Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısına Muhalefet Şerhi

Ertuğrul Kürkçü’nün Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu tasarısı ile ilgili muhalefet şerhine aşağıdan ulaşabilirsiniz.

TBMM İNSAN HAKLARI İNCELEME KOMİSYONU BAŞKANLIĞINA,

Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu tasarısı ile ilgili muhalefet şerhim aşağıdaki gibidir.

Bilgilerinize sunarım.

11.06.2012

 Ertuğrul KÜRKCÜ

Mersin Milletvekili

 

Alt Komisyondan gelen metne yönelik itirazlarımızı aşağıdaki şekilde sıralamıştık.

Tasarı, Anayasa Komisyonu’ndan gelen ve insan hakları kuruluşları, insan hakları üzerinde çalışan akademisyenler, kadın, LGBT, mülteci ve çocuk hakları savunucularınca alt-komisyonun önünde açıkça ve ikna edici bir biçimde eleştirilen tasarıyla bütünüyle özdeştir. Tasarı insan hakları savunucuları ve Komisyon’daki muhalif üyelerin eleştiri ve uyarılarını hemen hemen hiç dikkate almaksızın, öte yandan ülkede Kürt halkının haklarının inkarından kaynaklanan bir savaşın ağır yaşam hakkı ve temel insan hakkı ihlalleri doğurarak süre gittiğini görmezden gelerek ve bununla ilgili hiçbir tasarruf önermeksizin sonuçta bu hususta standart norm olarak bilinen Paris İlkeleri’yle dahi hiçbir biçimde uyuşmayan bir devlet dairesi kurulmasını önermektedir.

B.M. İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve B.M. Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilen ve Paris İlkeleri olarak bilinen insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için kurulan ulusal kuruluşların statüsüne ilişkin ilkeler, bu kurulun bağımsızlık ve çoğulculuk temelinde kurulmasını esas almasını öngerektirirdi. Oysa önümüzdeki tasarı AKP hükümetinin AB uyum sürecinin her aşamasında “reform” listesindeki insan hakları konularında yaptığı gibi şeklen listeyi tamamlar görünmekte gerçekte ise hükümetin toplum tarafından denetlenmesini değil hükümetin toplumu denetlemesini sağlayan yapılar oluşturarak bir tekparti diktatörlüğünü adım adım gerçekleştirmektedir. Eldeki tasarı da eğer TBMM’de kabul edilirse hükümetin Türkiye’deki bütün bağımsız insan hakları kuruluşları üzerine kendi gölgesini düşüreceği bir lenduha meydana getirmekten ve insan hakları ihlallerini devlet güvencesi altına almaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Bu yargıya ulaşmamızın nedenleri aşağıda kısaca açıklanmıştır.
1. Tasarı, TİHK’nın bağımsızlığını güvence altına almamaktadır. İnsan hakları ihlallerinin temel sorumlusunun devletler ve hükümetler olması, ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumun da mutlak surette devletin yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olmasını gerektirirdi.

Ancak TİHK Yasa Tasarısı, bağımsızlık gereklerini yansıtmaktan uzaktır, çünkü bu tasarıyla esasen mevcut Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, TİHK olarak yapılandırılmaktadır.

Tasarı, İnsan Hakları Başkanlığı’nın TİHK olarak yapılandırılmasına olanak tanıyacak biçimde düzenlemeler içermektedir. Paris İlkeleri her ne kadar “var olan kurum/ların” ulusal kurum olarak belirlenebilmesine olanak tanımakta ise de bu, bir devlet kurumunun isminin değiştirilerek Paris İlkeleri’ne uygun bir kurum addedilmesi anlamına kesinlikle gelmemektedir. Nitekim AB uzmanları, Tasarı ile İnsan Hakları Başkanlığı ve TİHK arasında kurulan ilişkiyi net biçimde eleştirmektedir; “Özellikle bağımsızlık ve kamuoyu güveni nedeniyle, mevcut Devlet yapıları ile UİHK arasında net bir ayrım olması gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle, İnsan Hakları Başkanlığı UİHK ile hiç bir şekilde ilişkilendirilemez. Aksi takdirde, UİHK’nın fiili ve görünürdeki bağımsızlığına, dolayısıyla da Paris İlkeleri ile uyumuna ciddi bir şekilde gölge düşürür.”

