Kürkçü’nün Avrupa Birliği Bakanlığı bütçesi hakkındaki konuşması

Konuşmanın tüm metni aşağıda yer almaktadır.

Mersin Milletvekili Sayın Ertuğrul Kürkcü.

Buyurun Sayın Kürkcü.

BDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Avrupa Birliği Bakanlığı bütçesi hakkındaki görüşmelerimizi açıklamak için buradayım.

Genel olarak grubumuzun görüşlerini açıklayacağım ama kişisel bir düşüncemi de ifade etmek isterim. Bana, bugün sorsaydınız “En çok hangi bakanların yerinde olmak istersiniz?” diye. Sanırım yerinde olmak istemeyeceğim bakanlardan birisi İçişleri Bakanı birisi de Avrupa Birliği Bakanı olurdu çünkü her iki bakanlık da imkânsız projelerle uğraşmak için görevlendirilmiştir. İçişleri Bakanlığı bir halkı hapishaneye sokmakla uğraşmaktadır, Avrupa Birliği Bakanlığımız ise Cumhurbaşkanının dediğine göre sefil bir birliğe Türkiye’yi sokmakla ilgilenmektedir. (BDP sıralarından alkışlar) Dolayısıyla ben Egemen Bağış’ın zaman zaman bu işi yürütürken kapıldığı öfke nöbetlerini de anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum fakat bu öfke nöbetleri bence semptomatik yani büyük sorunu ele veren küçük belirtiler.

Bunlardan bir tanesini 28 Kasım 2011 günü Avrupa Parlamentosunun ev sahipliğinde düzenlenen 67’nci Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonunda, ki icraatı oluşturuyor, burada ne olmuşu, kısaca hatırlayalım. Hollanda’da faaliyette bulunan ırkçı Özgürlükler Partisinden Avrupa Parlamentosu üyesi Barry Madlener, KPK Eş Başkanı Afif Demirhan’a bir karikatür vermek istedi.

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) – Demirkıran. Önce soyadımı düzgün söyle ki diğerleri de doğru olsun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Efendim?

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) – Soyadımı düzgün söyleyin ki diğer söyledikleriniz de doğru olsun. Demirhan dediniz, Demirkıran’dır soyadım.

(AK PARTİ sıralarından gürültüler)

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Ya, bir dur be kardeşim ya!

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) – Sayın Kürkcü, soyadımı doğru söylerseniz, diğer söyledikleriniz de doğru olur, onu demek istiyorum.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Peki, Demirkıran. Güle ne ad verirsen ver, hep aynı kokar.

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) – Bildiğin gibi de, bildiğin gibi de.

SÜLEYMAN ÇELEBİ (İstanbul) – Tutanaklara geçmesi açısından söylüyor.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Evet, bu karikatür Penguen çizeri Bahadır Baruter’e aitti. Baruter bu karikatürü nedeniyle halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılama suçlamasıyla yargılanıyordu. Sayın Bakan, bu ısrarlı, bu karikatürü heyete iletme teşebbüslerine karşılık -İngilizcesini söyleyelim, o öyle söylemiş- “…”(X) yanıtını verdi ve bu bir vecize olarak siyasi tarihimize geçti.

Şimdi, ben şöyle söylemek istiyorum. Bu karikatürün içeriği iyiydi, kötüydüden tamamen bağımsız olarak başka bir şeyle ilgiliyim burada. Birincisi: Bir faşist bile bozuk bir saat gibi günde 2 kez doğru zamanı gösterebilir. Söz konusu olan şey, bir karikatür dolayısıyla bir karikatüristin yargılandığıydı. Irkçı parlamenter bundan ötürü Türkiye’nin Avrupa’ya uymadığını ve alınmaması gerektiğini savunuyordu, ama somut ve mutlak hakikat yerli yerinde duruyordu. Bir karikatürist çizdiği bir karikatür dolayısıyla kendisini yargının önünde bulmuştu.

Şimdi, Bakanımız bu eleştirilere daha sonraki görüşmelerin devamında şu şekilde yanıt verdi, dedi ki: “Türkiye’de aslında düşüncelerinden ötürü yargılanan hiç kimse yoktur. Hiçbir gazeteci gazetecilik yaptığı için yargılanmamaktadır, tutuklu yatmamaktadır, hapiste değildir, hüküm giymemiştir.”

Bence asıl büyük problem, semptomatik olan bu. Her eleştiri karşısında gerçekten kaçmak, saklanmak, bu gerçeğin tersini söyleyerek kendisine Avrupa’da ya da dünyada bir yer açabileceğini düşünmek. Oysa, bakın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki yargıcımız Işıl Karakaş, bize, Türkiye’nin Avrupa Birliği karşısındaki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki durumunu nasıl açıklıyor?

Işıl Karakaş Hükûmet tarafından tayin edildi biliyorsunuz. Türkiye’ye karşı herhangi bir önyargısı olduğunu sanmam, görevi de o değil, önüne gelen dosyaları incelemek.

