“Adı Sabo, kara bir oğlan”*

 “Sabo”yu da Kızıldere’deki evde kuşatılan bütün devrimcileri de bu “ölüm kalım kavgası”na -hiçbir askeri taktik veya stratejik anlamı kalmış olmasa bile- dahil eden devrimci ahlâkiyattı; 12 Mart askeri diktatörlüğüne karşı açtıkları ayaklanma bayrağının arkasında durmanın vicdani ve manevi bütünlüklerini korumanın biricik imkanı olduğuna dair kavrayışlarıydı.

Van Denizinde Gevaş’ta

Adı Sebo, kara bir oğlanla

Yine görüşelim deyip ayrılıyoruz

Gördüğü her basılı kağıdı yutmaktan

Biraz dalgın

Halkını sevmekte özyazgılı

Alıp başını gittiğini duyuyorum

Tokada

Kızıl gelincikler açan derede

Toplu ölümlerle öldürülüyor

Şimdi her parçası bir dağda

Her parçası bir dağda

Gülten Akın

Sabo” 30 Mart 1972’de Kızıldere’de yanıbaşımda can veren 10 yoldaşımızdan biri. Ama devrimci yazınımızda sanki hiç yaşamamış, hiç bu dünyadan geçmemiş, geçtiği yerlerde izler bırakmamış; gülüşü, somurtuşu, soluk alıp verişi, umutları, kaygıları, yaşadıkları, yaşayamadıkları hiç kimseyi ilgilendirmemiş, hayatını feda ettiği an dışında bu evrende hiç var olmamış gibi…

Doğrusu yüzeysel bir bakışla “hiçleşme” gibi görünen bu şeyde 1968’in devrimci hareketine damgasını vuran “feda” maneviyatının devrimci bireyi ve onun bireyselliğini toplum, topluluk uğruna reddetmekle neredeyse özdeşleşmiş bir ahlâkiyatla elele vermiş olmasının büyük payı var. “Sabo”nun kendine ait yaşam öyküsünün bütün “şehitler”in kolektif kimliği içinde eriyip gitmiş olmasının o kuşağın ve onu takip eden kuşağın kendilerine ve kuşağı oluşturan bireylere bakma biçiminin de bir sonucu olduğunu görememek, dilin ucuna hemen geliverdiği şekilde bir “vefasızlık” eseri olarak görüp geçmek de hem bu kuşaklara hem de onların içinde müstesna bir yere sahip olan “Sabo”ya karşı bir haksızlık olur .

1968’den 1971’e geçerken, yeni bir “devrimci hareket” kurmak üzere ileri atılanların kendi yaşam ve ölümlerini anlamlandırışlarını Nazım’ın şu dizelerinden daha iyi anlatacak bir ifade bumak zordur:


Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, 
ölülerimizin başlarına basarak 
                                            yükseliyoruz 
                                                        güneşe doğru!

Ölenler 
        döğüşerek öldüler; 
                              güneşe gömüldüler. 
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya! 

Kimsenin -“Sabo”nun da- matemini tutmaya “vakti yok”tu devrimci hareketin. Kızıldere’den akarak 1974 sonrası yeniden yola koyulan, Türkiye ve Kürdistan’ın ücra kent ve köylerine kadar uzanan bu yükselişe rejimin verdiği “gayri-nizami” karşılık 5 bin 388 insanın hayatına mal oldu. 1974-1980 arasında uç veren her devrimci çekirdeği bir yeni Kızıldere ile cezalandırmak üzere seferber edilen ölüm mangalarının saldırılarıyla başlayan Cumhuriyet tarihinin en derin sivil çatışmasında 5 bin 388 kişi öldürüldü. Öldürülenlerin bin 286’sı sağcı çetelere mensuptu. Devrimcilerse bu altı yıl içinde “devrim şehitleri”nin cenaze törenlerinde en az 2 bin 109 kez Nazım’ın “Güneşi İçenlerin Türküsü”nün dizelerini tekrarladılar hep bir ağızdan ya da devrim şehitlerinin anıldığı “bir dakika sessizlik”ler boyunca binlerce insan, binlerce kez ahlak ve maneviyatlarının düsturu haline gelerek bir tür dua mertebesine yükselen bu dizeleri kalpleri ve zihinlerine yerleştirdiler. Öyle yaşadılar, öyle hissettiler…