2. Tasarının öngördüğü atama prosedürü bağımsızlık ilkesine aykırıdır. Tasarı, TİHK’yı Başbakanlığın yani Hükümetin sorumluluğu altında düzenlemektedir. Herhangi bir kurum ancak onu oluşturan bireyler kadar özgür olabilir. Dolayısıyla atamanın hangi organ tarafından yapılacağı ve seçim süreçlerinin nasıl işletileceği konusu son derece önemlidir.
Yasa tasarısı, Kurul üyelerinin adaylıklarının Başbakanlık üzerinden Bakanlar Kurulu’na sunulacağını düzenlemektedir. Bu uygulamada adaylar öncelikle Başbakanlığın denetiminden geçmektedir. Yanı sıra başkanın, ikinci başkanın ve üyelerin seçimi Bakanlar Kurulu’na bırakılmış durumdadır. Başbakanın yanı sıra Bakanlar Kurulu, hükümet politikalarını uygulayan bir yürütme organı olmasına karşın, bu kişilerin ve kurul üyelerinin seçiminde, onların bağımsızlıklarını güvence altına almak üzere hiçbir kriter öngörülmüş değildir. Adaylar, Bakanlar Kuruluna gönderilmek üzere başvurularını Kuruma (ya da ilk üyeler için Başbakanlığa) vereceklerdir. Ancak Bakanlar Kurulu’na gönderilmeden önce Başbakanlığın ya da Kurulun listeye bir filtre uygulayıp uygulamayacağı net olmadığı gibi Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterleri de belirlenmiş değildir. Bu da aslında Hükümetin elinde, istediği zaman istediği üyeleri atama yolu ile kurumu denetim altında tutma olanağı tanımaktadır.
Oysa, Paris İlkeleri ışığında TİHK hem hükümetten bağımsız olmalı ve hem de bağımsız olduğu yönünde kamuoyuna güven verebilmelidir. Bunun sağlanmasının yolu da STK’ların, akademinin ve meslek örgütlerinin dahil olduğu geniş katılımlı bir aday belirleme sürecinin sonunda üyelerin TBMM tarafından nitelikli çoğunluk ile seçilmesinden geçmektedir. Genel Kuruldaki oylamanın öncesinde İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu (veya görevlendireceği bir alt komisyon) adaylarla yüz yüze görüşerek genel kurula indirilecek nihai adayları belirlemelidir.
Kurumun ilişkisi idare ile değil idare üzerinde meclisin genel denetim yetkisine dayanılarak kurulan Sayıştay ve Kamu Denetçiliğinde olduğu gibi TBMM ile olmalıdır. Bu husus anayasanın özünü oluşturan insan hakları kavramına ve bu kavrama dayalı denetim açısından çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu çerçevede, 5018 sayılı Kanunda da üst kurullarla birlikte II sayılı cetvelin “B) Özel Bütçeli Diğer İdareler” bölümünde değil açılacak V sayılı Denetim Kurumları” cetvelinde Kamu denetçiliği, Sayıştay ve ilerde kurulacak benzeri kurumlarla (ayrımcılık kurumu gibi) birlikte yer almalıdır.

3. Tasarının öngördüğü görevden alma prosedürü bağımsızlık ilkesine aykırıdır. Görevden alma yetkisi bir ulusal kurumun bağımsızlığı ile yakından ilgilidir. Bağımsızlıktan ödün vermemek için ulusal insan hakları kurumu üyeleri kadro güvencesi altına alınmış olmalıdır. Başkanın ya da Kurul üyelerinin görevlerine keyfi biçimde son verilmesi olasılığının önüne geçilebilmesi için hangi koşullarda görevden alınabileceğini belirten objektif kriterler yasada açıkça ifade edilmelidir.

Keza, insan hakları ihlallerine dair şikayet alan ve ihlalleri tespit edip, sorumluları açığa çıkararak önlemeye çalışan kurumlar için “dokunulmazlık güvencesi” bağımsızlığın olmazsa olmazıdır. Dokunulmazlık güvencesi, görev sırasında ya da nedeniyle yapılmış olan eylemler ve işlemler nedeniyle başkan, üyeler ve çalışanlar hakkında soruşturma ve dava açılmasına karşı yargı bağışıklığı tanınması anlamındadır. Bu koruma pek çok ülkede yargıçlara tanınana benzerdir.