“2011’de Türkiye’den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gelen başvurularda inanılmaz bir artış var. Geçen yıl -yani 2010’da- 6 bin-6.500 arası başvuru varken, bu yıl gelen başvuru sayısı 9 bine ulaştı. Görülen şu ki birtakım düzenlemelere, reformlara veya yargıda beklenen açılımlara rağmen, henüz Türkiye’de bazı şeyler yolunda gitmiyor. Başvuruların katlanarak artması demek, kişilerin hak ve özgürlüklerinin iç hukukta yeterli düzeyde garanti altında olmadığını gösteriyor. Türkiye’den gelen başvuruların başında tutukluluk ve yargılama sürelerinin uzunluğu geliyor, zaten bu iki konu birbiriyle bağlantılı.”

Ve devam ediyor Işıl Karakaş: “Türkiye ifade ve basın özgürlüğü konusunda en kötü durumda olan devlet. İfade ve basın özgürlüğü açısından hakkında en çok ihlal kararı verilen ülke. Türkiye’nin arkasından gelen Fransa hakkında 10 ihlal kararı varken, Türkiye için bu rakam 200’ün üstünde.”

Şimdi, bu tabloyu çizen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki yargıcımız Işıl Karakaş. Ben ya da herhangi bir Hükûmet muhalifi, bir münafık bunu söylemiyor, gerçek, somut rakamlar böyle.

Bütün bu koşullar altında, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği tartışması gitgide daha imkânsız bir tartışma hâline geliyor çünkü Türkiye’nin talepleri ile Avrupa’nın merkez güçleri arasında Türkiye’nin üyeliği bakımından hiçbir uzlaşma, anlaşma yok. Son krizle birlikte Avrupa Birliği yeniden kurulurken, yeniden tasarlanırken ve yeni bir anlaşma şartı ileri sürülürken Türkiye eski anlaşmanın eski koşullarına bile uymakla hayli zorlanıyor.

Türkiye, 2004’te Avrupa Birliğinden müzakere tarihi aldığında, biliyorsunuz, Türkiye’yi o zaman da Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiyordu, çok büyük şenlikler yapıldı Türkiye’de “Nihayet, işte Hükûmetimiz başardı, Avrupa Birliğine katılma günümüz, anımız geldi, kapılar bize açılıyor” diye. O zaman, bu durumu değerlendirirken şöyle bir soru sormuştum: “Doğal ve tarihsel sınırlarına dayanmış olan dünya kapitalizmi Schröder, Blair, Bush ya da Putin’in sandıkları gibi krizi aşabilir mi? Bu kriz koşullarında Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın meydan okumasıyla karşı karşıya kalan Avrupa Birliği 300 milyon şanslı insan için krizden arınmış bir coğrafya sağlayabilir mi? Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın sandığı gibi, daha geniş çaplı bir kriz coğrafyasına katılarak bugünkü toplumsal düzenini sürdürebilir mi?”

Avrupa kalesinin duvarlarının gerisinde refah ve uyumun tesis edilmesi rüyasının insanlığı gayri insani gerçekliğiyle yüzleşmekten alıkoymak dışında bir manası olmadığını bütün çıplaklığıyla gösterdiğinde çok geç kalmış olmayacağımızı umalım. Dünya, kapitalizmin anaforunda sürüklenirken, Avrupa Birliğinin içine bilebilenleri Nuh’un Gemisi gibi selamete ulaştıracağını ileri sürenlere ve gemiye binmek için karaborsadan bilet bulmaya çalışan Tayyip Erdoğan’a söylenebilecek tek şey var: Tufan gerçekti, Nuh’un Gemisi ise sadece bir efsane.

Şimdi, bu efsanenin nasıl bir sorgulanma içerisinde olduğunu dünyanın bütün insani gerçekliği karşısında hepimiz görüyoruz. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, sosyalizmin yenilgisinden sonra ortaya çıkmış Doğu Avrupa, Rusya ve Çin’deki yeni kapitalist uygulamaların tamamı insanlığın geleceğini temsil etmekten uzak, kâr amacıyla, kârın sürdürülmesi tutkusuyla sürdürülen bir üretim düzeninin insanlığı birleştirmek bir yana böleceği, ayıracağı, onları derin, uzun süreli ve yıkıcı çatışmalar içerisine sokacağı apaçık bir gerçekken, Avrupa Birliği üyeliği için uğraşmanın nasıl bir anlamı olacağını ben Avrupa Birliği Bakanımıza sormak isterim.

Fakat öte yandan, Türkiye, Avrupa Birliğinin bütün bu yıkıcı, kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanan sömürücü, yabancılaştırıcı tabiatıyla değil de, aslında Avrupa’nın insanlık tarihine armağan etmiş olduğu değerlerle çatışarak ilerlemeyi seçti. Örneğin, adil yargılanma bunlardan birisi. Örneğin, aydınlanma bunlardan birisi. Örneğin, insan hakları, feminizm, sosyalizm, eşitlikçilik, bütün bunlar Avrupa’nın insanlığa kattığı değerler. Fakat Türkiye, nedense Avrupa dendiğinde bunları değil, sadece ve sadece muhafazakâr Avrupa’nın, kapitalist Avrupa’nın değerlerini gördü ve bunların ebedî olabileceğini sandı.