Yeni bir bakış açısı, yeni politik ve toplumsal koşullar içinden çıkagelebilirdi. 12 Eylül 1980 yenilgisinin, yol açtığı binbir türlü musibete karşılık iki darbeyle kesintiye uğrayan ve birbirlerinden koparılan 1968-72 ve 1974-80 dönemlerinin devrimci bir muhasebesi için de bir imkan sunmasını beklemek boşuna sayılmazdı. Bu imkan gerçekleşebilse Komün tarihçisi Prosper Oliver Lissagaray’ın “çocuk” mecazıyla ifade ettiği sonraki kuşakların “anne-babalarının yenilgisinin nedenlerini”, “partinin bayrağının bütün ülkelerde nasıl dalgalandığını bilme hakkı” teslim edilmiş olabilirdi. Heyhat, böyle olamadı.

12 Eylül yenilgisini 20. Yüzyıl devrimlerinin peş peşe çökmesi izledi. Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla birlikte doğan dünya çapındaki büyük kafa karışıklığı ikliminde devrimci hareket 1996’ya gelinceye kadar anlamlı bir politik ortaklık gerçekleştirme kapasitesine erişemedi. Lissagaray’ın öngördüğü şekilde “partinin bayrağının bütün ülkelerde nasıl dalgalandığını bilme” imkânı daralmış, “anne babanın yenilgi nedenleri” üzerine ortak bir düşünce çerçevesi ve bir anlatı inşa edilememişti. Bunun tek ve çok değerli bir istisnası sosyalist hareketimizin her bir damarının katkıda bulunmakta tereddüt etmediği “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”ydi. Ne var ki, “Ansiklopedi”nin insanlığın tarih-öncesinden tarihe geçişini ister istemez kuşbakışı bir perspektifle aktaran anlatısı “Sabo”nun yaşamına istese de değemezdi. “Sabo”nun burjuva toplumun hiçbir merakını kışkırtmayacak olan kısacık yaşamı, 1990’larda medya endüstrisinin tamamlayıcı bir parçası olan yaygın popüler tarih dergileri için de cazip bir “ürün” sayılmazdı.

“[…] Devrimci hareket, 1980’lerin ikinci yarısında 12 Eylül rejiminin peşi sıra sökün eden yeni toplumsal ve politik hayatın, yeni egemenlik ilişkilerinin, bu ilişkilerden türeyen zihniyetin yeniden üretiminin asli mecrası olarak yeni medyanın da en değerli malzemeleri arasındaydı. Yeni bir sermaye yatırım ve birikim alanı olarak medya endüstrisi çok geniş bir ürün portföyü olmaksızın verimlilik ve kar hedeflerini tutturamıyor, sonsuz çeşitlilikte bir gazeteler, dergiler, radyo ve televizyonlar yelpazesine içerik üretme ihtiyacı, hayatın ve geçmişin her anının didiklenerek yeniden ve yeniden piyasaya sunulmasını gerektiriyordu. Popüler tarih, yeni ekonomik ve toplumsal ilişkiler dünyasının yükselen yıldızı medya endüstrisinin yeni patronlarının ürün yelpazesinde kendisine böylece yer buldu. Popüler tarih dergileri, tarih ansiklopedileri, yakın tarihi konu alan popüler TV ve radyo programları, yeni medya patronlarının para kıymaktan kaçınmadığı yeni mecralardı. Büyük kârlar getirmese de bu yayınlar ve yayın içerikleri bir yandan çarkın dönmesi için üretim hacmini genişletiyor, dahası yayın gruplarının ‘saygınlığına’ katkıda bulunuyor, hedef tüketici grubunun dikkatini diğer ürünler üzerine de çekmeye katkıda bulunuyordu.

