“Özgürlük” Demek “Sermayeden Özgürlük” Demektir

Ertuğrul Kürkçü, grev yasağına karşı emekçilerin yanında olduğunu ilan etti ve sendikal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerektiğini savundu.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bunun mecburen “aleyhinde” diye nitelendirildiğine değinmeyi gereksiz görüyorum. Aslında, bu araştırma önergesini belki daha da derin yapmak için bunun bazı eksikliklerine değinilebilir ama sanıyorum asıl mesele bu değil.

Şimdi, birincisi: Yarın 30 Mayıs. 30 Mayıs 1937’de Amerika Birleşik Devletleri’nde grev yapan Republic Steel fabrikasında çalışan silahsız işçiler polisin saldırısına uğrayarak 10’u öldürülmüş, dövülerek yaralanan 28 işçinin 9’u da sürekli felç olmuştu. Sendikal mücadele böyle ağır, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde de, geri ülkelerinde de böyle ağır koşullardan geçerek bugüne geldi. Ancak günümüzde, Türkiye’de -apaçık araştırma önergesinin gerekçesinde de yazıldığı gibi- sürekli olarak sendikalar üye kaybederek, kan kaybederek çalışma hayatı şekilleniyor. Ben on sekiz yaşındayken Türkiye’de sendikalı, toplu sözleşme hakkı olan 1 milyonu aşkın işçi vardı. Aradan bunca yıl geçtikten sonra yani tam kırk altı yıl sonra, Türkiye’de bugün sendikal olarak sözleşme yapma yetkisine sahip 600 bin işçi var. Türkiye’nin nüfusu o güne kıyasla 2 kattan fazla arttı.

Bu durumda hakikaten araştırmaya değer bir durum vardır çünkü sendikaların varlığı ve genişliği, aslında bir ülkedeki siyasi haklar ve özgürlükler alanının genişliği hakkında bir fikir verir çünkü günümüzde “özgürlük” demek “sermayeden özgürlük” demektir; “Sermayenin hâkimiyet alanı ne kadar kısıtlanmış ise geri kalan halk için o kadar çok özgürlük var.” demektir. Bu kadar az sendika, o zaman, bizi -apaçık durum ortada- 1960’ların ikinci yarısı, 70’ler başına göre özgürlükler bakımından çok daha geri bir yerde tutuyor; bu açık, bunun saklanacak tarafı yok. O zaman, bu araştırma sadece bir sendikal hak araştırması, sendikal genişlik, genlik araştırması değil, aynı zamanda bir özgürlük araştırması olarak da görülmelidir.

Geçtiğimiz yıl, 2011 yılında, bankalar, sadece bankalar toplam 20 milyar Türk lirası kâr ettiler. İşçi ücretleri ise bir önceki yıldan sadece yüzde 6 düzeyinde arttı, ortalama işçi ücreti ama bu, sendikalı ve düzenli çalışan işçiler içindi, geri kalanlar ise sendikasız ve düzensiz çalışan yaklaşık 20 milyon insanın gerçek ücretleri geriledi.

Bu durumda, Türkiye’de hem özgürlüğün hem refahın artışı, apaçık işçi haklarının nasıl geliştirileceğine ve nasıl güçlendirileceğine bağlı iken, Hükûmetin önlemleri son derece dramatik bir biçimde bunun tersine işliyor. Önümüzde bir yasa değişikliği tasarısı var. 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 29’uncu maddesinin birinci fıkrasına bir hüküm daha ekleniyor -6’ncı madde- havacılık hizmetlerinde de grev yasağı var.

Bakın arkadaşlar, hangi iş kollarında grev yasağı vardı? Can ve mal emniyeti, cenaze ve tekfin, enerji ve petrokimya için gaz, linyit ve sair maden çıkarımı ve gaz çıkarımı, banka ve noterlik hizmetleri, ulaştırma, kara ve demir yollarında –kamu tarafından işletilen- otobüslerde, tramvaylarda. Şimdi buna havacılığı da ekliyorsunuz.

Bu kadar çok grev yasağıyla belirlenmiş bir çalışma yasası içerisinden nasıl olup da bir özgürlük imkânı çıkartabileceğinizi ben size sormak istiyorum.

Ama çok açık olarak söylüyorum, havacılık iş kolunda Türk Hava Yolları çalışanlarının giriştikleri bu grev, sadece Türk Hava Yollarında çalışanların değil, aslında köle ücretine özel hava yollarında çalışan işçilerin, emekçilerin de  özgürlükleri, kurtuluşları, kendi mücadelelerini özgürce yürütmelerinin önünde son derece önemli bir başlangıçtır. Bütün kalbimizle, ruhumuzla, gücümüzle Türk Hava Yolları çalışanlarının yanında olduğumuzu duyuruyoruz.

