “hayır” demek isteyenler vardı, “hayır” diyenlerin arasında boykot etmeyi düşünenler vardı, boykot edenler arasında oldukça önemli, hatırı sayılır “hayır” ve daha az sayıda “evet” oyları vardı… Ama politik hareketler karar aldılar, yürüdüler. Biz de (SGPH) boykot kararı aldık, bu karara arkadaşlarımız uydular, ama bir kısmı hayır demenin daha doğru olduğunu düşünmekten de vazgeçmedi. Dolayısıyla, onlar bunu kuvveden fiile çıkaramamışlar diye ben onlarla ilgili herhangi bir hüküm vermiyorsam ya da ben kuvveden fiile çıkardım diye onlar bir hüküm vermiyorsa… Tabii “evet” oyu böyle bir şey değil, çünkü o kısmen AKP hegemonyasına da “evet” demekle ilgiliydi.

Ayrıca, “evet” diyenlerin çok büyük bölümü “evet” demekle kalmadı, “hayır” ve “boykot” diyenlere karşı şiddetli bir kampanya yürüttü, “boykot” diyenleri kısmen, “hayır” diyenleri toptan en ağır sıfatlarla itham etti. Ezcümle, solun hemen her kesimine “küfreden” bir kampanyaydı.

Evet diyenlerin bir bölümü sola küfretmedi. EDP böyle bir tavır takınmadı. Üstelik, “yetmez ama” diye bir şart da koymadı. Ben de tabii DSİP’in ve onunla birlikte hareket edenlerin bu süreci bu bakımlardan Taraf’la kurmuş oldukları ittifak, anlaşma doğrultusunda yürütüşlerinin etik bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu özel durumu bir yana bırakırsak, sonuçta referandumda farklı farklı tavırlar takınmış olan politik hareketlerin bir bölümünün Emek, Demokrasi, Özgürlük Cephesi diye başladığı iş sonra blok diye adlandırıldı. Buraya daha çok BDP ile temasları üzerinden gelenlerle birlikte bir seçim bloku oluştu. Bu, adı üzerinde, bir seçim bloku; daha doğrusu, seçimler sürecinde oluşmuş olan blok. Kalıcı mı olacağı, daha uzağa mı gideceği seçimde gösterilecek performans kadar, siyasî süreci okumayla ve yeni tavırlar geliştirmeyle ilgili. Demin dediğim gibi, siyasî tarih içinde taktik anlarda farklı tavırlar takınmış olanların yeni bir durumda bir araya gelip birlikte mücadele edemeyeceklerine dair bir tabuya sahip değilim. O yüzden, bunu sürdürebiliriz ve sürdüreceğiz de. Nitekim bu insanların YSK yasağı ortaya çıkar çıkmaz hemen hızlıca bir refleks verip sokağa çıktıklarını da gördük. Dolayısıyla, liberal ittifaka mensup iseler oradan alıp buraya taşımak iyi bir şeydir, niçin kuvvet o tarafta kalsın, bu tarafa gelsin. Ama, olmuş olanların da müzakeresini, otokritiğini yapmak icap eder.

Seçim sürecinde blokun kampanyasında neler öne çıkacak?

İster istemez hem baskın sorun hem de baskın güç dolayısıyla Kürt meselesinin çözümüne yönelik perspektifler ve buradan çıkan talepler sistemi en önde olacak. Demokratik özerklik, yüzde 10 barajının kaldırılması, siyasî af, Öcalan’ın serbest bırakılması veya tutsaklık koşullarının hafifletilmesi talepleri çok önde olacak. Ancak bu taleplerde tabii batıya doğru geldikçe –ki bu Kürdistan’da insanların böyle talepleri yok anlamına gelmiyor– baş çelişki yer değiştiriyor, sosyal haklar meselesi de giderek öne çıkmaya başlıyor. Kaldı ki, AKP’yle mücadelede bölgede de sosyal haklar meselesinin oldukça önemli olduğunu pek çok insan teslim ediyor. “O nüfusun gelenekçi kesimleri, dine verdikleri önem dolayısıyla, bu bloka değil, başka partilere oy veriyorlar ve bundan en çok AKP sebepleniyor”; böyle bir şey yok. “Demokratik çözüm çadırı”nda insanlarla konuşuyorum, orada hocalar var, beni din sahibi yapmaya çalışıyorlar. (gülüyor) Ama onlar hareketi destekliyor, bir de üstüne bunu istiyorlar. Zaten hayat budur, hareket budur, biz oraya doğru gidiyoruz diye düşünen pek çok seçmen var. Bunlar toplantılara geliyorlar, gözlerini budaktan esirgemiyorlar ve üstelik şimdi Tayyip Erdoğan’ı tam karaciğerinden darbelemeye başladılar, çünkü “Cuma namazlarını senin imamlarının arkasında kılmayacağız, sen onlara anti-terör hutbeleri verdiriyorsun. Biz evlâdımıza terörist dedirtmeyiz. Kendi namazımızı da kendimiz kılarız. Zaten İslâm’da da resmî imam diye bir şey yoktur” diye bir protesto sürdürüyorlar. Bu kesim muhalefet dinamiklerinin arasına çoktan katılmış durumda. Ama bunlar tabii BDP’ye oy veren ya da hareketin genel çekim alanında duranlar. Bir de durmayanlar var. Benim gördüğüm kadarıyla, durmayanlar arasında, bir, burjuvazi var, AKP’nin yarattığı yeni piyasalar, yeni iş imkânları, devlet ihalelerinden pay almak isteyenler. Bir miktar Kürt özgürlük hareketinin devrimci tabiatından rahatsız olan ve daha mutedil bir statüko arayışı içerisinde olanlar var, vs. vs.

