Barış, Devlete Bırakılamayacak Kadar Ciddi bir İştir!

Ertuğrul Kükrçü’nün HDP grup konuşması. Tam metin.

 

hdp meclisPervin Buldan : Barış ve Demokrasi Partisi olarak Halkların Demokratik Partisine siyasi ve toplumsal mücadelesinde başarılar diliyor, HDP’ nin bir bileşeni olan Barış ve Demokrasi Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Grup toplantısı bugün Halkların Demokratik Partisi tarafından yapılacaktır tekrar kutluyor, başarılar diliyorum. Konuşmasını yapmak üzere HDP Eş Genel Başkanı Sayın Ertuğrul Kürkçü’yü kürsüye davet ediyorum.

 

Ertuğrul Kürkçü : Bu sıcak karşılama için çok teşekkür ederim. Hepiniz  hoş geldiniz yoldaşlar. Roj baş hevalno, ehlen ve sehlen ya rıfak.

 

Bugün Halkların Demokratik Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisindeki ilk grup toplantısında bir araya geliyoruz. Konuşmama başlamadan önce sevgili Eş Başkanımız Sebahat Tuncel’e çok teşekkür etmek isterim. Çünkü aslında bizim aramızdaki telakkiye ve sıraya göre kadın eş başkanımızın bu ilk konuşmayı yapması daha yerinde olurdu. Ancak kongreden bu yana yaygın medyanın ve devlet medyasının partimizin kendisini bir kadın ve bir erkek eş başkanla temsil etme tercihini hiçe sayarak beni genellikle ilgisiz sıfatlarla anıyor olmasını artık sona erdirmek maksadıyla ve tercihimizi göze batırmak için bu toplantımızda Sebahat Tuncel eş başkanımız, yoldaşımız yerini bana bıraktı. Demek ki, herkes bilsin, HDP’nin iki eş başkanı var. AKP’nin bile, her ne kadar ikisi de bıyıklı olsun diye düşünülüyorsa bile, eş başkanlık kurumunu kabul etmeye meylettiği bir dönemde yaygın medyanın bunu ısrarla görmezden gelmek ve statükoyu yeniden üretmek yolundaki düşkünlüğünü açıklamakta aslında güçlük çekiyoruz. Ben şöyle düşünüyorum. Acaba, yoksa eş genel başkanlıktan sonra eş genel yayın yönetmenliğinin de medyamıza hakim olacağına dair bir korkuyu mu yansıtıyor? Öyle ise korkunun ecele faydası yok herkesin yanında bir eş yönetici olacak. Halkların Demokratik Partisi bu yolu açtı, Barış ve Demokrasi Partisinin açtığı yoldan içeri girdik, devam ediyoruz bu tercihimize herkesin saygı göstermesini bekliyoruz. Elbette Barış ve Demokrasi Partisi eş başkanları ve grup başkanvekillerimize de çok teşekkür ediyoruz. Kendilerine ait olan bu salonda toplanma hakkını Halkların Demokratik Partisi ile tereddütsüzce paylaştılar. “Hukukumuz böyledir, Biz istediğiniz kadar sizin bileşeniniz olalım söz hakkı bizimdir” demediler. Ekmeği paylaştıkları, mücadeleyi paylaştıkları, hayatı paylaştıkları gibi sözcülüğü de bizimle paylaştılar, onlara da çok teşekkür ediyoruz.

 

Demek ki istenirse Türkiye Büyük Millet Meclisinin sözü büyük partiler arasında paylaştıran statükosu aşılabiliyormuş.  Demek ki aslında her şey laf, yasa değilmiş, her şey hakikatmiş ve hakikat kendisini bir şekilde ifade edebilirmiş. Ama keşke her engeli böylece bir çırpıda aşabilmiş olsaydık sevgili yoldaşlar. Hatırlıyoruz 2011 Genel Seçimleri arifesinde Yüksek Seçim Kurulunun 7 vekilimize adaylıkları dolayısıyla uyguladığı haksız yasağın kaldırılabilmesi için neredeyse ülke çapında bir başkaldırıyı gerçekleştirmek gerekmişti. O günlerde seçme hakkına getirilen bu keyfi yasağı protesto ederken, Bismil’de polis kurşunuyla hayatını kaybeden İbrahim Oruç yoldaşımızı da unutmuyoruz burada, anısı önünde saygıyla eğiliyoruz, anısı bize yol gösterecektir yoldaşlar.

 

Ancak ne yazık ki hayatların fedası dahi her zaman haklarımızın gerçekleşmesine yetmeyebiliyor. Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili Sayın Mehmet Haberal’ı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdıktan sonra yargılamanın tutuksuz sürmesine karar verebilen aynı yargının, halkın vekilleri Hatip Dicle, Selma Irmak, Kemal Aktaş, Gürsel Yıldırım, Faysal Sarıyıldız ve İbrahim Ayhan’ı haklarında istenen cezaların çok daha fazlasını çoktan cezaevinde tamamladıkları halde hiçbir hukuki gerekçe olmadan halâ hapiste tuttuğunu biliyoruz. Mehmet Haberal’a geçmiş olsun diyoruz ancak vekillerimizin de hemen, yarın serbest bırakılmasını istiyoruz. Hukuk, akıl ve fikriyattan yoksun özel yargıçlar topluluğu halkın vekillerini rehin tutar, seçme ve seçilme hakkını böylesine kabaca ihlal ederken zalimane bir biçimde meclisin yetkilerini çiğnerken, yetkileri böylesine iğdiş edilmiş olan bu parlamentonun AKP’li çoğunluğuna da soruyoruz: Genel Kurul salonuna bronz harflerle yazılmış olan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” belgisinin artık bir anlamı var mı sizler için?  Milletin egemenlik hakkını cübbeli zorbalara teslim ettiniz. Kendi adamlarınızı onların hukuksuzluğundan kurtarmak için bir gecede yasalar çıkarttınız, onların önüne yasa duvarları diktiniz ama sıra tutuklu vekillerimize gelince acı bir alay gibi “bizde bağımsız yargı var” demekten yüksünmediniz. Yazıklar olsun size.