TİHK Kanun Tasarısında başkan, başkan yardımcısı ve üyeleri kapsayan bir “üyelik teminatı” maddesi bulunmakta ise de bu madde, yukarıda değinilen kapsamda bir teminat sağlamaktan son derece uzaktır. Öncelikle, bir “yargı bağışıklığı” değil, sadece “yakalanmama, üzerlerinin ve konutların aranmaması, sorgulanmama” güvencesi getirmekte ve görevleri nedeniyle yargılanmayacaklarına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, görevleri süresinde dahi yargılanıp haklarında mahkûmiyet hükmü verilebilecektir. Kaldı ki ilgili maddede “görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlardan dolayı haklarında verilen mahkûmiyet kararı kesinleşen” başkan, yardımcısı ve üyeler hakkında üyelikten çıkarma kararı verilebilecektir.

Keza, üyeliklerin belli koşullarda düşürülebileceği öngörülmüş olmakla birlikte “Kurul kararlarının süresi içinde imzalanmaması veya karşı oy gerekçesini süresi içinde yazılı olarak bildirilmemesi” de üyeliğe son verme gerekçesi olarak belirtilmiştir ki bu, kötüye kullanmaya son derece açık bir düzenlemedir.
Kısacası Tasarıda, Kurul başkan ya da üyelerinin görevlerine hiçbir biçimde keyfi olarak son verilemeyeceğine dair açık ve objektif kriterlerin bulunmaması TİHK’nın bağımsızlığını ciddi bir şekilde zedelemektedir.

4. Tasarının öngördüğü mali yapı bağımsızlık ilkesine aykırıdır. Paris İlkeleri’ne göre oluşturulacak ulusal kurumun mali bağımsızlığı ile işlevsel bağımsızlığı arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.

Tasarıda TİHK’nın gelirleri, diğer gelirlerin yanı sıra “genel bütçeden ayrılacak yardımlar” olarak belirtilmiş durumdadır. Ayrıca Tasarıda, Kurumun sahip olacağı finansal özerkliğin hangi düzeyde olacağı açık değildir. Bu da uygulamada, Kurumun uygun ve bağımsız bir bütçeye sahip olmasını güvenceye almamaktadır.

Nitekim bütçeye ilişkin bu güvencesiz durum başkana verilen münhasır yetkiyle daha da belirginleştirilmiştir. Başkan, yıllık bütçenin ve mali tabloların hazırlanmasında olduğu gibi kullanımında da münhasıran yetkilidir. Gider kalemlerinin belirlenmesinde, örneğin, ad hoc ziyaretlerin yapılması başkanın “gerekli görmesi”ne bağlı olduğu gibi bu ziyaretler için bütçe ayırması için de “gerekli görmesi” gerekli ve yeterli olacaktır. Bütçenin belirlenmesinin ve bütçe üzerine yapılacak tasarrufun tek bir kişiye devredilmesi katılımcılık ve çoğulculuk anlayışına tamamen aykırı olduğu gibi keyfi uygulamalar için de uygun bir zemin sunmaktadır. Kurul üyelerinin bütçe sürecine katılımı sağlanmalı ve kurumun bütçesi ile harcanma şekli ana hatları ile internet sitesi üzerinden de kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Ayrıca Tasarıda var olan “Kurumun gelirlerinden elde edilecek gelirler” düzenlemesi, kurumun, gelir elde etmek üzere bütçeyi yatırım aracına dönüştürme riski taşımaktadır.

Üst kurullardan farklı olarak kendine mahsus bir geliri olmayan kurumunun bağımsızlığını koruyabilmesi için bir vergi kaleminin (dolaylı vergiler insan hakları konusunda uygun olmayacağından tercihan gelir vergisinin) belirli bir bindelik oranının yasayla kuruma tahsis edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca kurumun bütçesini doğrudan TBMM’ne sunabilmesi gerekir. Kurum uluslararası kaynaklar gibi diğer kaynaklardan fon sağlama konusunda özgür olmalı ancak bu durum, ulusal mekanizmanın kamu kaynaklarından sağlanan diğer fonlara başvurusunu engellememelidir. Tam tersine, hükümetler böylesi kaynakları yaratma sorumluluğu altındadır.
. Başkanın
5. TİHK, önceki tüm insan hakları kurumları gibi bir başkanlık mekanizması olarak tasarlanmıştır. Başkanın istememesi durumunda kurumun çalışma imkânı neredeyse yoktur.
Kanun Tasarısı, TİHK için ikili bir kurumsal yapı öngörmektedir: Başkanlık sistemi ve İnsan Hakları Kurulu. Tasarıda tanımlandığı biçimiyle Kurul ile Başkanlık arasındaki yetki gücü bakımından oldukça büyük bir fark görülmektedir. Bu durum Kurulun şekli bir işlevi olacağı kaygısına yol açmaktadır. Toplanma usulleri, TİHK’nın işlevlerine katılım, alınacak kararlara katılım gibi konularda Kurul’un işlevsiz kalacağı kaygısını güçlendirmektedir.