Geçenlerde Taha Akyol bir TV programında şu cümleyi birkaç kere tekrarlayarak o bakışı gayet veciz özetledi: “Aşırı politizasyon, girişim ruhunu öldürüyor.”

(gülüyor) Özellikle Ensarioğlu’nun AKP’den adaylığına ve referandum sırasında “evet” diyen Diyarbakır sermaye sınıfına baktığımızda sınıfsal bir ayrılık görüyoruz. Fakat, oy veren kitle açısından bunlar başka şeylere tercüme oluyor. Mesela, mezhepsel farklılıklara, gelenek-modernlik gerilimine, dindarlık-dinsizlik gerilimlerine… Ama BDP’nin seçim listesine daha önceden beklenmediği şekilde Altan Tan’ı, Şerafettin Elçi’yi, Esat Canan’ı alarak sınıf ayrımından doğan gerilimlerin bu geleneklere tercümesinin de yolunu kesmeye çalıştığını gözlüyorum. Bence çok akıllıca hamleler bunlar.

Demin bahsi geçen programda Taha Akyol ve diğer konuklar BDP ve Kürt hareketi için birkaç kez “Stalinist” nitelemesini kullandı, “Stalinist kafa”, “Stalinist yapı”, “Stalinist zihniyet”… Aynı esnada bir başka programda Altan Tan’ın, Şerafettin Elçi’nin adaylıkları değerlendiriliyordu.

Ben bu hareketin de Stalinist olduğuna dair hiçbir ipucu görmüyorum. Burada söz konusu olan, kimi kritik durumlarda “emir demiri keser” vaziyeti ise, bir savaş hali içinde yaşadığımızı herkesin hatırlaması gerektiğini söylemek isterim. Blok’ta iç içe çalışıyoruz, dolayısıyla gözlemlerimi aktarabilirim. BDP’nin, Kürt özgürlük hareketinin içinde yer alan çeşitli eğilimler ve sektörler –yani kadın alanı ile emek alanı ya da genel olarak politik alan arasında– pekâlâ farklılıklar doğabiliyor, bunları açıkça tartışmaktan kimse sakınmıyor. Her eylemden sonra bir değerlendirme, eleştiri, özeleştiri yapılıyor… Öte yandan, tahliller, öneriler, durum değerlendirmelerinde farklı çizgiler ortaya konabiliyor. Fakat, liderliğin üstünlüğü var, ama o da tartışmadan uzak değil. Mesela, AKP veya CHP’de, özellikle Baykal döneminde şunun olmuş olduğunu hiç hatırlamıyorum: Abdullah Öcalan İmralı’dan bir beyanda bulunmuştu, bunu BDP yöneticilerine sorduklarında, Gültan Kışanak, “Abdullah Öcalan öyle düşünüyor, biz böyle düşünüyoruz” demişti bütün kamuoyunun önünde. Stalinist hareket böyle olmaz. Bir kere bence hareket çok-merkezli; bunun içerisinde alanlar var, fikir akımları var, sosyal güçler var ve bunun sağlayabileceği kadar esnek ve çoğulcu. Ama Öcalan’ın liderliği konusu soruluyorsa, bunu kimse tartışmıyor ve belki bunun tartışılmaması bu hareketin sigortası da. Görüş ayrılıklarının dağılmaya yol açmaması, merkezkaç dinamiklerin önünün kesilmesi bakımından bunun belirleyici bir rol oynadığı açık. Öte yandan, hareketin liderliğinin kendi başına aşamayacağı başka pek çok sosyal, kültürel arkaplan, geçmiş, düşünce kalıpları, davranış alışkanlıkları vs. ile birlikte işleyen bir hareket bu. Bence burada, ideolojiden ziyade, kültürel ve tarihsel arkaplana dayandırmamız gereken birçok mesele var ki, bunlar Türkiye siyasetinin tamamında gördüğümüz, kendisini üreten şeylerdir. Kaldı ki, bir hakimiyet mücadelesinden söz edilen her yerde, hakimiyetin öyle değil de böyle olması gerektiğini tartıştığımız her yerde, tartışma esasen bir hakimiyet tartışması olduğu için, sanki bir mutlak özgürlük tartışması yapıyormuşuz ve burada da en saf özgürlüğü Taha Akyol temsil ediyormuş gibi olmasını bir gülümsemeyle karşılayıp geçelim. (gülüyor)