“1980 öncesinde yirmilerini, otuzlarını süren, devrimci hareketin bağrında yükseldiği, ona can veren ondan can alan üniversite öğrencileri, öğretmenler, hekimler, mühendisler, askeri diktatörlüğün gölgesi altında okullarını bitirip iş güç sahibi olabilmiş, ya da darbeyi işlerini güçlerini kaybetmeksizin atlatabilmişlerse bu piyasanın en önemli tüketici grubu içindeydiler artık. Okur yazardılar. Bilgi ve haberin başlıca tüketicileriydiler. Arada geçen yıllarda ister istemez devrimci hareketle bağlar gevşemiş, gündelik düşünüş tarihsel düşünüşe baskın çıkmış, toplumsal ilişkiler daralmış, ama değerler tamamen aşınmamış ve hareketin bilgisine tamamen sırt çevrilmemişti. Piyasanın can suyu reklamlardı ve reklamcıların dilinde onlara ‘C1 grubu’ deniyordu. Yani, ‘ortanın üstü’. 1980 ortalarında medya endüstrisinin ilk kuşak bütün çalışanları kadar orta ve üst kademe yöneticileri de neredeyse bu ortak geçmişten geliyordu. Bugün bile, kazınsa neredeyse her yayın yönetmeninin, köşe yazarının derisinde 1980 öncesinin duvar yazılarından arta kalmış boya izine raslamak şaşırtıcı sayılmaz. Reklamcılar onlara da ‘B grubu’ diyordu. Yani ‘üstün altı”!

“Üretici ve tüketicileri 1980 öncesinin devrimci hareketinin ikinci halkasından gelen popüler tarih ürünleri, bir yandan 12 Eylül rejiminin devrimci yayınları yasakladığı, dağıtımını engellediği devrimin bilgisinin kamusal alandan kovulduğu bir dönemde devrimci harekete dair bir söylemin şöyle ya da böyle dillendirileceği bir mecra sunmuş da oluyorlardı. Örneğin dişçi muayenehanesinde sırasını beklerken eline geçen kuşe kapaklı dergiyi karıştıran biri ‘Deniz Gezmiş arkadaşımdı’ diye beyanat veren bir Özal kabinesi bakanının söyleşisine rast geliyor; bir kuaförde saçları kurutulurken kadın-moda dergisine bakan bir başkası ‘Behice Boran’ın yaşam öyküsünden bir kesit’le karşılaşabiliyordu. Ama bunun da bir bedeli olacaktı ister istemez. Bilgi, piyasa koşullarında yaygın bir mecraya kavuştuğu ölçüde parçalanıyor, yassılaşıyor, yüzeyselleşiyor ve kendi evrenine ait olmayan bir söylemle dile geliyordu: Bir skandal tınısına büründürülmedikçe başlığa çıkamıyor; bir tartışma saç saça baş başa bir atmosferde sunulmadıkça yaygın medya için ilgi çekici olamıyor, bir kitle hareketi ‘olay çıkmadıkça’ birinci sayfada kendisine yer bulamıyordu.”[1]

Murat Bjeduğ’un 1968’i dünya devrimci hareketinin rönesansı, insanlığın yeniden doğuşunun bir tür “big-bang”i mesabesine yükselten bakış açısı ve kendisine sadakati olmasa, Kızıldere’yi bu ‘big-bang”in Türkiye toprağında bir “kuğu şarkısı” gibi yankılanıp sönüşü olarak duyumsayan bir tahayyül içinden görmese kim bilir kim ve ne zaman, hangi itkiyle, hangi misyon duygusuyla Kızıldere’de “kalplere gömülüp” gitmiş 10 devrimcinin mezarlarında bir arkeolojik kazı başlatacaktı? Bilemeyiz. Ama şunu söylemek mümkün: Birincisi, onun çabaları olmasa “Sabo”nun bir mezarının bile olmadığını bilemeyecektik. İkincisi, gelecekte bir zaman, bir yerde daha iyisi yapılana kadar Murat Bjeduğ’un Sinan Kazım Özüdoğru ile başlattığı ve Sabahattin Kurt ile sürdürdüğü Kızıldere’de öldürülen devrimcilerin bireysel yaşam öykülerini ortaya çıkarma çabasının ürünleri hep devrimci tarihimizi yeniden anlama çabamızdaki en değerli bilgi kaynakları arasında olmayacaktı. “Kızıldere şehitleri”nin yaşam öykülerini tırnaklarıyla kazıyarak ortaya çıkartması Bjeduğ adına eşsiz bir vefakarlık örneğidir. Ama bunun da ötesinde, “’Nesnel’ denilen toplumsal süreçlerin ‘bireysel öznellikler’in organik bir toplamı olduğunu bir kere daha düşünmemize ve bir devrimi istemenin onu başarmaya yetmediğini, ama ancak bir devrimi hakikaten istemenin ve onun için bu dünyadaki bütün çıkarlardan vazgeçebilmenin onun yegane öznel imkanı olabileceğini somut olarak kavramamıza hizmet ettiği için,”[2] onun bu çabaları sayesinde kendi tarihimize bakışımızı derinleştirecek sahici bilgiye bir adım daha yaklaşmış olabileceğiz. Bjeduğ’un çabaları tamamına erdiğinde Kızıldere’de on gerçek insanın yaşamının ve ölümünün birbirine karıştığı pek çok katmanlı bir hakikat olduğu daha iyi anlaşılacak.

