Bağdat’ta “antikürt pakt” arayışı

Erdoğan ve Fidan’ın Kürtler üzerine kurulu “iç ve dış politikanın birliği doktrini” çerçevesinde Kürtlerin Türkiye iç politikasında HDP ile kazanmış oldukları büyük siyasal hareket kabiliyeti karşısında, özellikle 2024 yerel seçimleri öncesinde -yani önümüzdeki altı yedi ay boyunca- Kürtlerin özgürlük mücadelesinin diktatörlüğün psikolojik harekatının hedefi haline geleceğine kuşku yoktur.

Eski MİT Başkanı, şimdiki Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Irak seyahatinde kurduğu söylem ve dillendirdiği politik perspektifler, Ankara’nın önümüzdeki dönem Kürt ve Kürdistan siyasetinin evrimi bakımından dikkate değer ipuçları sunuyor.

Fidan’ın MİT Başkanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na gelişinin herhangi bir bürokratik görev değişikliğinden fazlası olduğunu söylemek büyük bir feraset gerektirmeyebilir. Tayyip Erdoğan’la aynı siyasi misyonu ve devlet anlayışını paylaşmanın ötesinde 15 Temmuz 2016 darbesinin önünü açarak 20 Temmuz OHAL ilanıyla başlama vuruşu yapılan Erdoğan darbesine meşruiyet ve siyasal mobilizasyon kabiliyeti kazandıran figürün Fidan olduğu herkesin bildiği sır.

Fidan’ı emsallerinin önüne çıkartan özelliği, Erdoğan gibi ve belki Erdoğan’dan da çok dış politikayla iç politikayı iç içe yürütmenin zorunluluğuna dair anlayışı ve bu bağlamda Kürtlerin, eski Osmanlı hakimiyet alanında “dört parça”ya yayılmış varlığının rejim açısından yalnızca bir sorun değil aynı zamanda bir imkân da olabileceğine dair dinamik kavrayışı olmalı.

Kürt Sorunu’na müzakereler yoluyla çözüm arayışı bağlamında en önemli girişimlerden biri olan 2010 “Oslo Görüşmeleri”nden sızan ve otantikliğinden şüphe edilmeyen kayıtlar, Erdoğan ve Fidan arasındaki ilişkilerin derinliği kadar yürüttükleri “operasyon”un gerisindeki siyasal zihniyet haritasının dinamikliğini yeniden hatırlamak bakımından yeterli ipucu sunuyor.

Dolayısıyla, Fidan’ın Bağdat’ta “mevkidaşı” Fuad Hüseyin’le görüşmenin ardından Kürtlerin özgürlük mücadelesine yönelik olarak ileri sürdüğü ve Irak’a paylaşmayı teklif ettiği çerçeveyi ciddiye almak için nedenimiz var.

Fidan ortak basın toplantısında şöyle diyor:

“Emperyal güçlerin maşası haline gelmiş olan PKK terör örgütüne karşı Iraklı kardeşlerimizin mücadelesini her seviyede destekliyoruz.

“Ayrıca kendilerinden dostluk ve kardeşlik gereği PKK’yı resmen terör örgütü olarak tanımalarını bekliyoruz.

“Biz, ismi ne olursa olsun ister PKK, ister DEAŞ, Irak’ın toprak bütünlüğüne, siyasi birliğine kasteden, Iraklı kardeşlerimizin istikrar ve refahına göz diken, insanlık suçu işleyen her türlü terör örgütüne karşı mücadelede Irak ile birlikte çalışmaya hazırız.”

Hakan Fidan’ın çizdiği kıyamet tablosuna göre, “DEAŞ ve ‘emperyal güçlerin maşası haline gelmiş olan PKK’” arasında kalakalmış, neredeyse dağılma eşiğinde ve “PKK ile her seviyede mücadele halinde” olması gereken Irak’ın Dışişleri Bakanı’nın yanıtı gene de hayli “cool” kalmış.

Fuad Hüseyin mevkidaşına “Irak Anayasası’nın hiçbir yabancı silahlı yapının Irak’ı komşu ülkelere karşı saldırı yeri olarak kullanmasına izin vermediğini ve kendilerinin de anayasayı uygulama konusunda kararlı olduklarını” vurgula[makla] yetinmiş.

Fuad Hüseyin, “emperyal güçler” konusuna hiç girmediği konuşmasında, doğrudan doğruya ABD istilasının bir ürünü olan Irak statükosu üzerinde yükselen yeni Irak Anayasası’na atıfta bulunurken “ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor” sözünü dilinin ucundan uzaklaştırmak için epeyce terlemiş olmalı.

Fidan’ın konuşmasının ikinci faslındaki, ticaret, su kaynaklarının paylaşımı, petrol boru hattının işletilmesi gibi hiç de daha az önemli olmayan konuları, birinci fasıldaki güvenlik taleplerinin yerine getirilmesiyle koşulladığını Fuad Hüseyin’in de elbette anladığı, ama anlamazlıktan geldiği söylenebilir.

Fidan’ın ziyareti sürüyor. Kendisi için hazmedilmesi zor bir paradoks olsa da, “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”yle görüşeceği sonraki aşamada Erbil’den de benzer taleplerde bulunacağını öngörmek kehanet sayılmaz. Fidan’ın ilişkinin Süleymaniye ucunu ise seçimler öncesinde henüz MİT Başkanı’yken Kubad Talabani’yle Ankara ziyaretinde bağlamaya çalıştığını biliyoruz.

