AB statükosu Erdoğan’ın sırtını sıvazlıyor

Avrupa’nın doğusunda faşizme verilen tavizler demokratik değerleri batıda da eninde sonunda aşındırarak Avrupa gericiliğine hayat öpücüğü sunacaktır. Bu akıbetten kaçınmak mümkündür, meğer ki, Avrupa demokrasisi faşizme karşı savunmanın Türkiye ve Kürdistan topraklarından başladığını idrak edebilsin.

Ertuğrul Kürkçü, AB heyetinin ziyareti dolayısıyla patlak veren tartışmalar konusunda Davul haber sitesinden Deniz Zengin ve Arat Barış‘ın sorularını yanıtladı.


* *. *

Bu haftaki konuğumuz sosyalist aktivist, yayıncı ve yazar kimliğinin yanı sıra Halkların Demokratik Partisi Onursal Başkanı ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Onursal Üyesi, İlerici Enternasyonal Danışma Kurulu Üyesi olan Ertuğrul Kürkçü.

Erdoğan kazansın da göçmen akınını durdursun diye, AB seçkinlerinin rejimin insan hakları karnesini görmezden geldiğini vurgulayan Kürkçü, ”Erdoğan, AB ileri gelenleriyle işte bu ortak geçmişin hafızası içinde ve suç ve günah ortaklığı ettiklerine üç paralık saygı duymadığı bir pişkinlik temelinde ilişki kuruyor.” dedi.

Kürkçü, Politik tutsaklıklar, işkence, Kürt halkının haklarının inkarı, seçim yolsuzlukları ve kadına karşı şiddet ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması nedenleriyle, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin üyelik müzakerelerinin askıya alınmasına kadar giden yaptırım kararları aldığını söyledi.

Avrupa’nın bu konuda ikiye bölünmüş durumda olduğunu kaydeden Kürkçü,  Erdoğan hükümetinin görünüşteki eleştirel yaklaşıma karşın, sağın ve Avrupa statükosunun “sırt sıvazlama” siyasetinden istifade ettiğini sözlerine ekledi.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Türkiye ziyareti ve koltuk krizini, gündeminin birinci sırasında yer alan HDP’nin kapatılması meselesine ve muhalefetin yol haritasına ilişkin sorulara yanıt aradık.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a uzak oturtulmasının yankıları devam ediyor. Son ziyareti ve koltuk krizini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’yi ziyaret eden AB heyeti, her ikisi de AB hiyerarşisinde eşit güçteki iki kurumu temsil eden -bir anlamda AB Eş Başkanları diyebileceğimiz- AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel’den oluşuyordu. Erdoğan’la muhataplık açısından aralarında bir iş bölümü, bir öncelik sonralık ilişkisi olmadığı, görüşme sırası ve sonrasındaki tutum ve duruşlarından anlaşılıyor. Michel ve von der Leyen fiilen AB’nin eş başkanları olarak hareket ediyorlardı. Ancak, Erdoğan ve Saray protokolü bu düzenlemeyle AB mimarisinde üye ülkelerin hükümetlerini temsil eden AB Konseyinin misyonunu Ursula von der Leyen’in Başkanı olduğu AB Komiyonu’nda üstün tuttuğunu, onun heyetteki varlığını fuzuli ve işlevsiz gördüğünü “iş” konuşmak için von der Leyen’i muhatap almaya gerek görmediğini, gürültüyle ilan etti. AB Komisyonu Başkanı’nın kadın olması saygısızlığın şiddetini göreli olarak artırdı. Ziyaret sonrası artan eleştiriler karşısında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, konukların yerlerinin AB protokolünün istediği şekilde düzenlendiğine dair açıklaması da gözaltında öldürülen insanlarla ilgili emniyet açıklamaları gibiydi: “Mezkûr şahıs, başını duvarlara vurmak suretiyle kendisini intihar etmiştir(!)”

Ancak Erdoğan’ın uluslararası ilişkilerde asla yeri olmayan bu açık saygısızlığı fütursuzca gerçekleştirme cüretinin kaynağında AB-Türkiye ilişkilerinin zıvanasından çıkmış olması yatıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine ilkesel olarak karşı olan Almanya ve Fransa hükümetlerinin Erdoğan rejimi ile ilişkileri uzun zamandır “haklar”a değil, paraya ve güce çıpalıdır.