 

Sevgili Yoldaşlarım,

 

Halkların Demokratik Partisi Türkiye’nin kendisini bütün bu adaletsizliklerin son bulduğu bir eşitlik ve özgürlük çağına geçişin bir taşıyıcısı olacağı şekilde kurdu. Başlıca hedefimiz Türk-İslam sentezi diye bilinen devlet zihniyetinin yol gösterdiği pratiklerin toplumun 21.yüzyıla açılan yolunun üzerinden kadırılması. Eşitlik ve özgürlüğün yol gösterdiği halk egemenliğinin tesisi, halkların kendi kendilerini yönettikleri demokratik ve toplumsal bir cumhuriyetin kuruluşu, bu demokratik ve toplumsal cumhuriyet içerisinde bütün halkların bu arada Kürt halkının kendi kendini yönetme hakkını, kendi demokratik özerkliğini kazanması böylece kalıcı bir barış ve kalıcı bir demokrasi için 21. Yüzyıla doğru adım atmamız.

 

Bugünün devletine de halâ Osmanlı devletinin çok uluslu ve çok inançlı toplumuna hayali bir Türklük altında birleşmeyi dayatan İttihat ve Terakki Partisinin 19. Yüzyıl artığı ırkçılığı yol gösteriyor. Şatafatlı “ileri demokrasi” lafları Adalet ve Kalkınma Partisinin yeni tek parti rejiminin, 12 Eylül diktatörlüğünün dini devletleştirerek, dini devlete kalkan ederek, kendisini halktan koruma reflekslerini örtmüyor, keyfiliği, firavun zihniyetini kitaba dayandırmak zulmü bizim için kabul edilebilir kılmıyor.

 

Halkların Demokratik Partisi Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Çerkeslerin, Rumların, Ezidilerin, Süryanilerin hak eşitliğine dayalı ve hakları harfiyen anayasal koruma altında bir yeni toplum sözleşmesi etrafında yeni bir dayanışma oluşturma arzularının gerçekleştirilmesi için kuruldu. Halkların Demokratik Partisinin Türkiye’yi taşıyacağı geleceğin toplumunda, devletin tek işi halka hizmet etmek, özgürlüklere yönelik tehditleri bertaraf etmek olacak. Asla ve asla devlet halkın efendisi olmayacak, halk devletin efendisi olacak. Bu yeni toplumda devlet Alevi’ye nasıl ibadet edeceğini, neye ve nasıl inanacağını telkin edemeyecek. Süryani’nin kadim ibadethaneleri üzerinde hak iddia edemeyecek. Sünni’ye devletin yorumunu dayatamayacak. Devlet Diyanet üzerinden özgün İslamiyetin hiçbir zaman kabul etmediği Ruhban sınıfı yaratılmasıyla ilgilenmeyecek.

 

Adalet ve Kalkınma Partisinin bugün hükümet vasıtasıyla sürdürmekte olduğu eski rejimin taşıdığı en yakıcı miras -bir çatışmasızlık sürecinin, silahları geçici olarak devre dışı bırakmış olmasına karşın- hakları için ayağa kalkmış olan Kürt halkına karşı açılmış olan savaş. 21. Yüzyıla barış kapısından geçmeden ulaşmak imkânsız. Ama burada da barışın yükü 30 yıllık savaşta olduğu gibi Kürt halkının ve önderliğinin sırtında. Barış eğer savaş nedenleri ortadan kaldırılarak sağlanacaksa bu çabaların ve çözüm önerilerinin esasen Kürt halkının liderliği ve demokratik güçlerinden geldiğini söylemeye gerek bile yok. Sayın Öcalan’ın, gidişatı “Sırat köprüsü” olarak tanımlaması boşuna değil. Bu kıldan ince köprüden geçmek ancak geçmişin günahlarından arınmış olmakla mümkün. Süreci buraya kadar getiren Kürtler oldu. Kürt halkının önderliği, onun politik güçleri oldu. Hükümeti bu köprü başına kadar getirmek de büyük başarıydı. Ama süreci köprüden geçirip geçirmemek şimdi hükümetin sorumluluğunda. Yoksa hiçbir günahı, yoksa hiçbir vebali bu köprüden geçecek veya bu köprüden düşecek. Ama Kürt halkının özgürlük yürüyüşü asla ve asla durmayacak, dinmeyecek. Eşitliğe, özgürlüğe, kardeşliğe ulaşıncaya kadar hakları teminat altına alınıncaya kadar bu mücadele sürecek. Halkların Demokratik Partisi Kürtlerin de partisidir, onları haklarının da savunucusudur, Türkiye’nin bütün insanlarının savunucusu olduğu gibi. Ama çözümün kaçınılmaz bir sonu, kaçınılmaz bir hedefi var. Bu, hak paylaşımı, egemenliği halkla paylaşmak, merkeziyetçi ve tekçi reflekslerin yerine demokratik kabulleri geçirmek. Ancak bakıyoruz ki hükümet çözümsüzlüğü sürdürürken çatışmasızlığı elde bir kabul ediyor ve adımları ileriye doğru değil geriye doğru oluyor.