Başbakan, 20 Ekim 2011 tarihli Vatan gazetesinde yayınlandığına göre Kızılcahamam’da yapılan toplantıdan sonra demiş ki buna katılan milletvekillerine: “Önümüzdeki dönem yeni anayasa değişikliği sırasında siyasi grev, lokavt, dayanışma grevi, genel grev, işi yavaşlatma ve direniş yasağı anayasada olmasın.” Ama pratik sürece baktığımız zaman gördüğümüz şey, Türk Hava Yollarında çalışanların bugün işlerinden çıkartılmaya başladıklarıdır. Yaptıkları nedir? Aslında bir dayanışma için işi yavaşlatma. Aslında bir grev de yapıyor değiller.

Örnek bir değil, iki değil, araştırmaya kalktığınız zaman zaten araştırma kendiliğinden sizi buluyor. Adana’da Toroslar Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi Adana İl Müdürlüğüne bağlı iş yerlerinde çalışan işçilerin çalıştırıldıkları taşeron Net Enerji ve Taç Elektrik şirketlerine işçi olarak hizmet veren 52 işçi, ücretleri ödenmediği için işe gitmediler. İş Kanunu’nun, ücreti ödeme gününden başlayarak yirmi gün içinde mücbir bir neden dışında ücreti ödenmeyen işçi iş görme borcunu yerine getirmekten kaçınabilir hükmüne dayanarak işe gitmediler ve işlerinden kovuldular, şimdi direnişteler. Oysa bu işçilerin hakkının savunuculuğunu, doğrudan doğruya bu vaatlerde, bu teminatlarda bulunan Hükûmet, onun Çalışma Bakanlığı yapmalıydı.

Hepiniz biliyorsunuz sevgili arkadaşlar, Başbakan bugün grupta yaptığı konuşmada partimizi ve onun siyasetini, siyasette kullanılabilecek en kötü sözlerden biriyle, kalleşlikle suçladı. Doğrusu ben manası nedir, ne manada kullandı diye baktığımda “kalleş”in sözlük karşılığının şu olduğunu gördüm: “Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan. Birine gizlice kötülük eden.” Acaba biz, Adalet ve Kalkınma Partisinin Kürt sorununu çözme siyasetine eşlik edeceğimize söz mü vermişiz? Onunla ortak bir yürüyüşü mü önermişiz? Onun zor siyasetine biz “Özgürlük siyaseti takip edilmelidir.” diye karşılık vermemişiz de zor siyasetine ortak mı olacağız demişiz? Biz, Adalet ve Kalkınma Partisinin, örneğin, Roboski’deki katliamı araştırmasına karışmayacağımızı, buradaki katliamın sorumlularını kulağından tutup ortaya çıkartma işine doğrudan doğruya dâhil olacağımızı söylemişiz de bunu mu yapmamışız yoksa Hükümetin bize “Bundan geri dönün.” uyarılarına boyun mu eğmemişiz? Bunlar bizi kalleş yapmaz sevgili arkadaşlar. Bunlar bize, kendi sözünde duran, kendi bildiği gibi kendi mücadelesini sürdüren, bunun sonuçlarına da razı olan, bunun sonuçlarından yüksünmeyen, bundan ötürü kimseye yalvarıp yakarmayan konumu sağlar. O nedenle, bu söz tıpkı bütün kem sözler için olduğu gibi sahibine ait olmalıdır çünkü işçilere daha çok özgürlük vaadiyle bir anayasa değişikliğine halkı çağıran, burada toplu sözleşme ve grev hakkının sınırını genişleteceğini söyleyen, siyasi grev, lokavt, dayanışma grevi, genel grev, işi yavaşlatma ve direniş yasağı olmayacağını söyleyenlerin, şimdi greve kalkıştıkları için Türkiye’nin her yerinde kent meydanlarında işçileri meydan dayağına çektiren, şimdi Hava-İş kolunda, havacılık hizmetlerinde grev yasağı getirenlerin, acaba bu sözlük karşılığı bakımından nerede durduklarını kendilerine sormak istiyorum.

Biz neyi diyorsak onu yapıyoruz. Biz hükûmet değiliz. Kimsenin siyasetini yürütmüyoruz. O siyasetin tamamen karşısındayız. Dürüstçe, açıkça söylüyoruz: Bu yoldan giderseniz Türkiye’yi de, kendinizi de felakete götüreceksiniz.

Siz bize kalleş mi diyorsunuz? Önce dönün ve aynaya bakın. (BDP sıralarından alkışlar)