Avrupa’nın başlıca ilgisi göç anlaşmasının devamı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’in ihtilaflı sularında petrol arama çalışmalarını sonlandırması, Kıbrıs’ta “iki devletli” çözüm dayatmasının rafa kaldırılması ve Rusya’dan S-400 alımının askıya alınması gibi Erdoğan rejiminin son beş yıl içinde yarattığı krizlerin sonlandırılmasına yöneliktir. Haklar konusu ikinci sıradadır. Bunu 25-26 Mart’ta toplanan AB Konseyi’nin görüştüğü ve benimsediği Borrell raporundan açıkça görüyoruz.

Bu son skandal herkesin gözleri önünde cereyan ettiği için ayyuka çıkmış olsa da, Erdoğan’ın AB yönetici seçkinleriyle ilişkisi uzun zamandır bu eksende süre gidiyordu. 15-16 Kasım 2016’da Antalya’daki G-20 toplantısı sırasında Erdoğan’ın dönemin AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker ile yürüttüğü “at pazarlığı” tutanakları bu açıdan AB için kocaman bir leke olarak tarihteki yerini çoktan aldı.

O tutanaklarda, Erdoğan’ın AB’den daha çok para koparmak için “bak göçmenleri salarım ha” tehditleri karşısında Tusk ve Junker’in düştükleri acz ve Junker’in “sırf sen [7 Haziran 2015] seçimleri[ni] kazan diye bir sürü eleştiriye uğrama pahasına ilerleme raporunun yayınlanmasını” geciktirdik diye ilenmesi üzerine Erdoğan’ın “geciktirdiniz de sanki bir işe mi yaradı” diye babalanması kayıtlarda taptaze duruyor. Türkiye’nin demokratik güçleri başkanlık rejimine geçişi önlemek için son çıkış olan 7 Haziran 2015 seçimlerinde dişini tırnağına takarak çabalarken, AB seçkinleri seçimleri Erdoğan kazansın da göçmen akınını durdursun diye, rejimin rezil insan hakları karnesini kamu oyundan saklıyordu.

Erdoğan, AB ileri gelenleriyle işte bu ortak geçmişin hafızası içinde ve suç ve günah ortaklığı ettiklerine üç paralık saygı duymadığı bir pişkinlik temelinde ilişki kuruyor. Ne yazık ki, Ursula von der Leyen’in başına gelenlerde, kendisi ne kadar aksini iddia ederse etsin, AB’nin Erdoğan rejimiyle ilişkilerde hakları pazarlık konusu haline getirmiş olmasının payı yadsınamaz bir biçimde en az Erdoğan’ın nobranlığı kadar büyük bir rol oynuyordu. Haklarına saygı isteyenler, haklarımızı pazarlık konusu yapmayacaklardı.

İtalya Başbakanı Mario Draghi, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için “diktatör” ifadesini kullandı. Draghi, “akabinde çıkarlarımız için ilişkilerimizi sürdürmek zorundayız” dedi. Bu iki açıklamayı nasıl yorumluyorsunuz?

Draghi’nin ifadeleri, olan bitene dair çıkarsamalarımızı doğrulayan birinci elden bir tanıklık sunuyor. Draghi sağcı bir burjuva, bir bankacı, bir maliyeci. Gidişatı diplomatik lügate başvurmaksızın, yalın çıplak ve herkesin anlayacağı bir dille, bir “at pazarlığı”na daha fazla bir mana yüklemeye gerek duymaksızın özetliyor. Ancak trajik olan, AB’nin üçüncü büyük ülkesinin başbakanının, üzerinde konuştuğu ilişkinin konusunun “atlar” değil insanlar, üzerine pazarlık edilenin insanların hayatları ve hakları olduğuyla şu kadar olsun insani bir ilgi kurma yeteneğinden yoksun oluşu. Son kriz, esasen AB’nin büyük güçleri için sermayenin çıkarlarından daha yüksek bir çıkar ve değer olmadığını ortaya koyması açısından büyük derslerle dolu.