 

Türkiye, çatışmasızlıkla öfke ve nefret dolu hesaplaşma günlerini geride bırakarak muazzam bir fırsat yakaladı. Kürt halkı ve demokratik kamuoyu çözüme odaklandı. Çatışma nedenlerini ortadan kaldırmak, hak ve özgürlüklere alan açmak, bunlar için yasal süreçleri işletmekle yükümlü olan AKP hükümeti ise bu süreci Kürdistan’da siyasi tahkimat ve politik muhalefeti tasfiye için ve sindirme amacıyla, özgürlükçü değil güvenlikçi politikalara asılarak geçirmeye yöneldi. Mart’tan bu yana çözüm süreci ile ilgili Mecliste bir komisyon dışında hükümet tek bir yasal adım atmadı. Meclisten bakın hangi yasalar geçti. Bunları buradan okuyayım. Alkol Yasası geçti, Posta Kanunu değiştirildi, Üniversiteler Kanunu çıktı, Torba Yasalar çıktı, Lübnan, Suriye, Irak,  tezkerelerinin süresi uzatıldı, Orta Asya ülkeleriyle balıkçılık ve su ürünleri konusundaki sözleşme geçirildi, Türkiye ile Nijerya arasındaki yatırımların teşviki için yasal adım atıldı ama bu ülkenin iç barışı için 76 milyonu ilgilendiren bir konuda hükümet tek bir yasal adım atmadı. Süreç bütünüyle yasal güvencelerden, yasal denetimden, yasal bağlayıcılıktan uzak bir yerde, hükümetin iki dudağı arasında yürütülüyor.

 

Buna karşılık alan temizliği dolayısıyla ortadan kaldırılması beklenen Terörle Mücadele Kanununun baskıcı hükümleri muhalif yurttaşların ve kurumlarının üzerinde bir kılıç gibi sallandırılmaya devam ediyor. Düşünme, örgütlenme ve siyaset özgürlüğünün önündeki bütün engeller sürüp gidiyor. Silahlar susunca konuşması beklenen siyaset bizzat hükümet eliyle susturulmaya çalışılıyor. Özel yetkili mahkemeler, İstiklal Mahkemelerinin günümüzdeki versiyonudur ve bunlar muhalif kim varsa içeri tıkmaya devam ediyorlar. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik bütün engeller devam ediyor. Aleviler ve farklı inanç grupları üzerindeki baskı, hızından hiçbir şey kaybetmiyor, basın özgürlüğünü sınırlayan bütün baskıcı otoriter uygulamalar aralıksız sürüyor. Biz Halkların Demokratik Partisi olarak söylüyoruz, bir kere daha hükümeti uyarıyoruz. Bu siyaset önünde sonunda çözüm meselesini kırılganlaştırmaktan başka hiçbir sonuç vermeyecek, Öcalan’ın çabaları olmasa büyük bir hızla çatışma ikliminin geriye dönmesi neredeyse kaçınılmaz görünüyor. Neyse ki son görüşmede Sayın Öcalan, Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerimiz, grup başkanvekillerimiz ve Halkların Demokratik Partisi Genel Başkan Vekilimiz Sırrı Süreyya Önder vasıtasıyla çözüm için yeni adımlar bakımından hükümete yeni bir opsiyon tanıdığını dört aylık bir sürecin içinden bu durumu okumaya devam edeceğini ve bu çerçevede çözüm sürecinin tıkanmasına izin vermeyeceğini deklare etti. Ancak ne kadar bu süreç Sayın Öcalan’ın omuzları üstünde devam edebilir? Ne kadar bu süreç milyonlarca halkın sorumluluğunun bir tek insanın omuzlarına yüklenmesiyle gerçek haline gelebilir?

 