Şimdi, geminin karaya oturduğu yerdeyiz. Şimdi ne yapılacak? Başbakan bize hep şunu söyledi; dedi ki: “Biz eğer bunlar bizi aralarına almazlarsa Ankara Kriterlerini ilan eder, onunla yürürüz.” Doğrusu “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye bir seçimle karşı karşıya kalacağımızı düşünmek de bir kabus gibi. Çünkü, Ankara Kriterlerine baktığımızda gördüğümüz şey, herhangi bir makul gerekçesi olmayan yüzlerce, binlerce tutuklu ve hükümlü görüşlerinden ötürü, yüzde 10 seçim barajı, çocukların ve kadınların uğradıkları eşitsizlikler ve adaletsizlikler, eşitsiz gelir dağılımı ve bütün bunların sonucu olarak ortaya çıkan kabuller ve imparatorluk özlemi. Eğer Ankara Kriterleri buysa, bunları da hiç almayalım.

“Ama çaresiz miyiz, başka bir çare yok mu, başka bir çıkış yolu yok mu insanlık için?” diye gözümüzü dünyaya çevirdiğimizde, her yerde aslında, yarın öbür gün Türkiye’ye de gelecek olan büyük kriz dalgaları karşısında, bütün emekçilerin, bütün çalışanların, bütün işçilerin, dünyanın her yerinde başlattıkları çağrıya kulaklarımızı kabartalım; Wall Street’te, Tahrir Meydanı’nda, Brüksel’de, Moskova’da ya da Ankara’da. Her yerde ayağa kalkan kitleler, eşitlikçi, özgürlükçü, adaletli yeni bir toplum düzeni, yeni bir insani düzen talep ediyorlar.

Türkiye Avrupa Birliğine girse de girmese de çözmek zorunda olduğu iki tane temel meselesi var: Bir tanesi Kürt meselesi, bir tanesi Kıbrıs meselesi. Bütün bunları bizim başımıza Avrupa Birliği ya da başkaları bela etmedi. Kendimiz gittik, Kıbrıs’ı işgal ettik; şimdi, oradan askerlerimizi nasıl çıkartacağımızı bilemiyoruz. Kürt halkının haklarını inkâr etmek için, taburlarla asker soktuk, katliamlarla kana boyadık Kürdistan coğrafyasını; şimdi, bunun hesabını nasıl vereceğimizi kendimiz de bilemiyoruz. Kıbrıs halkı, Kıbrıs’ta yaşayan Türkler bu uygulamayı istemiyorlar, bırakın Avrupa’yı, Amerika’yı, Yunanistan’ı. Şimdi, o zaman, bu problemleri nasıl çözeceğimize dair yeni bir tartışma açmadan, ne Avrupa Birliği ne başka bir birlik bizim için önemli olamaz. Bizim için önemli olan, kendi sorunlarımızı çözmek.

Türkiye’de yaşayanlar, Avrupa Birliği tartışması başladığında, şundan ümitlenmişlerdi: Acaba, Avrupa’da geçerli olan demokratik normlar Türkiye’ye de ithal edilebilir mi? Meğerse ithal edilemiyormuş, kendi demokrasinizi kendinizin kurması gerekiyormuş. Avrupa’nın zenginliği ithal edilebilir miymiş? O da kendiniz üretmezseniz ithal edilemiyormuş. On yıl içerisinde, acı gerçekle karşı karşıya kaldık.

Şimdi, eğer hakikaten Ankara Avrupa’ya üstünlük sağlamak istiyorsa bir tek şey yapacak. Avrupa’nınkinden daha yüksek bir uygarlığı temsil ettiğini gösterecek, insan hakları bakımından, kadın hakları bakımından, Türkiye’de yaşayan halkların hakları bakımından çoğulcu, çok kültürlü, çok kimlikli bir toplum kurmak için Ankara Kürt halkına elini uzatacak mı? Ankara Kürtlerle birlikte bu Türkiye’yi yeniden kuracak mı? Türkiye’de yaşayan bütün halkların eşit ve özgür oldukları, hiçbirinin diğerinden üstün olmadığını gösteren bir yeni anayasa kurabilecek mi? Eğer bunu yapabilirse o zaman işte 21’inci yüzyıl hakikaten Türkiye’nin de içine bir şeyler kattığı bir yeni yüzyıl olabilecektir. Türkiye hakikaten o zaman bütün insanlık için bir umut kaynağı olabilecektir. Acaba olabilecek mi? Bu sorunun cevabını almak için önce Avrupa Birliğinin bir insanlık normu olduğu iddiasından vazgeçmek, böyle bütçelere para ayırmamak gerekiyor.

Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kürkçü.