İşbölümünün baştan yapılması son derece yanlıştır. Ayrıca Kurul Başkanı olmak için hiç bir koşul getirilmediği gözlenmiştir. Atama usulü de dikkate alındığında olumsuz sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır.

Kurula üye olarak atadığımız kişilere adeta güvensizliğin göstergesi olan başkanın doğrudan atanması insan hakları nosyonu ile de uyarlık göstermemektedir. Kurul, başkanını kendi seçmelidir. Yetki ve görevlerini belirlemede de söz sahibi olmalıdır..

6. Tasarı, üyelerin seçim kriterlerini Paris İlkeleri’ne ve TİHK’nın işlevlerine göre belirlememiştir. İnsan hakları alanında çalışmak ve mücadele etmek, doğası gereği farklı mesleki arka planlara ve disiplinlere sahip uzmanların birlikte çalışmasını gerektirir. Bu gerekliliğe karşın Başkanlık ve üyelik için sadece üç koşul sayılmıştır;
– Devlet Memurları Kanunu’nda gerekli bazı özellikleri taşımak,
-Üyelik başvurusu yapıldığı tarihte herhangi bir siyasi partinin organlarında görevli/yetkili olmamak,
-En az lisans düzeyinde eğitim almış olmak.
Bunların dışında uzmanlık/deneyim, yeterlilik, yetkinlik, ulusal/uluslararası ölçekte tanınırlık gibi kriterler aranmamaktadır.

Bir ulusal kurumun başlıca işlevleri, ayrıntılı iş tanımlarının geliştirilmesi için bir temel oluşturur. Oysa Tasarıda, TİHK’nın işlevlerinin ne olacağı açıkça belirtilmemiştir. Bu da üye seçiminde aranacak niteliklerin belirsizleşmesine yol açmaktadır.

Öte yandan ayrımcılık unsurları taşıyan Devlet Memurları Kanununun 48. Maddesini bir başvuru kriteri haline getirmek, Kurulun kalitesini olumsuz yönde engelleyecektir.

İnsan hakları uzmanlığı çeşitli biçimlerde edinilebilir. Bu nedenle de üniversite mezunu olmakla Kurul üyeliği için gerekli insan hakları deneyimine sahip olmak arasındaki bağlantı açık değildir. Yasada öngörülmüş koşullar, bu koşulları karşılayamayacak olan insan hakları savunucuları bakımından orantısız bir sonuç doğurabilecektir. Bu düzenlemeler örneğin TCK m.301 gibi, insan haklarına aykırı yasal düzenlemeler nedeniyle sorgulanmış ya da soruşturulmuş gazeteciler veya sivil toplum kuruluşlarından bireyleri etkileyebilecektir.

Ayrıca Tasarıda, “ilgili sivil toplum, sosyal ve mesleki kuruluşların, düşünce akımlarının, üniversitelerin, uzmanların çoğulcu bir şekilde temsiline özen gösterilir” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade son derece muğlak ve keyfi seçimlere olanak sağlayacak bir ifadedir.

Üyelik kriterleri konusu, Kurumun bağımsızlığı ile birlikte düşünüldüğünde TİHK’nın sıradan bir devlet kurumu gibi tasarlanmış olduğu açık biçimde görülmektedir. Dolayısıyla, üyelik için gerekli kriterler, kurumu hantallığa düşürmeyecek biçimde, genişletilmeli, insan hakları savunucularını kapsamalı ve netleştirilmelidir.

Bu kriterler aynı zamanda Kurum çalışanlarını da kapsayıcı biçimde tasarlanmalıdır. Kurum çalışanları da açık ve şeffaf bir usulle, insan hakları alanında deneyimi olanlar arasından ve Kurum’un kendisince belirlenmelidir. Diğer devlet kurumlarından TİHK’ya geçerek çalışmak isteyenler için de aynı seçim kriterleri geçerli olmalıdır. Otomatik kaydırma yapılması Kurumun bağımsızlığını kesinlikle zedeleyecektir.