Çatışmasızlığın güvence altına alınması, sevgili kardeşlerim, hepimizin sorumluluğu. Her şeyden önce Kürt halkının değil yalnızca Türkiye halklarının, en başta Türk halkının sorumluluğu çünkü bu savaş yalnızca Kürt halkına zarar vermiyor, yalnızca onların evlatlarını ölüme göndermiyor, Türkiye halklarının başta Türkler olmak üzere bu ülkede yaşayan herkesin evlatları eğer savaş, eğer çatışma yeniden başlarsa tehdit altındadır. Gençlerimizin hayatları hala namlunun ucunda, bu en büyük sorun. Ama sorun sadece onları da ilgilendirmiyor sevgili arkadaşlar. Bütün savaşların yarattığı en önemli toplumsal sorunlardan bir tanesi travma sonrası stres bozukluğu. Yani, muazzam bir asabiyet iklimi, bunu ev içinde, sokakta, topluluklarda, okulda, kışlada herkesin ötekine doğru geçirmesi. Bu en yaygın, bilinen mikrobik, virütik salgın hastalıklardan çok daha güçlü ve yaygın bir salgın. Bu, toplumun tamamının paranoid düşüncelere kapılması. Bu, toplumun tamamının öfke nöbetlerine hapsolması, nefret söyleminin onları gütmesi. Toleransın, hoşgörünün, kabulün, empatinin son bulması. O nedenle bakınız etrafınıza, toplumsal hayatımıza bakınız. Nasıl erkeğin kadına karşı bu kadar zalim olabildiğini, nasıl arkadaşlar arasındaki kavgaların böylesine vahşi katliamlarla son bulabildiğini, nasıl büyüklerin gençlere karşı bu kadar acımasız kesilebildiğini bir düşünün; bunun bir sebebi olmalı. 20 yıl önce, 30 yıl önce böyle hayatlar yaşamıyorduk. 20 yıl önce, 30 yıl önce insanların zihinleri böyle değildi. En azından şu son günlerin, son haftaların dolandırıcılık öykülerine bakın. Kocaman kocaman adamlar ve kadınlar, profesörler, yöneticiler akıllarını kaybetmiş, kendilerine gelen bir telefonla devletin gizli işlerine ortak olduklarını sanarak ellerinde avuçlarında ne varsa hiçbir teminat aramadan çuvalları çantaları götürüp parklara bahçelere emanet ediyorlar ki devlet terörün başını ezsin diye. Hay başınıza terör kadar taş düşsün. Böyle akıl olur mu? Herkesin kendisini devletin gizli bir ajanı olarak görmeye başladığı böyle bir dünya, olağan insanların, sıradan insanların hayatta barış ve mutluluk ve refah arayan alelade insanların sahici rüyalarının yerini alabilir mi? Böyle bir dünyada yaşadığınızı düşünün. Herkes,  yanı başınızdaki herkes aslında sizin de bir “terörist” -tırnak içerisinde- olabileceğinizi düşünüyor ve kendisine gelen bir telefonla bununla mücadele için bugüne kadar nesi var nesi yoksa biriktirmişse bir dolandırıcının eline teslim etmekten kaçınmıyorsa bu toplumun sağlıklı olduğu söylenebilir mi? Bu sağlıksızlık, bu paranoya, bu ahmaklık ancak bir savaş tarafından yaratılabilir.

 

O nedenle savaşın son bulması Türkiye’nin batısı için de, her şeyden çok Türkiye’nin batısı için de geçerlidir çünkü Kürt halkı savaşla başa çıkmayı öğrendi. Onunla yaşamayı, onun yarattığı sorunları aşmayı öğrendi. Savaşa rağmen insan olmayı, savaşın içinden insan gibi çıkmayı öğrendi. Şimdi bunu öğrenmek hepimizin işi. Ama ortada bir barış iklimi olmazsa, insanlar birbiriyle empati kurmazsa, bu deneyler birbirlerimize barışçı bir biçimde aktarılmazsa, Kürt halkının bu 30 yılda kazanmış olduğu insanlığı bize anlatması, Türkçe’ye tercüme etmesi için nerede imkan bulacağız. Bunu Başbakan’ın öfke ve nefret dolu dilinde bulabilir miyiz? Yardımcılarının, polis bakanlarının her gördüğü evde bir terörist, her gençte bir terörizm unsuru, her yerde bir komplo arayan zihni buna yardımcı olabilir mi? O yüzden ne yapıp etmeliyiz sevgili arkadaşlar, sevgili yoldaşlar barış için -bu tamamen teknik bir mesele olmayan barış için- yukarıda silahlı çatışmanın sadece son bulması değil herkesin birbirini kabul etmesi, olağanlaşması, kendi alelade ama çok sağlıklı hayallerine geri dönebilmesi için de bu barış sürecinin devamına ihtiyaç var.

 

Endişe ediyoruz. Müzakere sürecinin olması gerektiği gibi yürütülmemesinin en önemli sonuçlarından birisi geri çekilmenin durması oldu. Gerilla artık geri çekilmiyor. Onların etrafını da Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı güçler, emniyet güçleri bir şekilde kontrol altına alıyor. Yeniden karşı karşıya iç hat/dış hat durumu doğuyor, askerlik tabiriyle konuşacak olursak. Ya bu sürtüşme anında bir tek silah patlarsa ne olur? Bunun sonuçlarından kendimizi koruyacak ne mekanizmamız var? Benim bildiğime göre hükümetin hiçbir mekanizması yok. Varsa yoksa yine özgürlük hareketinin, Türkiye’nin demokratlarının, barışseverlerinin önlemleri var. Onlar bu süreci kontrol altına almak için birden çok mekanizma, barış konferansları bu barış konferansı etrafına örülen demokratik dizilişler oluşturmaya çabalıyorlar bu sayede barışı kırılganlaştırmaktan uzaklaştırmaya çaba gösteriyorlar.

 

Çağrımız Türkiye Halkına.