Blok’un asgarî hedefleri neler?

İki temel kavram bence bu sürecin politik ufkunu belirliyor: Demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik. Demokratik özerklikten başladı bu tartışma ama, ben Öcalan’la 1994’te Şam’da konuştuğumda da onun hedef diye koyduğu “demokratik cumhuriyet”ti. Fakat bu demokratik cumhuriyete Kürt halkının nasıl eklemleneceği konusu o gün o kadar formüle edilmiş değildi. Bugün bu formülasyon anlaşılabilir bir çerçeveye kavuşmuş durumda. Demokratik özerklik, birincisi, toprak tartışmasını bir kenara atıyor, varolan sınırları temel alıyor. Üniter devlet tartışmasını da aslında bir tarafa atıyor, çünkü demokratik özerkliğin mevcudiyeti devletin üniterliğini tartışan bir şey değil. Bir tane Türkiye Cumhuriyeti olur, bunun içinde farklı idarî, siyasî mekanizmalar işler; Fransa, İtalya, İspanya gibi üniter devletlerde de pekâlâ bu meseleler çözülüyor. Dolayısıyla, demokratik özerklikten anlaşılan şey Kürtlerin özyönetimi, kendi kendilerini yönetmeleri; kendi kaderleri hakkındaki kararı böyle vermek istiyorlar. Tabii böyle bir demokratik özyönetimci mekanizmanın otoriter, reaksiyoner, tekçi bir ortak devlet içinde cereyan etmesi mümkün olamayacağına göre, bu gelişme ister istemez Türkiye Cumhuriyeti’nin de demokratizasyonunu gerektiriyor. Yurttaşlık tanımından başlayarak, bütün unsurlarıyla birlikte yeni bir anayasa ihtiyacını ortaya koyuyor. Elbette bu ikisi savaşın da son bulmasının imkânları olarak beliriyor. Demek ki kalıcı, sürekli ve barışa doğru götüren bir ateşkes, demokratik özerklik, demokratik bir cumhuriyet anayasası en temel talepler. Bunların içinde gerçekleşecek olan bir genel siyasî af ve hakikatlerin araştırılması, savaş suçlarının cezalandırılması bunları takip ediyor. Fakat bu, hepimizin gördüğü gibi, esasen bir siyasî program; iktisadî ve sosyal haklar bakımından meseleyi ele aldığımızda, Blok’un henüz etraflıca bir program ortaya çıkarmış olduğunu söylersem yalan olur. Blok’un ilk açıkladığı deklarasyonda da bu mevcut değildi. Fakat, Blok’a hâkim olan en önemli unsurlardan biri, siyasî bir demokrasinin kaçınılmaz olarak iktisadî ve sosyal bir demokrasiye dayanması gerekeceği; dolayısıyla, emek haklarını merkeze alan, emek eksenli bir demokratik sürecin siyasî hakların temelinde yer alacağına dair net bir kanaat var. Bu bir anti-kapitalist ittifaka dönüşür mü? Benim gördüğüm kadarıyla, bu kapı açık olmakla birlikte, bu ittifakın bütün unsurları bu perspektifi henüz benimsemiş değiller. Bence bir yandan ittifak yürürken bir yandan da bu tartışma devam edecek. Ama ittifakın başına koyduğumuz emek kavramının orada durmaya devam etmesi demek, emek eksenli bir bakış açısının sürece hâkim olacağı demektir. Fakat, demin de dediğim gibi, kristalize olmuş bir talepler listesi halinde ifade edilmiş bir ekonomik ve sosyal program olmadığını biliyorum. Bunun, her bir adayın kendi mensup olduğu hareketin içinden geliştirdiği iktisadî ve sosyal tezleri ortaya atmasının önünde bir engel olmadığını da biliyorum ve ben kampanyayı sürdürürken bunlara dayanacağım. Fakat şunu asla aklımızdan çıkarmayacağız: Türkiye’nin tamamında bu ittifaka rengini verecek olan şey demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik, savaşın son bulması ve Kürt sorununun çözümüdür. Bu aslında bütün Türkiye’de, bütün politik ve iktisadî aktörlerin karşısında bulunan temel mesele olduğu için, burada herhangi bir şeyi ertelemiş veya ötelemiş olmuyoruz.