AİHM, Demirtaş için tahliye kararı vermesine rağmen, Türkiye, hukuki olarak bağlayıcı olan bu kararı tanımadığını söyledi ve Demirtaş’ı tahliye etmedi. AB – Türkiye ilişkilerini nasıl bir gelecek bekliyor. AB’nin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AB-Türkiye ilişkilerinin “aday üyelik” eksenine yerleşebilmesi, esasen 2005’te Avrupa güçler dengesinde yeşil, sol, sosyal demokrat ve liberal güçlerin muhafazakar, sağcı, ırkçı güçlere üstün gelmesinin eseriydi. Ancak, 2008-09 büyük bunalımından başlayarak Avrupa’da denge sağ lehine değişirken AKP de yüzünü Orta-Doğu ve İslam alemine çevirdi; bölgede Batı ve ABD etkisinin gerilemesinden doğan boşluğu doldurmaya heves etti, “Stratejik Derinlik” safsatasının yol göstericiliğinde, Osmanlı’nın eski nüfuz alanlarında bayrak göstermeye yöneldi; uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş sınırları tartışmaya ve fiilen aşındırmaya başladı; 15 Temmuz sonrasında “Batı”yı hasım ilan etti. Sonuçta AB ve Türkiye birbirlerini çeken değil iten güçler haline geldiler. Bununla birlikte, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Avrupa’yla sahip olduğu derin ve büyük çaplı ekonomik ilişkilerin doğurduğu karşılıklı bağımlılık kopuşmayı nesnel olarak önlüyor; öte yandan ABD ile AB’nin Trump sonrasında Rusya ve Çin ile rekabet ve mücadele çerçevesinde Atlantik İttifakı”nı onarma ve Rusya karşısında Türkiye’yi ittifaka daha sağlam bağlarla bağlamaya öncelik vermesi, çürümeye yüz tutan olan ilişiklerde bir tür “kortizon” etkisi yaptı. Ancak, temel yaklaşımlar değişmediği için, bunun AB’nin yürüyüşünde Kopenhag Kriterlerinin yol göstericiliğinin soluklaşması, ve AB-Türkiye ilişkilerinin herhangi iki ülke arasındaki çiğ menfaat ilişkisine dönüşmesinden daha anlamlı bir sonuç vermediği ortada.

Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun Milletvekilliğinin düşürülmesi, sonrasında adeta kaçırılarak meclisten çıkarılması ve evinden darp edilerek tutuklanması, HDP Milletvekillerinin fezleke tehdidiyle karşı karşıya olması, HDP’ye açılan kapatma davası, bütün bunlar Avrupa’da nasıl karşılık buluyor?

Bu olumsuz gelişmeler, Avrupa’nın demokratik ve toplumsal özgürlük çevrelerinde bir öfke ve eleştiri dalgasını körüklüyor. Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, birden çok kez siyasi özgürlüklerin çiğnenmesi, politik tutsaklıklar, işkence, Kürt halkının haklarının inkarı, seçim yolsuzlukları ve kadına karşı şiddet ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması nedenleriyle, ağır ve sonuçta üyelik müzakerelerinin askıya alınmasına kadar giden yaptırım kararları aldı. Avrupa bu konuda ikiye bölünmüş durumda: Parlamentolar, sol, akademi, medya ve sendikalar haklardan; sağ, hükümetler, uluslararası kurumlar, finans kapital ve ordular paradan ve güçten konuşuyor. Erdoğan hükümeti görünüşteki eleştirel yaklaşıma karşın, sağın ve Avrupa statükosunun “sırt sıvazlama” siyasetinden istifade ediyor.

“Sırt sıvazlama” (appeasement) , İngiltere ve Fransa hükümetlerinin 1930’larda Hitler ve Mussolini’ye karşı izledikleri siyasetti. Ama faşist liderleri tavizlerle yatıştırma ve uluslararası işbirliğine razı etme beklentisi doğrulanmadı. Sonunda II. Dünya Savaşı’nın kapısını açtı ve bu kapıdan dolu dizgin giren “mahşerin dört atlısı” geride insanlık tarihinin görüp göreceği en büyük yıkımı bırakarak bütün dünyanın üzerinden geçti gitti. Şimdilik bu siyasetin acısını Türkiye ve Kürdistan halklarının çekiyor olması kimseyi yanıltmamalı. Avrupa’nın doğusunda faşizme verilen tavizler demokratik değerleri batıda da eninde sonunda aşındırarak Avrupa gericiliğine hayat öpücüğü sunacaktır. Bu akıbetten kaçınmak mümkündür, meğer ki, Avrupa demokrasisi faşizme karşı savunmanın Türkiye ve Kürdistan topraklarından başladığını idrak edebilsin.
_________________________
Davul, 11 Nisan 2021