7. Tasarı, Paris İlkeleri’nin öngördüğü çoğulculuğu güvence altına almamaktadır. Paris İlkeleri’nde de belirtildiği gibi, ulusal kurumun bağımsızlığını güvence altına alacak unsurlardan birisi de böylesi bir kurumun karar verme organı içinde yer alanların çoğulculuk ilkesine uygun bir biçimde oluşturulmasıdır. Yanı sıra, karar verme organının farklılıklara saygı gösterme yeteneği ile donatılması gerekir. Bu nedenle ulusal kurumun, bulunduğu ülkenin toplumsal profilini olabildiğince geniş bir şekilde yansıtması sağlanmalıdır. Belli bir etnik, dinsel, kültürel ya da mesleki grubun üyelerinden oluşan bir ulusal kurum, toplumdaki çeşitliliği yansıtmaktan uzaktır ve bundan ötürü de içinden geldiği toplumu tam olarak temsil edemez.
Paris İlkeleri’nin öngördüğü çoğulculuk ve farklı uzmanlık alanları, uygulamada çıkabilecek zorluklardan da önce Yasa tasarısı ile sınırlandırılmış durumdadır. Oysa ki insan hakları, farklı mesleki arka planlara ve disiplinlere sahip uzmanların birlikte çalışmasını gerektiren bir alandır.

Bununla birlikte Tasarıda çoğulculuğu, farklı toplumsal grupların, STK’ların ve sivil toplumun temsilini güvence altına alan herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Ayrıca Tasarı, cinsiyet dengesini ve eşitliğini de gözetmemiştir. Kısacası Tasarı bu haliyle temsilde çoğulculuk ilkesini sağlayamamaktadır.

8.Tasarı, TİHK’ya insan hakları ihlallerini önleme imkanını yeterince sunmamaktadır. Tasarı ile TİHK’ya geniş bir yetki alanı sunulmuş olmakla birlikte bu yetki alanı Paris İlkeleri’nde öngörülenin aksine spesifik ve ayrıntılı olarak belirlenmemiştir. Bu yetkiler arasında en azından aşağıda sayılan konular yer almalıdır;

• Kadına yönelik şiddet de dahil olmak üzere kadının insan hakları ve ayrımcılık.
• Düşünce özgürlüğü ve Bilgi (edinme) Özgürlüğü.
• Ordu ve güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği ihlaller.
• Mahpusların insan hakları.
• Çocuk hakları.
• LGBTT hakları
• Azınlıklara ya da dezavantajlı gruplara yönelik ayrımcılık
• Irkçılık ve nefret suçları ile mücadele

Tasarıda her ne kadar Kurumun şikayet ve başvuru alacağı düzenlenmiş ise de, şikayetçi ve başvuru sahiplerine yönelik herhangi bir koruma önlemi öngörülmemiş durumdadır. Kuruma başvuran ya da bilgi veren kişilerin bu başvurularından dolayı herhangi bir zarar görmeyeceklerine, misillemeye uğramayacaklarına dair güvencenin olmaması durumunda Kurumun “önleme” işlevini yerine getirmesi eksik kalacaktır.
Kamuoyu oluşturma gücü ulusal insan hakları kurumlarının en önemli yaptırım gücüdür. Dolayısıyla kamuoyunun duyarlılığın arttırılması ve bilgilendirme faaliyetlerinin yanı sıra kamuoyunda ihlallere yönelik tepkiler yaratılması herhangi bir sınırlamaya tabi olmamalıdır. Kurumun bilgi ve belgeye erişimi sınırsız olmalıdır (“any person-any document” ilkesi).

Tasarıda “Kurum, faaliyetleri hakkında internet ortamı ve resmî bültenler aracılığıyla kamuoyunu azamî ölçüde bilgilendirir” şeklinde bir ifadeye yer verilerek ilk bakışta böyle bir eğilim benimsenmiş gibi görünmektedir. Bununla birlikte buradaki sorun “azami” kavramıdır ve bu ifade, bilgilendirmenin sınırlandırılabilmesi riskini taşımaktadır. Nitekim kanun tasarısının çeşitli yerlerinde “kurulca gerekli görülen” bilgilerin kamuoyu ile paylaşılacağı belirtilmektedir. Aynı sorun raporların açıklanmasında da kendisini göstermektedir. Kurulun hangi ölçütleri göz önünde bulundurarak bu gerekli görme işlevini yerine getireceği ise belirtilmemiştir. Bu ifade “güvenlik” ve “devletin çıkarları” gibi gerekçelerle bilgilendirmenin gerçekleştirilmeyeceği uygulamalarını akla getirmektedir ki, bu da insan hakları ihlalleri alanındaki cezasızlığın bilinen gerekçelerindendir. Rapor hazırlama görevinin salt uzmanlara terk edilmiş olması ise bir başka sorundur.