Ama, gölgede kalmış bir şeyin de önü açılmış oluyor…

Tabii ki. Bu savaş meselesi, Kürt meselesinin çözümsüzlüğü sorunu gündemden kaldırılmadıkça ya da gündemin gerilerine itilmedikçe, Türkiye’deki etnik gerilim çözülmedikçe, Türkiye’nin her yerinde işçi sınıfının içinde yer alan bütün kesimlerin ortak derdi olan kimlik ve inanç meseleleri yakıcılığını kaybetmedikçe, işçi sınıfının bütün ögelerinin sermayeye karşı ortak hareketinin, ekolojist taleplerin sermayenin karşısına büyük bir blok olarak dikilmesinin, işçi hareketinin birliğinin sağlanması neredeyse imkânsız görünüyor. Bugün Türkiye’de neresinden bakarsak bakalım, işçi sınıfının bir sektörü bir tarafa giderken, öbür sektörü başka bir tarafa gidiyor. Ve ancak 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a onları mücadele alanlarında bir arada görüyoruz. Siyasî haklar, siyasî mücadele söz konusu olduğunda, KESK bir tarafta, TÜRK-İŞ bir tarafta, DİSK bir tarafta kalıyor. Bunun önünün açılması çok büyük ölçüde bu çatışmanın son bulmasıyla ilgili.

Söz konusu iki ayaktan daha kritik olanı demokratik özerklik gibi duruyor. Demokratik cumhuriyet talebi, en azından tartışma düzeyinde daha kolay kabul görebilir. Ama  demokratik özerklik peşin hükümlü bir dirençle karşılanıyor. Sağdaki direnç şaşırtıcı değil, tuhaf olan sosyalist kesimlerde buna soğuk durulması. Halbuki Fatsa gibi bir deneyimin varlığı tam aksi yönde bir tutumu çağırmıyor mu?    

Ben bunun en önemli nedeninin, Kürt hareketinin karşısında yer almaktan ziyade, orada olduğu gibi bir özerklik dinamiğinin kendi kendine buralarda işlememesinden doğduğunu düşünüyorum. Bu konuyu çok uzun zamandır kafamda evirip çevirmeye çalışıyorum ve bunu düşündükçe şunu görüyorum: Başka bir bölgesel dinamik Türkiye’de bazen mesela iktisadî olarak çalışıyor, ama sosyal, kültürel olarak kendi kendini yönetme, merkezden bağımsızlaşma, özerkleşme ve bir karar verme hakkı talebi bu kadar kuvvetli hissedilmiyor. Tabii bu, politik çalışmayla da ilgili. Kim eşlik edebilir? “Onda pişsin, bize de düşsün” kim diyebilir diye baktığımızda, alttan gelen bir itki görmüyoruz. Oysa orada geleneksel olarak da çalışan bir mekanizma vardı, bu şimdi yeni, modern ifade kalıpları buluyor. Ama mutlaka bunun çok fazla olması da gerekmez, bir bölge olabilir, geri kalanlar iller olarak pekâlâ sürdürebilirler durumu. Benim gördüğüm, Türkiye solunun aklını meşgul eden meselelerden biri, genel olarak küresel sermayenin yaygınlaşması ve hakimiyetini pekiştirmesi bakımından yerel özerklik dinamiklerini çekip çevirmeye çok teşne olmasından kaynaklanıyor. Mesela, bugün İstanbul belediyesinin borcu, Türkiye’nin toplam dış borcunun önemli bir kısmını oluşturuyor. Öte yandan, asgarî ücrette esneklik sağlamak ve Türkiye’nin farklı yerlerinde yerel asgarî ücretin farklı olabileceği, kimi yerlerde asgarî ücretin çok düşük, sermayeye yönelik gelir vergisi ya da kurumlar vergisi oranlarının çok düşük olması ve böylelikle sermaye akışının önünün açılması yönündeki hem Dünya Bankası, IMF, hem hükümet taleplerinin sonucunda bu özerkleşmenin aslında işçi sınıfının aleyhine bir sonuç verebileceği kaygısı da var. Bunun tamamen yersiz bir kaygı olmayacağını düşünüyorum. Ama özerkleşmeyle sosyalist hareketin gelişmesi, anti-kapitalist muhalefet bir arada gittiği zaman, bu pekâlâ tersine, çok olumlu bir sonuç da verebilir. Bu, mücadelenin tayin edeceği bir şey. Ben bu iki kaygının rol oynadığını düşünüyorum. Birincisi, kimle eşlik edeceğiz; böyle bir hareket yok ki? İkincisi, öyle olursa, o zaman sermayenin hareket alanı genişlemez mi? Biz burada hükümetin ensesine çullanıp bir şey yaptırıyoruz, bu parçalanırsa, daha geriye düşmez miyiz?