 

Bu süreçten çıkabilmek için toplum, sivil toplum kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, politik partilerimiz, bağımsız barış inisiyatifleri [işi] ele almalıdırlar. Öcalan’ın ya da herhangi bir akil insan heyetinin çağrısına gerek kalmaksızın kendiliğinden her olduğu yerde, her yaşadığı yerde, mahallesinde, yöresinde barış meclisleri, halkların barış iradesini ifade edebilecek birden çok yapı kurmak için kolları sıvamalıdırlar. Sosyalistler, demokratlar, halkçılar, barışçılar başka ne güne lazım. Bizi bu çatışma iklimine geri dönmekten uzak tutmak için bu barikatları, barış barikatlarını örmeleri, savaşın yolunu kapatmaları her şeyden daha çok önemli. Meclisi ve politik partileri her şeyden önce hükümeti kuşatmalıyız. “Bugün barış için ne yaptın?” diye her gün sormalıyız.

 

Medya bu soruyu yükseltmelidir. Çatışmasızlık ikliminin doğmasıyla birlikte, medya yöneticileri klişe bir laf olarak aslında onurlu bir geçmişi olan barış gazeteciliğinin dilinden birkaç rozet devralarak “barış gazeteciliğine meraklıyız, şimdi artık barış gazeteciliği yapacağız” dediler. Soruyorum: “Barış gazeteciliği için ne yaptınız?” Barış imkânlarını arayan, barış imkanlarını ortaya çıkartan, barışın sözünü kuran, barışın peşinde koşan insanları, heyetleri, bireyleri, kurumları, kanaat önderlerini eskiye göre ne kadar öne çıkarttınız? Nereye baksak aynı tehditkar konuşmalar, nereye baksak aynı tehditler, sözler ve bütün bunlar gazetelerin manşetlerini süslüyor.Zaten medyanın yüzde 70’i hükümet ve onun yanlısı kapitalistlerin eline geçmiş durumda. Bağımsız gazeteciliğin o yoldan devam etmemesi ve açık bir biçimde barışı her günün gündemine getirmesi gerekir. Hakikaten fikirlerin dolaşımı için evet sosyal medya var, evet politik örgütlerimiz var ama yaygın iletişim araçlarının, yaygın medyanın burada oynayacağı rol konusunda editörleri bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.  Hükümetin ağzından her çıkanı haber yapmak zorunda değilsiniz. Eğer barış gazeteciliği yapıyorsanız, barış imkânı neredeyse oraya bakacaksınız. Kim müzakereyi zorluyorsa, kim barış için yeni mekanizmalar kurulmasını istiyorsa, kim üstünlük hukukunu üretmiyor ve eşit yurttaşlık için girişimde bulunuyorsa, kim anayasaya bunların girmesi için çaba gösteriyorsa projektörlerinizi, mikrofonlarınızı, kalemlerinizi ve kulağınızı oraya uzatmanızı bekliyoruz arkadaşlar. Barış devlete ve hükümete bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir.

 

Barış ancak yurttaşların omuzlarında yükselebilir. Ancak Türk ve Kürt halklarına emanet edilebilir, ancak onların birlikte hareketini örgütleyip barışı elde edebileceğiz. Herkesin önyargıları bir yana bırakarak çözüm sürecinin bu aşamaya kadar gelişinin en önemli ögesi, unsuru olan Sayın Öcalan’ın barış kurucu gücünün farkına varılmasını istiyoruz. Bir kere daha tekrar ediyoruz. 21 Mart’ta Newroz’da Diyarbakır meydanında, Newroz meydanında, Amed’de yankılanan milyonların şahitliğindeki barış çağrısı olmasaydı bugüne gelebilir miydik? Hükümet istediği kadar konuşsun. Bugüne gelebilmemiz, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik amaçlarına silahlı çatışma olmadan da erişilebileceğine dair gösterdiği muazzam politik olgunlukla ilgilidir. Ve bu politik olgunluğu karan bir politik heyet vardı. Bu heyetin başında bir insan vardı. Nasıl geçmişte hakları için göğsünü kurşunlara siper etmesini bildiyse şimdi demokratik siyaset yolundan ilerlemenin zorunluluğunu idrak eden ve o günden beri bu adımları atan Halkların Demokratik Partisinin kuruluşuna da vücut veren onu ileri iten bu halka güveniyoruz, onunla birlikte barışı elde edeceğimizden en ufak bir şüphe duymuyorum. Ancak, Öcalan’ın barışın Sırat köprüsünde olduğuna dair yargısını yabana atmıyoruz. Bu Sırat köprüsünden geçebilmek her şeyden önce temiz ve açık bir zihne, sabra, titizliğe ve herkesi ve her şeyi hesaba katmaya, dengeyi bozacak bütün unsurları denklem dışına atmaya bağlı. Ama bir yandan siz böyle bir çığır açmış olacaksınız, öbür yandan da barışın karşıtlarını Türkiye’de egemen milliyetçiliği yeniden üreten kesimlerin desteğini alabilmek için milliyetçilik gazına basacaksınız. Hem gaza hem frene bastığınız zaman o araba boğulur, yerine çakılır, öksürmeye devam eder. Şimdi hükümetin paketlerle öksürdüğü gibi, o paketten öksürükten başka hiçbir şey çıkmıyor.