                                               *                      *                     *

Okur ‘Sabo”ya dair anlattıklarımda yakın arkadaşlarınınkini aşmak bir yana onlarınki kadar olsun bir bilgi kırıntısı bulamayabilir. Çünkü “Sabo” “Mayıs 1971’de kendisine THKP-C adını verecek olan ilişkiler toplamının iki belirgin kaynağı”ndan[3] biri olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyalist Fikir Kulübü’nden, ben ise ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nden geliyordum. 1960’lar sonu Ankarasının öğrenci yaşamında ODTÜ ile SBF birbirlerine iki kent kadar uzak, iki ayrı iklim kadar yabancı sayılırdı. Bizleri adım adım önce Dev-Genç’e sonra THKPC’ye götüren ilişkiler 1968’in büyük dönüştürücü anaforunda kaynaşmadan önce kendi özgül kozalarında biçimlendi.

“[…] 1968’de Türkiye için yeni olan ve 1968’den önce olmayan devrimcilik biçimleri uluslararası alandan ve Türkiye’nin uluslararası alana açılışının imkânlarıyla çıkageldiler. Egemen sınıfın uluslararası bir örneğe göre, ‘Amerikan hayat tarzı’ imgesi çevresinde kurmaya çalıştığı kültürel/siyasal hegemonya Fransa’nın kitlesel öğrenci ve işçi hareketinin, Küba, Vietnam ve Filistin’in devrim savaşçılığının öne çıktığı bir başka uluslararası örnekle manevi düzlemde tehdit edildi. Hiçbiri müesses nizamın hegemonya aygıtları tarafından doğrudan doğruya tüketilemeyecek ve onun içinde bir alternatife dönüştürülmeyecek olan bu yeni moral-kültürel-politik esin kaynakları Türkiye devrimciliği üzerinde başka hiçbir teorik ve politik unsurun yaratamayacağı ölçüde büyük bir etki yarattı. Bu yeni devrimcilik biçimlerinin her biri yeni kuşak devrimcilerin imgeleminde toplumsal mücadelenin bir muhtemel uğrağına tekabül edebilen nitelikleriyle kitlesel olarak hem operasyonel hem de manevi yeni standartlar oluşturdular. Emperyalizm yerel olan herşeyi parçalar ve kendi doğasına eklemlerken, kendi karşıtını da uluslararası bir ölçek üzerinde yeniden üretti. Türkiye’nin yarı otarşik iktisadi yapısı ile birlikte devletin örgütlenmesi de ‘geleneksel aydınların” zaptedilmez öfkesini doğurarak emperyalizm tarafından parçalandığı sırada, bu öfkenin açığa vurulmayan kaynaklarından biri, belki kapitalizmin devrimi de uluslararasılaştırıyor olmasıydı. Resmi ideolojinin kurucularından Şevket Süreyya Aydemir’in, 1973’te Milliyet gazetesinde kendisiyle yapılan bir söyleşide Demirel’i, sanayileşme siyasetinin nüfusu büyük kentlere toplayarak bir ‘proletarya ihtilali”ni hazırlamakta oluşundan ötürü eleştirmesi, 1960’ların ‘milli sosyalizm’ teorisyenlerinin AP’in kapitalizmine karşı çıkışlarının bir nedenine olduğu kadar ‘devrimciliğin’ resmî sözlükteki içeriğine de ışık tutabilir. 1968’in bu kavramın içeriğine ilişkin olarak ilk bakışta etimolojik ve linguistik olduğu izlenimini veren ama gerisinde gerçekte büyük stratejileri barındıran tartışmalara sıkça tanık olması boşuna değildi. Örnek alınan bu dünya-tarihsel biçimlerin her birinin ve ortaklaşa hepsinin gereksindiği bir insani modele erişme kaygusu eski yerel ve milli örneklerin silik birer anı haline gelmesine yol açarken, yeni değerler ve yeni yaşama ve dayanışma biçimleri doğurmaya başladı. Kendi sundukları düzen içi seçeneklerin önemsizleşmesine bir tepki olarak pek çok muhalif eğilim tarafından kolayca ‘özenti’ addedilmiş olmalarına karşın başka birşeyin değil de, bu örneklerin bir ‘özenti’ doğurmuş olmasının bir nedenselliğe sahip bulunduğu 1968 eleştiricilerince pek az düşünülmüştür. Ancak, ‘özenilen’ ideale erişebilmenin tarihsel koşulları olmadığında ya da ‘özenenler’, aynı şeyin başka bir ifadesi olarak, ‘özendikleri’ni gerçekleştirecek güçten yoksun olduklarında, ‘özenilen’ örneklerden hiçbirine uymayan ama yapılması zorunlu olan eylemlerin, modelden devralınmış biçimlerle örtüldüğü bir ‘melezleşme’ evresinden geçilmesi de kaçınılmazdı.