BDP’nin önerisi kaç bölgeye dayanıyordu?

BDP 24-25 bölge önerisi getirdi ama, orası biraz müphem kaldı. Birden akla geldi ki, bu 24-25 bölge Avrupa Birliği ile girilen yeni iktisadî ilişkiler çerçevesinde kalkınma ajansları için oluşturulmuş olan bölge planları çerçevesinde. Bence kalkınma ajansları da 24-25 bölgeyi tesadüfen bulmuyor. Birbirlerine benzer, birbirleriyle yakın, birbirleriyle ilişkilendirilebilir iktisadî ve sosyal özellikleri olan kentlerden oluşan bölgeler tasavvur ediyorlar ama, sadece bununla kalmıyor. Kamu kaynaklarının dağıtılmasını kamu denetiminden ve merkezî yönetimden uzaklaştıran bir tasarruf hakkını da oluşturulan yeni otoritelere devrediyor. Tabii bu henüz işlerliğe girmedi Türkiye’de ama, gelişme halindeki bu plan bu açıdan da insanları ürkütüyor. Türkiye solu meseleye daha çok iktisadî hak ve çıkarlar açısından, ekonomist yaklaşıyor; Kürt hareketi ise siyasî hak ve çıkarlar açısından, siyasî yaklaşıyor. Burada bir öncelikler farkı oluştu. O yüzden, bir şüphe var. Bir de tabii başından beri konuştuğumuz eşitsiz gelişme; orada sosyal ve politik olarak muazzam bir mesafe katedilmiş durumda, bu tarafta ise çok usul usul gelen bir durum var ve bir talep de yükselmiş değil. Ama ben mutlaka şöyle olması gerekmediğini düşünüyorum, Kürdistan’da demokratik özerklik olması için illâ buna mümâsil diyelim ki bir düzine daha bölge olması şart değil. Orası pekâlâ özerk bölge olabilir, burada illerin her biri kendi iç işleyişlerinde özerk hale gelebilir, illâ bölgesel özerklik olması gerekmiyor.

Eşitsiz gelişme dedin ya, bu aynı zamanda lokomotifi de olabilir demokratik özerkliğin Türkiye’nin her yerinde…

Haklısın, evet, buradan başlar ve devam eder… İllâ her şeyin aynı zamanda olması gerekmiyor. Bence, şu pekâlâ olabilir: Bu talepler oluştukça, bunlara cevap verileceği bir hüküm olarak anayasada yer alabilir ve bu şartlar meydana geldikçe, yeni özerk bölgeler oluşturulur ya da yeni özerklik biçimleri ortaya çıkabilir. Esası, halkın kendi kendini yönetmesi; bence mesele budur.

“Demokratik özerklik” için Mersin gibi “serbest bölge”li yerleri “pilot bölge” ilan etmek  güzel bir gerilim yaratmaz mı? 

Doğru tabii. Madem öyle, orayı da biz yönetelim. (gülüyor) Pekâlâ buna meydan okunabilir, bunu henüz yeterince etüt etmediğimi de söylemem lâzım ama, burada böyle bir mesele var ve sonuç olarak Türkiye solunun aslında bu temel meseleler üzerinde düşünmesini de teşvik ettiği için bence önemli; illâ hemfikir olmak zorunda değil kimse. Fakat, bu mesele gündemdedir. “Gidin iller idaresinin mevcut durumuna geri dönün” denemez. “Vali merkezden atansın, belediye başkanı valinin seçilmiş memuru olsun…” Bunlara bir çare bulunacak. ÖDP kurulurken, aslında bunların pek çoğu konuşulmuştu, ÖDP’nin programında yer alıyordu, valilerin seçimle gelmesi, zorunlu askerliğin kaldırılması… Bir şey değişince, her şey değişir; ben öyle düşünüyorum. Bir kere o rotaya girdiğin zaman, ordunun kuruluşundan tut da maliyenin idaresine kadar her şeyin bir arada elden geçirilmesinin gerekeceği yeni bir dönemin kapısı açılacak mı? Bu seçim bunu söyleyecek bize.