 

Bu çerçevede Öcalan’ın toplumun çeşitli kesimleriyle temas olanaklarının sağlanması ve statüsünün güvencelere kavuşturulmasını yaşamsal önemde buluyoruz. Hükümetin bu süreci tek ayakla yürütme çabasında olmadığını da görüyoruz. Hükümet Güney Kürdistan’ın yönetici seçkinleriyle görüşmelerine devam ediyor. Biz bunda bir zarar görmüyoruz. Görüşsün. Geçmişte “yokturlar, kabile reisidirler” “Onların bir hikmeti yoktur, bunlarla nasıl görüşülür” denilen günlerden bugüne geldik. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Sayın Mesut Barzani’nin Diyarbakır’da ağırlanacak olması, resmi bir misafir olarak karşılanması, devlet düzeyinde bir görüşme yapılıyor olması elbette bu eski önyargıların aşılmış olması bakımından son derece önemlidir. Buna değer biçiyoruz. Ancak şunu gözümüzden uzak tutmuyoruz. Biz bugünlere kolayca gelmedik. Her şeyden önce Türkiyeli Kürtlerin bu ülkede yaşayan Kuzey Kürdistan’da yaşayan Kürtlerin amansız mücadelesi, boyun eğmez mücadelesi dünyada, komşularımızın başka parçalarında yaşayan Kürtlere de bir meşruiyet kazandırdı.

 

Bugün Sayın Barzani’nin Türkiye’de kabul görmesi, bu ülkede, bu devletin karşısında Kürdün hakkını, Kürdün onurunu, Kürdün şerefini ayakta tutan mücadelenin, bunun yılmaz öncülerinin, hayatlarını bu uğurda feda edenlerin de eseridir, bu asla akıldan çıkmamalıdır. Ancak, burada sürüp giden mücadele, statükonun bekası için değil, statükonun değişmesi için bir mücadeledir ve statüko değişmiştir. Hem Öcalan’ın aldığı barış inisiyatifiyle, hem Rojava’da baş gösteren halk devrimiyle birlikte Ortadoğu statükosu değişmiştir. Sınırların iki yanında dörde bölünmüş Kürdistan’ın halkları birbirlerine yaklaşmışlar ve bir irade ortaklığı oluşturmaya başlamışlardır. O nedenle Sayın Barzani’yi Diyarbakır’da ağırlayan misafirperverliğin, cömertliğin, aynen PYD lideri Salih Müslim’e de gösterilmesini istiyoruz. Ve sınırlarımızın ötesindeki Kürt liderlere gösterilen saygının bugün Türkiye’de Kürt halkının demokratik iradesinin yasal sözcüsü olarak her türlü hakka sahip olan Barış ve Demokrasi Partisi eş başkanları Sayın Gültan Kışanak ve Sayın Selahattin Demirtaş’a da gösterilmesini, onların da masadaki yerlerini almalarını istiyoruz arkadaşlar. Bu bizi Türkiye’nin batısında yaşayanlar olarak ilgilendirmeli, çünkü eğer Kürdistan’da çözüm yoksa Türkiye’de çözüm yoktur. Oradaki köy uzaktadır ama bizimdir hikayesi 1930’lardan kalmadır, oradaki köyün yanına gideceğiz, o köyle beraber olacağız, onların hakkını savunacağız ancak o zaman burada barış olacak, ancak o zaman burada evladımız, çocuğumuz “bugün ölecek, yarın ölecek, bugün hayatını kaybedecek” endişesinden kurtulacağız. Mesele askerdeki evladımız için tanıdık bir general bulup torpil aramak değil, savaşa karşı çıkmak, militarizme karşı çıkmak, vicdani reddin kabulü için çaba göstermektir. Bunun için çaba gösterdiğiniz zaman barış için Kürtlerin hakları ve özgürlüğü için de ancak çaba göstermiş ve demokrasiyi, özgürlüğü, savaşsız, halkların eşitliğine dayalı bir dünyayı güvence altına almış olabiliriz. Demek ki mesele sadece adaya heyetlerin gitmesi gelmesi meselesi değildir.

 

Halkların Demokratik Partisi Genel Başkan Yardımcımız Sayın Sırrı Süreyya Önder ile birlikte bu barış görüşmelerine ilk günden beri müdahiliz. Barış ve Demokrasi Partisi ile kurmuş olduğumuz emek, demokrasi, özgürlük ittifakının şimdi HDP’ye en büyük armağanı budur. Sırrı Süreyya Önder gibi kıymetli bir arkadaşımızın aynı zamanda bir müzakere heyeti parçası olması şimdi o parçayla birlikte Halkların Demokratik Partisinde İmralı’ya girmiş olması önemlidir, çok önemlidir, çok kıymetlidir. Bu bizi barışın, barış mücadelesinin bir tarafı haline getirmektedir. İşte Halkların Demokratik Partisinin dayandığı zeminin bütün gücü de budur. Dün kurulursunuz bugün barış mücadelesinin bir parçası olursunuz, barış ve müzakere heyetinin bir parçası olursunuz, çünkü arkanızda sağlam bir dayanak Halkların Demokratik Kongresi vardır. Kürt özgürlük mücadelesiyle Türkiye’nin demokratları toplumsal ve siyasi kurtuluş için mücadele eden bütün dinamikleri, barış ve özgürlük için mücadele eden bütün bireyleri arkanızdadır. Buna dayanarak bu süreçte yer aldığımızın, kuvvetimizin buradan geldiğinin farkındayız. Üzeri kaç kere çizilse de yoldaşımızın oraya üzerindeki çizgi kaldırılarak alınabilmesi de bu destekle ilgilidir, bu taleple ilgilidir, halkın Genel Başkan Yardımcımızı orada görmek istemesiyle ilgilidir. Onlar şimdi bizim de gözümüzdür, halkın da gözüdür, o göz vardır halkın gözüyle bu meseleler topluma aktarılacaktır. Ama bu yetmez. Halkın kendisinin devreye girmesi gerekir.