Bilgilerin ve raporların kamuoyuna açıklanmasında “açıklık” esas olmalı ancak raporda adı geçen kişileri tehlikeye düşüreceğinden kaygılanılan durumlarda, başkaca önlemler alınamıyorsa, bu bilgilerin paylaşılamayacağı konusunda bir ilke kabul edilmelidir.

9. Tasarı, BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Protokolü’nün (Seçmeli Protokol) öngördüğü nitelikte bağımsız, işlevli ve etkin bir önleme mekanizmanın oluşturulmasına izin vermemektedir. Çünkü Seçmeli Protokol’ün öngördüğü bağımsızlığı güvence altına alınmış “ulusal önleme mekanizması” söz konusu Tasarı ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun bir alt birimi haline getirilmektedir. Bu, “ulusal önleme mekanizması”nın oluşturulması sürecinin de kapsayıcı ve şeffaf olmadığı anlamına gelmektedir.

BM İşkenceyi Önleme Alt Komitesi tavsiyeleri gereği de, UÖM’nin yetkileri, yapısı, işlevsel bağımsızlığı, görev tanımı ve üyelik koşulları özel bir yasayla belirlenmesi gerekirken Kanun Tasarısında işkenceyi önleme görevini üstlenecek birimin işlevli ve etkin kılacak ayrıntılı düzenlemelere yer verilmemiştir.

Seçmeli Protokol’ün en temel özelliği, işkenceye karşı diğer uluslararası belgelerin aksine, ihlal olduktan sonra alınacak tedbirleri değil ihlalin gerçekleşmesini engelleyici önlemleri öncelemesidir. Bu nedenle de önleyici bir karaktere sahiptir. Ancak, TİHK Kanunu Tasarısında, önleyici karaktere ilişkin herhangi bir perspektif yer almamakta, önleyici ziyaretlere nasıl karar verileceği belirtilmemekte ve ziyaretlere ilişkin Seçmeli Protokol’de sayılan güvencelere de yer verilmemektedir.

Bunların yanı sıra Tasarıya göre sınırlı sayıda kişiyle görev yapacak olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun, öngörülen yapısıyla işkenceyi önleme fonksiyonunu etkin bir şekilde yerine getirebilmesi fiziki olarak mümkün değildir. Zira işkence ve kötü muameleyi önlemek üzere oluşturulacak bağımsız “önleme mekanizması” bu kapsamda sadece emniyet ve jandarma birimlerini değil aynı zamanda sivil cezaevleri, askeri cezaevleri, askeri disiplin koğuşları, askeri üslerde bulunan güvenlik birimleri, sığınmacı ve mültecilerin tutulduğu birimler, hastanelerin kapalı tedavi birimleri, yatılı okullar, yetiştirme yurtları gibi kişilerin kendi iradeleri ile ya da iradeleri olmasa da konuldukları ancak kendi iradeleriyle ayrılmalarına izin verilmeyen her türlü mekân ve koşulları denetlenmek durumundadır. Oysa ülkemizde halen sadece Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı 3.220 hizmet birimi, Adalet Bakanlığı’na bağlı içinde 31.01.2012 tarihi itibariyle, 131.317 mahkûmun yaşadığı 377 adet cezaevi bulunmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılı Faaliyet Raporu’na göre yıl içinde 440.959 kişi hakkında, suç soruşturmaları kapsamında bir özgürlüğün kısıtlanması biçimi olan “yakalama” işlemi uygulanmıştır. 2011 yılı sonu itibariyle Jandarma Genel Komutanlığı’nda 211.950, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde 240.357 ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nda 5.498 personel görev yapmaktadır. Tüm bu sayılar ziyaret edilecek mekân ve görüşme yapılacak kişi bakımından iş yükü ve sorumluluğun ne denli büyük olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Tasarının öngördüğü gibi toplam 11 kişiden oluşacak TİHK’nın alt birimi olarak daha az sayıda kişiyle görev yapacak bir “önleme mekanizması”nın bu iş yükünün altından kalkabilmesi mümkün değildir.