Biraz Mersin’den konuşalım. Adaylığın henüz çok tazeyken bianet’teki söyleşide şöyle diyordun: “Mersin ideal bir bileşimi oluşturuyor. Türkiye’nin en önemli sanayi işletmeleri var, sanayi ve ticaret sektörünün örgütlü olduğu, tarımsal sanayinin ve turizmin yaygın olduğu, dolayısıyla yoğun işgücü kullanılan ve işgücünün çok hoyratça sömürüldüğü bir yer. Bu yüzden emek mücadelesi bakımından yüksek bir profili var. İkincisi, çok yoğun Kürt göçü aldı burası. Türk, Kürt ve Arap Alevîleri burada önemli bir bileşim oluşturuyor. Kadın hareketi burada çok uyanık. Üniversite dolayısıyla hatırı sayılır bir aydın gücü var. Bütün bunların toplamı olarak baktığımızda Mersin, nispeten düşük nüfuslu, fakat yoğun bir mücadeleyi kapsayan, zengin bileşimli, çok kültürlü, çok kimlikli bir yer. Örnek bir mücadele çizgisi oluşturmak bakımından, daha şanslı bir yer doğrusu düşünemiyorum. Türkiye’nin bütün çelişkilerinin buluştuğu bir yer burası.”

Son üç-dört gün neler yaptığımı anlatayım ve bu söylediğim doğru mu, yanlış mı, bir yere oturuyor mu, ona bakalım. YSK’nın veto kararını kaldırdığını açıkladığı gün, BDP’nin etkin olduğu üç-dört ilçede bunu kutlayan toplantılar yaptık. Fakat her seferinde beni başka bir hitaba, aynı şeyi başka türlü ifade etmeye zorlayan kitlelerle karşılaştım. Yüzde 90’ı Kürttü hitap ettiklerimin. Fakat, Akdeniz ilçesinde başları tülbentli kadınlar; Toroslar ilçesinde, İstanbul’da gördüğümüz genç kadınlardan hiçbir şekilde ayırt edemeyeceğimiz genç kadınlar; Yenişehir ilçesinde lise ve üniversite öğrencisi gençler… Her birinde aynı halkı ve farklı sosyal dokuları gördük. Son dört gün dört taziyeye, üç düğüne ve bir paskalya ayinine katıldım. Taziyelerin her biri başka sebeplerle, biri trafik kazası, diğeri BDP üyesi bir kişinin başka bir devrimci harekete mensup kızı Tunceli’de çatışmada ölmüş, onun taziyesiydi. Bir diğeri kalp krizinden ölmüş birinin taziyesiydi. Birinde, bütünüyle politik bir atmosfer; öbüründe, aslında politik olmakla birlikte daha çok gündelik sosyal hayata dair konuşmalar… Düğünlerin biri son derece yoksul bir düğündü, ötekisi gösterişliydi. Ama her birinde, her şeyden evvel, muazzam bir coşku hâkimdi. 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece, paskalya yortusu; İtalyan Katolik Kilisesi’ne gittik. Orada da Mersin’in Hıristiyan Arapları ve başka gayrımüslimler vardı. Bu insanlarla o insanlar arasında hiçbir hayat bağı yok gibi görebilirsin ama, hepsi aynı belediyeyi büyük bir kuvvetle destekliyorlardı. Rahip de “mazlumların belediyesinin yanında olmamız gerektiğini” duanın arasında söyledi. Ertesi gün, çeşitli çatışmalarda hayatlarını kaybetmiş ya da suikastlerde, işkencehanelerde öldürülmüş insanların anısına bir toplantı yapıldı Akdeniz Belediyesi’nin önünde. Orada insanlara seslendim. Aynı gün, Devrimci Liseliler’in toplantısı vardı; oraya gittim. Orada da üniversite giriş sınavı yolsuzluğu ve gençliğin yeniden örgütlenmesi… Son gün, “68’liler Ormanı” diye bilinen büyük bir orman var, orada yemek vardı; eski tüfekler, yeni tüfekler, onların çocukları… Orada da başka bir hava var. Arada bir telefon geldi; ben 19 yaşındayken, Mersin’in Gülnar ilçesinin köylerinde nohut üreticilerinin isyanlarına destek olmak için gitmiştik. O zaman babasının evinde misafir olduğumu söyleyen, o zamanın çocuğu, şimdi kocaman bir adam, bana telefon ediyor, “bizim burada üç oyumuz var, babam hastanede, yardımcı olursanız, bu üç oyumuzu düşünürüz” diyor. (gülüyor) Bunların hepsi iki-üç gün içerisinde oldu. Tabii bu arada birkaç radyo konuşması, sokakta esnafla karşılaşma… Nihayet İstanbul’a geldiğimde, şunu da fark ettim, pekâlâ hepsiyle başa çıkılabiliyor; meğer oluyormuş. Bu benzemez gibi görünen süreçleri hep alttan alta belirleyen bir dinamik var ve en önemlisi, hakikaten bir özgürleşme talebini her yerde görebiliyorsun; hak etmediği gibi yönetildiği düşüncesi herkeste çok yaygın; ve nihayet, adil ve eşit olmayan bir üretim ilişkileri süreci içerisinde yaşandığı konusunda kimsenin şüphesi yok. O zaman, bunları bağdaştırmak o kadar zor olmuyor. Fakat, şunu da eklemem gerek: Daha karşı cephe henüz dişlerini göstermiş değil, bakalım onlar dişlerini gösterdiklerinde ne olacak? Onu da göreceğiz. Şimdilik şehri yönetenler YSK krizinin bu şekilde atlatılmış olmasından memnun gözüküyorlar; “daha fazla kıyamet kopmadan bunu atlattık” diye derin bir nefes almış durumdalar. Ama, uç sağın neler yapabileceğini henüz görmedik, çünkü MHP’nin CHP’den daha çok milletvekili çıkarabileceği konuşuluyor. Oradan 11 milletvekili çıkacak. Benim şimdilik bir tatlı değerlendirme gibi gördüğüm şey, “11 milletvekilinin birini çık, geri kalan 10’u nasıl dağılacak?” diye konuşuluyor. Dört, dört, iki mi; dört, üç, üç mü; üç, dört, üç mü olur? Dördü MHP alabilir deniyor. CHP ikinci, AKP üçüncü parti Mersin’de. Ama, hepsi yer değiştirebilir gibi gözüküyor. Fikirlerin, kavramların, durumların çok iç içe  geçtiği bir yer. Mesela, nükleer santrale karşı büyük bir tepki var. CHP tabanı da hakikaten karşı, çünkü onlar çocuklarının ve kendi hayatlarını düşünen insanlar. Ama CHP genel başkanı “biz nükleer enerjiye karşı değiliz” diyor. Al sana kocaman bir kırılma. Dolayısıyla, onlar oylarını oraya mı versinler, buraya mı? Herkes ötekine oy verebilir duruma gelmiş. Bizim durumumuz şu açıdan sabit: Biz olduğumuz yerde duracağız, kendi adresini bulamamış sosyalist ve muhalif oylar bu sefer bir adres bulduklarını düşünecekler. Bunun için çaba göstereceğiz.