 

Barış en çok gençlerin meselesi. Halkın haklarına karşı beyhude bir savaşın tarafı olacak mı? Olmayacak mı? Her genç bunu kendisine soracak. Öğrenci olsun olmasın. Tornacı, tesviyeci, garson, son ütücü, garajda bekçi, sokakta işsiz, her genci bekleyen soru budur: “Haksız bir savaşta er mi olacağım yoksa barış mücadelesinin bir tarafı mı olacağım?” Gezi gençliğine yaraşan herhangi bir militarist davanın, hakimiyet iddiasının, onun bunun askeri olmak değildir barışın eylemcisi olmak, İstanbul’u Lice’ye, Halep’e bağlayan barış bağlarını yeniden kurmaktır. “Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, hiç kimsenin askeri olmayacağız” arkadaşlar. Gençlik bu tutumu takınalı az zaman olmadı ve hükümetin bugün gençliğe yönelen öfkesi bütünüyle bununla ilgilidir. Toplumun gözbebeği olan bu gençlere karşı açılan Haçlı Seferleri bununla ilgilidir. Bilerek ve isteyerek söylüyorum. Sözüm ona geleneksel kültür ve ahlakla vesaire ile ilgili değildir, bu gençleri taraf olarak, bertaraf edilmesi gereken bir taraf olarak gören bir Haçlı zihniyetinin ürünüdür. Kendi gençliğine karşı elde kılıç önde yürüyen bir hükümetin bu toplumun hükümeti olmaya devam etmesi mümkün mü arkadaşlar? Öğrenci evlerine yönelik saldırılar onların yaşam koşullarına, yaşam kalıplarına, yaşam tercihlerine yönelik saldırılar, aslında, bu saldırıların sadece öğrencilere değil aynı zamanda toplumun tamamına yönelik olduğu, benim gibi düşünmeyen, benim gibi inanmayan, itikadı benim gibi olmayana her şeyi yaparım kafasının bir ürünüdür.

 

Gençler 18 yaşlarını bitirdikten sonra bu toplumun eşit haklı üyesidirler. Evet herkesin bir annesi, herkesin bir babası var. Belki de bazılarının annesi babası da yok yetimdir. Bir şey fark etmez. Bu gençleri hiç kimse Tayyip Erdoğan’a emanet etmiş değildir, 18 yaşına gelmiş bir genç kimsenin emaneti değildir. Kendisidir. Kendi efendisidir. Onun için onlara güveniyoruz, onun için onlara genç diyoruz, onun için onların geleceğine bu kadar yatırım yapıyoruz.  Onların evlerine yönelik saldırılar hukuku ahlakla ikame, hukuku inançla ikame, aslında yeni bir teokratik düzene geçiş arzusunun ifadesidir. Kim, kimin evinin içinde ne olduğunu merak edebilir? Sen benim evimin içinde ne olduğunu merak edebilir misin? Ben ediyor muyum sen ne yapıyorsun evinde diye merak? Ne hakla? Ne hakla çocukların hayatlarını merak ediyorsun? Ondan sonra Ana Muhalefet Partisi Başkanı seslenince “onu bunu dikiz ediyorsun” diye öfkeleniyorsun? Peki sen etmiyorsun. Halkı kışkırtmıyor musun “Onları gözetleyin, bize bildirin, Emniyete bildirin” diye? 12 Mart, 12 Eylül generallerinin ahlakını devralmışsın bu halka ahlakçılık taslıyorsun, bunu asla kabul etmiyoruz. Halk kendi ahlakından sorumludur. Gençler anne babalarıyla ve toplumla kurdukları bir mutabakat içinde bugüne kadar geldiler. Öğrenci yoldaşlığı diye bir şey vardır, öğrenci yoldaşlığını kimse yenemez, kimse ezemez. Gençler omuz omuza geleceğe yürüyorlar onlarla beraber biz de yanlarında yürüyoruz. Onları kendimizden küçük, kendimizden tecrübesiz gördüğümüz için değil, hakları ellerinden alınmaya çalışılan toplumumuzun geleceği olan, boyun eğdikleri zaman boyun eğmiş bir toplumun kurulmasına katkıda bulunmaları kaçınılmaz olan, geleceğimiz olduğu için onlara sahibiz, onların yanındayız, onların arkadaşıyız, kardeşiyiz eşit haklı bireyler olarak geleceklerini kurmaları için hükümete karşı açtıkları başkaldırının yanındayız. Başkaldırıyoruz ahlak dayatmasına, başkaldırıyoruz bize siyasi tercih dayatılmasına, başkaldırıyoruz bize itikat dayatılmasına. Özgür eşit bir topluma, Halkların Demokratik Partisi gençlerle birlikte yürüyecek.