“1968’de yeni olan bu esin kaynakları genç insanları ruhen egemen toplumsal değerlerden koparsa da gerçek toplumsal güçlerin örgütlü ve sürekli bir devrimci eylemi olmaksızın, bir anda yeni bir dünyanın içine sokamazdı kuşkusuz. Bu imkânsızlık ânında devrimciliğe gözlerini yeni yeni açmakta olan az çok şaşkın genç insanlar, yöneldikleri modellerin biçimsel değerleriyle kendilerini ister istemez yeni bir toplumda değil, eski toplumun kıyısında bir alt kültür oluştururken buldular: Fransa ve ABD örneğinden esinlenerek giydikleri dik yakalı kazakları ve kadife pantalonları ile kravat ve takım elbisenin dışavurduğu kurulu düzenin totaliter eşbiçimliliğine karşı bir tavrı geliştirmiş oluyorlardı. Kış aylarında ‘Che’nin parkasını ve eskicilerden satın alınan askeri botları üstlerine geçirmeleri onları gerçek bir savaşa değilse de ‘savaşçı’ kılığına sokuyordu. Bu ‘uluslararası’ simgeleri popüler kültürden devralınan traş-lanmamış Alevi bıyıkları tamamladı. Öğrenci yurtlarındaki cemaat dayanışması ortamında bir tür cemaat mensupluğu simgesi haline gelen bu ‘kıyafet inkılabı’ içinde bir yılda metamorfoz tamanlanmış, Türkiye üniversiteleri ilk bakışta bu kılık kıyafetleriyle ayırt edilebilen, ama ne gerçek ‘gerilla’ ne de ‘liberter’ olan bir ‘devrimciler’ kitlesi ile dolmuştu. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti [4] adlı romanının, kahramanlarına sadık bir eleştirellikle yüklü anlatımı, süreci tasvir için, daha fazla söz söylemeyi gereksizleştirir.