2009 yerel seçimlerinde Mersin’de 94 bin oy çıkmış DTP listesine. Milletvekili seçilebilmen için ne kadar oy alman gerekiyor? 

Barajlı dont denen sistem dolayısıyla, seçime katılım oranı ve birinci, ikinci, üçüncü parti arasındaki güç ilişkisi seçilme rakamını belirliyor. Ama 75-80 bin arası oy bir milletvekili çıkarmak için yeterli gibi görünüyor. DTP’nin 2009 yerel seçimlerinde solla ittifak halinde elde etmiş olduğu sonuç konsolide edildiği zaman, bir sorun olmaz gibi gözüküyor. Bu tabii iyimserlik aşılıyor ama, hayal kırıklığına uğramamak için üzerine yatmamak gerektiğini düşünüyorum. Ama Mersin’de genel olarak seçilmiş gözüyle bakıyorlar bana. Ben hiçbir şeyin bu kadar otomatik olmadığını, karşı hamleler olacağını ve bunları boşa çıkarma becerimize bağlı olarak durumun değişebileceğini aklımda tutuyorum. Burada verilecek bir demokratik mücadele sınavı Türkiye’de pek çok şeyin kapısını açar. Bu kapı açılmasın isteyenlerin de bu kapıyı kapalı tutmak için pek çok şey yapacağı beklenir. Vatansever Kuvvetler Güçbirliği denen muzır teşkilâtın karargâhı burası. Bütün Türkiye’yi bir bayrak harekâtı altına sokan ünlü 1 Mayıs bayrak provokasyonu burada oldu. Dolayısıyla, burada ekmek aslanın ağzında. Oy kullanma ve sayma sürecini bir kenara bırakacak olursak, burası böyle bir yer.