Fidan’ın Irak temaslarını ve girişimlerini, Bakanlığı’nın ve şahsen kendisinin  Erdoğan ve Esad’ı Suriye’de masaya oturtma yönündeki çabalarıyla bir arada göz önüne aldığımızda rejimin aklının şu stratejik hedefle meşgul olduğunu saptamak mümkün: Ankara  Kuzey Kürdistan’dan yükselen direnişten kurtulmak, Kuzey’in öncü gücünü tecrit etmek ve bu maksatla Kürtlerin Batı ve Güney Kürdistan’daki milli imkan ve kabiliyetlerinin Kuzey’e yönelmesine set çekmek üzere Irak ve Suriye devletlerine ekonomik ve siyasal menfaatlerle dengelenecek yenilenmiş bir anti-Kürt pakt önermek üzere zemin yokluyor.

Buradan iki sonuç üretilebilir. Birincisi, Ankara’nın Kuzey’deki direnişi yok etmek üzere Kuzey’in Batı ve Güney Kürdistan’daki varlık ve etkisini kendi askeri gücüyle yok etme taktiği (veya stratejisi) sınırlarına ulaşmıştır. 2023 başlarındaki bütün abanmalara karşın, Batı’yı askeri istila girişimlerinin önünün bölge devletleri ve uluslararası toplum arasında oluşan zorakî mutabakatla kapatılmış, Güney’e yönelik hava saldırılarının ise meskûn alanlarda sivil halka yönelik acımasız katliamlara dönüşmesi üzerine Bağdat ve Erbil’in sert protestoları karşısında sınırlanmış olduğu hatırlanırsa, uluslararası koşulların bu taktiği artık elverişsiz kıldığı düşünülebilir.

İkincisi, bununla birlikte Kürtler’in komşu devletlerdeki statüsüzlüğü, ya da varolan statütünün egemenler arasındaki mutabakatlara dayalı oluşunun yol açtığı kırılganlık Ankara’yı yalnızca Irak ve Suriye merkezi devletlerine değil, Güney ve Batı Kürdistan’da Kürtler arasındaki anlaşmazlıklara yönelik olarak da Erdoğan’ın tabiriyle “Diplomasinin tüm imkanlarını, sert ve yumuşak güç unsurlarının tamamını kullana[bileceği]” yeni yönelişlere sevk etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında, önümüzdeki günlerde, Irak ve Suriye’de sürülen diplomasi tarlalarından elde edilen ürünün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a sevki için hummalı bir faaliyetin gündemde olacağını öngörebiliriz.

Bunun pratik iması şudur: Ankara, özgürlük hareketinin Kürdistan’ın bütün parçalardaki devrimci ve demokratik kazanımlarına karşı, yalnızca merkezi devletlerin askeri ve diplomatik önlemleriyle (PKK’yi, SDG’yi, YPG ve YPJ’yi ve YPŞ’yi “resmen terör örgütü ilan etmek”, Ankara’nın işaret ettiği güçlere “düşman hukuku” uygulamak vb.) yetinmeksizin bu kazanımlardan rahatsız gelenekselci ve tutucu güçleri Kürdistan’ın devrimci ve demokratik güçlerine karşı mevzilendirmek üzere Türkiye sınırları ötesinde psikolojik harekat için kolları sıvamıştır ya da yakında sıvayacaktır.

Erdoğan ve Fidan’ın Kürtler üzerine kurulu “iç ve dış politikanın birliği doktrini” çerçevesinde Kürtlerin Türkiye iç politikasında HDP ile kazanmış oldukları büyük siyasal hareket kabiliyeti karşısında, özellikle 2024 yerel seçimleri öncesinde -yani önümüzdeki altı yedi ay boyunca- Kürtlerin özgürlük mücadelesinin diktatörlüğün psikolojik harekatının hedefi haline geleceğine kuşku yoktur.

Elbette, bütün parçalardaki özgürlük dinamiklerinin kendi tarihsel süreçleri ve kendi gelecekleri uğruna mücadeleleri var, ancak Ankara’nın önceliği Kuzey’in önünü kesmektir. Dünyada ve bütün bölgede diktatörlüğün inşası ve iktidarın bekasını özgürlük düşmanlarının uluslararası koalisyonunda arayan bir rejimin Dışişleri Bakanını elinde çantasıyla diyar diyar dolaştıran, Kürtlerin, özgürlük mücadelesinin geliştiği her yerde alternatif, kuşatıcı ve kapsayıcı bir demokratik güç merkezi oluşturmaları gerçeğidir.

Fidan’ın takip ettiği uluslararası stratejinin içeri dönük her adımı, ister istemez Kürt halkını diğer halkların demokratik ve özgürlükçü dinamikleriyle buluşturan siyasal yürüyüşünü kesintiye uğratmaya, HDP’nin temsil ettiği demokratik kurtuluş seçeneğini tecrit ve yalnızlaştırmaya yönelik olacaktır.

Rejimin “Türkiye Yüzyılı” vizyonunun Kürtler’e dönük kısa dönemli bölgesel izdüşümü bundan ibarettir.
___________________________________________
Yeni Yaşam, 24 Ağustos 2023