“1968’in boykotları ve işgalleri, bu devrimciler kitlesinin öğrencilerin büyük kitlesini kendi yanlarına çekerek, Avrupa’dan edindikleri esini gerçeğe dönüştürme mücadelesinin ürünüydü. Bu kitlesel mücadeleden doğan özyönetim organları olarak forumlar, bir öğrenci demokrasisi zemini yaratarak devrimcilerin değerlerinin kitlesel bir ölçek üzerinde yeniden üretildiği, ‘yukarıdan’ ve ‘bürokratik’ devrimciliğin mezarları oldular. Bu, kıyafetle tanımlanmış devrimcilik, gerçek bir hareket halini aldığında bütün yapaylığından kurtuldu ve öğrencilerin kitlesel mücadelesi içinde erimeyi becerdi. Devrimcilik ve Marksizm ise moral/politik düzlemde 1968’in kitlesel mücadele içinde öğrenci hareketine taşımış olduğu en yeni şeydi. Ancak gerçek hayat ve mücadele süreçleri çok geçmeden kendilerini dayattılar. Hiç kimse sonsuza kadar öğrenci olarak kalamaz, hiçbir boykot sonsuza kadar süremez, hiçbir işgal devlet güçleri karşısında yeteri kadar dayanıklı olamaz, düzen kendisini ortadan kaldırmayı amaçlayan hiçbir harekete sürekli bir hoşgörü ile bakamazdı. İlk tutuklamalar, kurşunlanan ilk öğrenci, yenilen ilk dayaklar ve boykotlar ve işgallerle biten 1968 yılı, uluslararası alandan tercüme edilen kavramların içlerinin doldurulmasının ve hayattaki temel tercihlerin yapılmasının gerekliliğini herkese dayattı. Yalnızca öğrencilere değil, gerçek sınıflara, gerçek toplumsal güçlere bağlanmak ve hayatını bu hareketin ritmine bağlayarak yaşamak gerekliliğini idrak etmiş ilk Marksist profesyonel devrimciler grubu, ‘Che’nin çağrısının son sözlerini hayatlarının ilkesi kılarak devrimci öğrencilerin kitlesinden ayrıştı. 1968’le gelen büyük toplumsal hareketlilik dalgası bağrına aldığı herkesi bir biçimde değiştirirken asıl kalıcı olan ve 1968 olmasa ortaya çıkmayacak olan değişim, öğrenci kitlesinin içinden fırlayan doğal önderlerin oluşturduğu bu profesyonel devrimci çekirdekleriydi. Bu çekirdeklerin varoluşunun anlamı, bütün tecrübesizlikleri içindeki genç insanların artık geleneksel öğrenci yoldaşlığından farklı, son derece özgül bir dayanışma mekanizması içinde yeni insan ilişkilerinin, ölüm kalım kavgasına bağlanmış bir ahlakın belirlediği ilişkilerin alanına adım atmalarındaydı. Daha sonraki yıllarda kurulmuş bütün ‘gizli örgütler’in, ‘devrimci hareketler’in yaslanabilecekleri bir başlangıç noktası 1968’de tohumları atılan bu ilişkiler içinde oluştu. 1971’de kurulan ve sonraki dönemin tüm devrimci ‘siyasetler’inin döl yatağı olan THKP-C, THKO, ve TİKKO bu ‘çekirdekler’den doğdular. TKP, TİİKP bu çekirdeklerden elde edilen ‘meyveler’i devşirerek geliştiler. Bu grupların evrim çizgileri izlendiğinde, önderliklerinde 1968’in bu ilk ‘profesyonel devrimci’ çekirdeklerinden gelmemiş bir tek kişinin bile bulunmaması raslantı sayılamaz.

“Bu ‘profesyonel devrimci’ çevreleri, elbette İttihat ve Terakki konspirasyoncularının, Kuvayı Milliye komitacılarının tecrübeleri ile karşılaştırıldığında ‘masum birer çocuk’, ‘gerilla özentisi’nden başka Bir şey olamazlardı ama, artık 1968’in büyük eleştiri dalgası içinde ‘devleti kurtarmak’ için ‘gizli örgüt’ kurma geleneğinin de sonuna gelinmişti. Besbelli Yön ve MDD çevrelerinin Marksizme kattığı yorum hâlâ bu geleneği yeniden üretiyordu, ancak artık hiç kimse devrimcilik adına ‘devlet’ için ölmeyi tasarlıyor değildi. ‘Kurtarıcılık’ idelojisi bu ‘geçiş halindeki’ devrimcilik içinde bir ölçüde yaşamaya devam da etse, gücünü geçmişin anılarından değil, geleceğin imkânlarından alan, tarih yaptığı bilinciyle yaşayan bir elit, mücadelenin özgül şartları içinde 1968’in kitlesel hareketinden damıtılmış bir orijinallik olarak Türkiye’nin siyasal hayatına bir dinamit gibi girdi. Ancak bu yeni insan tipolojisinin toplumsal bir gerçeklik kazanabilmesi trajik olduğu kadar paradoksal da bir süreçti. ‘Devrimciliğin’ bir toplumsal hayat tarzı olabileceğinin kanıtlanabilmesi için, hemen hemen hepsi, 1968’de yaptıkları tercihin kendilerini bireysel sonlarına götürdüğünü sezmiş olan bu insanların sezgilerinin doğrulanması gerekti. Gerçekten düzen dışı birer savaşçı olarak çeşitli biçimlerde hayatlarına son verildiğindeyse, ne ayaklarında postalları ne sırtlarında parkaları vardı. Türkiye’de herhangi biri gibi olmaksızın düzen dışı mücadeleye önderlik edemeyecekleri bir süreçten geçerlerken geriye yalnızca uçları biraz sarkık bıyıkları kalmıştı.”[5]