Dolayısıyla, çok da iyi bir mücadele alanı…

Tabii, o açıdan bizim için de cazip. Zaten hiçbir yerde armut piş ağzıma düş durumu yok. Burası bir Bruce Lee performansı bekliyor… (gülüyor)

Bianet’teki söyleşide, “öğrenci liderliğinden milletvekilliği adaylığına gelmek size ne hissettiriyor?” sorusuna şu cevabı veriyorsun: “Bu saatte öğrenci liderliği yapamayacağıma göre, yapabileceğim işler arasında bu da var. Bunu lâyıkıyla yapabilirsem, genel olarak hayatımın amaçlarına bu sefer de böyle bir zeminden hizmet etmiş olabilirim. Önemli olan, sosyalizmin sözünün hep sürmesi.”

(gülüyor) Evet, önemli olan bu.

Dolayısıyla, 12  Haziran’da söz Meclis’e giriyor…

Girecek. Tabii ki kuru kuruya bir sosyalizm propagandasını kimse kaldırmaz, ben de kaldırmam. Ama insanların hayatları uğruna mücadele ettikleri şeyler için mücadele ettiğini ortaya koyabilir, bunları anlamlı bir programa bağlayabilir ve bunun varması gereken yerin eşitlik ve özgürlük âlemi olduğuna onları ikna edebilirsen, bunun adının sosyalizm olması herkes tarafından kabul görüyor. Adana’da, Tayfun Talipoğlu’nun “Seçim Kervanı”nda bir tartışmaya katıldım; orada bir kere daha tanık oldum, yerel düzeyde: İktidar partisi adayı, iki muhalefet partisi adayı, ben, bir de iki gazeteci –bir yerel, bir de Hürriyet’ten Tufan Türenç… Hiçbirinin söylemini ötekinden ayırmak mümkün değil. Hepsi esasen piyasanın geliştirilmesi üzerinden konuşuyor, her biri hayatın ebediyyen böyle devam edebileceğine dair derin bir inanca sahip. “Bir dakika ya, sosyalizm diye de bir şey var” deyince bütün sahne birden dağılıyor; karşında dilsiz kaldıklarını görüyorsun. Eskiden, Sovyetler Birliği varken kolaydı, onun çarpılmış bir sureti üzerinden anti-komünizm sürdürülebiliyordu. Ya şimdi? Hakiki sorunlar söz konusu olduğunda, hiçbiri ağzını açıp parasız ve eşit yüksek öğrenim diyemiyor. Halbuki sokaklarda mücadele eden YGS mağdurlarının sorununu çözecek tek anahtar bu. Dolayısıyla, bunun açık bir karşılığı var. Bu söz kuru kuruya “sosyalizm iyidir” değil. Piyasadan doğan bütün sorunların hakiki karşılıklarının bir sosyalist kurtuluş perspektifi içerisinde vücut bulabileceğine dair ikna edici bir mücadele vermek… O nedenle, her yerde söylüyorum: Bugünkü aktüel çelişkiler içerisinden bakarsak, Kürtlerin özgürlüğü için mücadele etmeyen bir sosyalist olamaz; her sosyalist mutlaka bunun için mücadele etmek zorundadır. Bunu bir burjuva mesele olarak bir kenara koyduğu andan itibaren, o halka bir daha asla nüfuz edemeyeceğini, bir Kürt emekçisiyle asla bir dil kuramayacağını idrak etmesi gerekir. Tıpkı, YGS mağduru gençler için mücadele etmeyince, Tekel işçileri için mücadele etmeyince de kimseye sosyalist denmeyeceği gibi. O nedenle bunun içinden kurmak zorundayız sözü ve bu söz hep sürmeli. Bir lise öğrencisiyken, Mehmet Ali Aybar’ın sözünü benim için cazip kılan, onun sosyalizmden söz ediyor olması değildi, bütün öteki hâkim sınıf vaatlerinden kendisini ayıran bir dile sahip olmasıydı. Sözüne “İşçiler, köylüler, marabalar, ırgatlar, kardeşlerim” diye başlayan bir adamdı. O zaman sadece radyo vardı, radyodan bu ses geldiği zaman durup dinlemeden edemezdin. Buydu o sözü sürekli kılan. Sonradan “ha, bunun dediği sosyalizmmiş” diye öykü devam etti. Dolayısıyla, burada da bilmediğimiz hiçbir şeye, yeni bir icada gerek yok; bildiğimiz yoldan devam edeceğiz. Ve bu söz sürecek.

Express Seçim Özel Sayısı, 2011