TBMM, Seçmeli Protokol’ü 12 Mart 2011 tarihinde de onaylamıştır. Onay prosedürünün BM ile ilgili bölümü ise 27 Eylül 2011 tarihinde tamamlanmıştır. Türkiye bu tarihten itibaren 1 yıl içinde Seçmeli Protokol’ün gerektirdiği bağımsız önleme mekanizmasını oluşturmak zorundadır. Bu, yeni bir durumdur ve işkence ile mücadele açısından gerçekten çok büyük bir imkân yaratmaktadır. Bu bakımdan Bakanlar Kurulu içinde oluşturulan Reform İzleme Grubu’nun 16 Mart 2012 tarihindeki 25. toplantısında belirtildiği gibi, Seçmeli Protokol’ün onaylanmasının getirdiği yükümlülükten hareketle, işkencenin önlenmesine yönelik ulusal önleme mekanizması görevinin de, kurulması öngörülen Türkiye İnsan Hakları Kurumu tarafından yerine getirilmesi asla kabul edilemez. Bu imkân, yukarıda sıralanan nedenlerden dolayı bağımsızlık, tarafsızlık koşulları, görev ve bütçe güvenceleri sağlanmamış, kadro imkanları kısıtlı, iş yükü çok fazla olması sebebiyle “işlemeyen bir kurum” haline gelme olasılığı çok yüksek Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun bir alt birimi olarak hiç bir şekilde harcanamaz. Aksi durum işkence yasağının mutlak karakterine aykırı davranmak anlamına gelecektir.

Komisyonda yapılan müzakereler sonunda ortaya çıkan kanun tasarısı gerçekleştirilen kimi kısmi değişikliklere karşın TİHK adı altında bir hükümet kuruluşunun oluşmasını engelleyebilmiş ve Türkiye’nin saygın insan hakları kuruluşları ve kanaat önderlerinin eleştirilerini ve tavsiyelerini karşılayabilmiş değildir. Özellikle tartışmanın merkezinde yer alan 5. Maddedeki kurul üyelerinin niteliği ve seçimi usulü Paris ilkeleriyle çelişme halindedir ve çoğulculuk ve bağımsızlık ölçütlerinin karşılanmasına engeldir.
B.M. İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve B.M. Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş olan insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için kurulan ulusal kuruluşların statüsüne ilişkin Paris İlkeleri olarak bilinen ve Türkiye’nin de benimsediği temel yaklaşıma göre seçimin aşağıdaki yöntem ve kriterlere uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekirdi.

Ulusal kuruluşların oluşturulması ve üyelerinin seçimle veya başka bir yoldan belirlenmesi, insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasıyla ilgili (sivil) toplum güçlerinin çoğulcu bir biçimde temsil edilmesini sağlayacak gerekli bütün güvencelerin varolduğunu gösteren bir usulle yapılmalıdır. Bu da özellikle,
a) İnsan hakları ve ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyle ilgili sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve örneğin hukukçu, hekim, gazeteci ve bilim insanlarını bir araya getiren sosyal-mesleki kuruluşların,
b) Din ve felsefi düşünce akımlarının,
c) Üniversitelerin ve nitelikli uzmanların,
d) Parlamentonun,
e) (ancak istişari mahiyette katılmak koşuluyla) yönetimin temsilcileriyle etkin bir işbirliğine imkan veren yetkilerle veya bu temsilcilerin bu kuruluşlara katılımıyla gerçekleştirilebilir.

Oysa hem kurul üyeliği nitelikleri hem de seçim usulleri kurulun yukarıda belirtilen güvenceler ve ehliyetten yoksun olarak gerçekleşmesine yol açarak insan hakları mücadelesinde bağımsız kuruluşların geliştirdiği düzeyin ve erişilen kapasitenin çok gerisine düşen bir hükümet organı kurulmasına yardımcı olmaktadır.

Türkiye’de gerçekleşen insan hakları ihlallerinin özellikle hükümetin Kürt Sorunu’nu “terör”e indirgeyerek uyguladığı güvenlik eksenli ve şiddet kullanılarak yürütülen siyasetten ve uygulamalardan kaynaklandığı ortadadır. İnsan hakları ihlalleriyle mücadelede kendisine bel bağlanılan TİHK’ın doğrudan doğruya hükümet yanlısı üyelerce oluşturulmasını kanunlaştırmak kaçınılmaz olarak insan hakları kavramının “terörle mücadele” adı altında sürdürülen şiddet pratiklerinin mazur gösterilmesine yardımcı olacaktır.