Sabo’nun da Kızıldere’de hayatlarını verenlerin de fikriyatı, ruhiyatı ve maneviyatı bu büyük altüst oluş içinde mayalandı. Her biri başka bir toplumsal ve kültürel arka plandan gelen genç-yaşlı 11 insanı Kızıldere’de bir araya getiren yukarıda da söylendiği gibi “geleneksel öğrenci yoldaşlığından farklı, son derece özgül bir dayanışma mekanizması içinde yeni insan ilişkilerinin, ölüm kalım kavgasına bağlanmış bir ahlakın belirlediği ilişkilerin alanına girmiş” olmalarıydı.

 Hareket askeri diktatörlüğün darbeleri altında çöker, iş bölümü zıvanasından çıkarken, bu ahlâkiyat dışında hiçbir örgütsel emir-komuta mekanizması Çukurova’da işçi hareketi içinde “örgütleyici” olarak çalışan “Sabo”yu önce Ankara’ya, ardından kurulması mukadder havan toplarının hedefine gireceği Kızıldere’ye götüremezdi. “Düşenin yerine geçmek” daha Dev-Genç günlerinden beri iliklere işlemiş bir ahlak ilkesiydi.

 “Sabo”yu da Kızıldere’deki evde kuşatılan bütün devrimcileri de bu “ölüm kalım kavgası”na -hiçbir askeri taktik veya stratejik anlamı kalmış olmasa bile- dahil eden devrimci ahlâkiyattı; 12 Mart askeri diktatörlüğüne karşı açtıkları ayaklanma bayrağının arkasında durmanın vicdani ve manevi bütünlüklerini korumanın biricik imkanı olduğuna dair kavrayışlarıydı; Engels’in düsturunu daha yola çıkarken içlerine sindirmiş olmalarıydı: “Ayaklanmayla oyun olmaz!”

“Siyasalı bitirip, Gevaş’a kaymakam olacağım” dediğini hatırlıyor “Sabo”nun ablası Sevinç Kurt, “Kaymakam olmadı, mezarı bile Gevaş’a gelmedi.” diyor üzüntüyle. Bu üzüntü dinmez biliyorum. Ama şunu söyleyebilirim Sevinç Abla’ya: Mümkün olsa, bugün kendi eyleminin sonuçlarını, uzanımlarını görmek nasip olsaydı, “Sabo” kendisine bir meslek, bir toplumsal misyon seçme yolunun başına geldiğinde düşlediği gibi “Gevaş kaymakamı” olmadığına yerinmezdi. Tersine Gevaş Kaymakamı’nın yönetimindeki görevlilerin mantar toplamak için kıra giden Kürt köylülerden “terörist” yaratmak için işledikleri işkence ve insanlık suçlarını ortaya çıkartmaya girişirdi. Bir de Kızıldere’de hayatını feda edişinin Gevaş’ın devrimci Kürt gençliğinin uyanışı ve o aramızdan ayrılırken henüz doğmuş bile olmayan kız çocuklarının kadın köleliğine başkaldırarak devrimci harekete katılışları için bir esin kaynağına dönüşmesindeki bireysel payının o kadar büyütülmemesi gerektiğini anlatmaya çalışırdı: “Biz üstümüze düşeni yaptık Dayı!”



* Murat Bjeduğ, Sabo, Sabahattin Kurt Kitabı, Ayrıntı Yayınları, 2017 içinde.
[1]   Ertuğrul Kürkçü, Önsöz, Pratiğin Aklı Teorinin Heyecanı içinde, Dipnot yayınları, Ankara, 2014.
[2]   Ertuğrul Kürkçü, Che Si! İsyanın İzinde içinde, s. 239, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013.
[3]   Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 2176, İletişim Yayınları, İstanbul, 1988.
[4]   Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, İletişim Yayınları, 2007, İstanbul.
[5]   Ertuğrul Kürkçü, 68’le Gelen, İsyanın İzinde içinde, s. 77, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013.