Bu haliyle yasa insan haklarının korunmasını ve geliştirilmesini kamu güvencesi altına almaktan çok insan hakları ihlallerini hükümet güvencesine kavuşturarak güvenlik siyasetine eklemlemekte ve kurumu muhalif politik güçlerin karşısına dikmektedir.

Bunun da ötesinde bir ulusal insan hakları kurumunun oluşumu sırasında Türkiye’deki saygın ve faal hak kuruluşlarının hak haberciliği yapan gazetecilerin, kanaat önderlerinin önerilerinin dışlanmasının daha da vahim bir sonucu bu kuruluş ve kişilerin kaçınılmaz olarak karşıya alınmasına ve kuruluşun gölgesinin bağımsız insan hakları kuruluşlarının üzerine düşmesine ve görünürlüklerinin zedelenmesine de yol açacaktır. Tasarının bu haliyle yasalaşması insan hakları mücadelesinin önüne katkıdan çok yeni bir devlet destekli “köstek” konulması sonucunu doğuracaktır.

Tasarının 4. Maddesinin 1. Fıkrasına talebimize karşın “girişimlerde bulunmak” ibaresinden sonra “ihlal vakalarına hükümetin dikkatini çekmek, hükümetin tavrına ilişkin görüş bildirmek” ibaresinin eklenmemiş olması da Paris İlkeleri’nde Ulusal kuruluşların görevleri sayılırken ifade edilen“Ülkede olup biten insan hakları ihlalleri vakalarına hükümetin dikkatini çekerler, bu ihlallerin son bulması için hükümete her türlü girişimi önerirler ve gerektiği takdirde hükümetin tavır ve tepkilerine ilişkin görüş bildirirler.” hükmünün, hükümet karşısında ulusal kuruluşlara verdiği görev ve yetkilerden TİHK’in kendini tamamen azad etmiş ya da hiçbir zaman böyle bir yetkiyi üstlenmeye girişmemiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sonuç TİHK’in hükümetin insan haklarını ihlal eden icraatını ya da ihlaller karşısında görevlerini yerine getirmekten kaçınmasını eleştirme ve uyarmakla kendisini görevli saymadığını göstermektedir. İnsan hakları ihlallerinin asli faili her zaman istisnasız yürütme ve onun organları olduğuna göre tasarı bu haliyle yasalaştığı takdirde somut devlet ve hükümet pratiklerinden ziyade soyut genellemelerle yetinmeye baştan mahkum edilmiş işkence, kötü muamele, insan onurunu kırıcı,kadın ve çocuk haklarını hiçe sayan, çalışma, sağlık, eğitim ve ekolojk hakların hükümetçe ihlal edildiği her durumda nesnesi olmayan tespitlerle yetinmek zorunda bırakılmış olacaktır.

Tasarının 4. Maddesinin 2. Fıkrasında sayılan kurumun yetkileri arasında “kurum uygun gördüğü insan hakları ihlallerine el koyabilir.” ibaresinin talebimize karşın sayılmamış olması TİHK’yi proaktif bir konumdansa reaktif bir konuma yerleştirmektedir. Bu fıkranın kuruma tanıdığı yetki “ihbar ve şikayette bulunmak”tan ibarettir. Oysa Paris İlkelerinde yetkiler arasında Ulusal Kurulular“Uygun gördükleri insan hakları ihlalleri vakalarına el koyarlar” denilmesinin pratik anlamı bir işkencehanede, polis merkezinde, kışlada, cezaevinde veya zalimlerin iş gördüğü başka herhangi bir yerde insanların yaşamlarına ya da bedensel bütünlüklerine yönelik bir saldırı haberi alındığında kurum yetkililerinin hiçbir bürokrasiye takılmaksızın olay yerine intikali ve kamu otoritesini harekete geçirme imkanı sağlamakla ilgilidir. Bu fıkra varolan haliyle yasalaşacak olursa kurul asla ihlal vakalarının kendisine ulaştırıldığı etkin bir merkez olarak görülmeyecek ve ihlalci güçler nezdinde caydırıcı ve önleyici bir kurum gücü edinemeyecektir.

Bütün bu nedenlerle komisyon raporuna muhalifim.