 

Ve elbette biliyoruz. Bu ahlak savaşının yürüdüğü muharebe alanı kadın bedenidir. Kadınlarımızı böyle bir muharebe alanı haline getirmeyi baştan, peşinen reddediyoruz. Onları kendi özgür yoldaşlarımız, beraber yol yürüdüğümüz kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, kadın arkadaşlarımız olarak görüyoruz. Onlara kendi kendine, kendi bildiği bir ahlakı dayatmaya kalkışanlara diyoruz ki sen ahlak peşinde misin? O zaman git bakalım üniversitelerde öğrencilerine not karşılığı tecavüz eden senin atadığın profesörlerine, doçentlerine, doktorlarına söz geçir. Onlara söz geçir önce.

 

Gençlere karşı komşularını, hemşerilerini, ailelerini kışkırtmaya son verin. Gözlerinizi evlerimizin içinden çekin. Evlerimizi dikizlemeyin buna hakkınız yok. Başbakan olarak diyemezsiniz o evin içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Ben de senin evinin içinde ne olduğunu bilmiyorum. Bileyim mi? İstiyor musun? Bakayım mı? Nasıl benim buna hakkım yoksa senin de bunu merak etmeye hakkın yok. Adı üzerinde: Ev! Özel yaşamın en mahrem yeri. Herkes orada nasıl biliyorsa öyle yaşıyor. Ona karşı kayıt getirmek, onun üzerine devlet görevlilerini sevk etmek, işgüzar valileri kışkırtmak bütün bunlar özgür ve demokratik bir devlet iddiasıyla asla bağdaşmaz. Ve Adana valisi gibi bu laflardan vazife çıkartan, buradan gençlere, halka herkese karşı saldırgan bir hareket, saldırgan bir kampanya başlatan kişileri uyarıyoruz. Siz akıldan gayri müsellah olabilirsiniz. O lafları kendinize layık görebilirsiniz. Ama bir tane yurttaşımıza öyle seslendiğiniz zaman o lafları size iade ederiz, ediyoruz: Ne diyorsan osun sen. Ve soruyoruz: Gençlerin barınma taleplerine yanıt vermeyen, kamu yurtlarında kalmak için başvuran her üç gençten birini kabul eden, ikisini sokağa atanların, gençlerin barınma ihtiyaçlarını gidermek için buldukları yollar hakkında en azından bu sebeple konuşma hakları yoktur ama onun dışında her ergin birey nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşar. Bunun üzerinde tartışma yapmaya bir başbakanın, bir hükümet yöneticisinin hakkı hiçbir zaman yoktur.

 

Halkların Demokratik Partisi gezi isyanını bu nobranlığa, bu despotluğa bu istibdada, bu tahakkümcülüğe bir karşılık olarak görüyor. Gençlerimiz ve halk buna yeter dedi. Yeter! Yeter! Edi bese! Edi bese! Edi bese! Ve dünyanın her tarafında bu çağrı yankılanıyor. Brezilya’da, İspanya’da, Meksika’da. Ya basta! Ya basta! Ya basta! Ancak bütün bunların hükümet saflarında da bir kırılganlık, bir tedirginlik yarattığını görüyoruz. Hükümet bu adımlarıyla kendi onay tabanını deliyor. Varsın delsin. Bundan sadece memnuniyet duyarız. Ancak son günlerde bizzat AKP kurucularından, destekçilerinden aynı seslerin seslendirilmekte olduğunu da görüyoruz. İstihza ile dinliyoruz bunları. Siz kırılamazsınız öyle mi? Sizi kıramazlar değil mi? Ama gençler teşhir edilebilir. Genç kadınlar oralarda muhtemelen fuhuş yapılıyor diye teşhir edilebilirler. Genç adamlar, genç kadınlar gözlerinden, böğürlerinden biber gazı kapsülüyle vurulabilir, öldürülebilir. Bir kere daha Müslümanlık sizi kurtarabilir mi biz bilmiyoruz; ama biliyoruz ki kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

 

Sevgili kardeşlerim, yoldaşlarım,

 

Gençlere layık görülen şey sadece bunlar değil. Aynı zamanda Türkiye gençliği bugün cezaevlerinde. Cezaevlerini dolduran 130 bin insanın yüzde 80’i 30 yaşından gençtir ve bunların 10 bini siyasi tutsaktır, hükümlüdür ve bunların karşı karşıya kaldıkları zulmün haddi hesabı yoktur. Ben bunu sadece gazete haberlerinden bilmiyorum. Bir önceki dönem cezaevleri komisyonu üyesi olarak gittiğim bütün cezaevlerinde bunlarla karşılaştım, orada 10 yıldır, 20 yıldır, 30 yıldır, 32 yıldır hapis yatanları gördüm. Birer direniş anıtı gibi, birer Buda heykeli gibi metin, cesur orada yatıyorlar. Ama bu bile onları hükümetin tasallutundan kurtarmaya yetmiyor. Şimdi mahremiyete bu kadar düşkün olan bu hükümet sadece evlerin içerisini değil bugüne kadar mahrem alan olarak kabul edilen koğuşların içini de gözetlemek, dikizlemek için oralara kamera yerleştirmeye hazırlanıyor. Niyeymiş? Tünel kazıyorlarmış. Tünel kazmaya çalışmayan bir tane mahkûm olmaz, mahkûmun görevi tünel kazmaktır, cezaevinin görevi bu tüneli önlemeye çalışmaktır. 14 sene hapis yattım, görevini tünel kazmak olarak görmeyen bir tane mahkûm tanımadım. Çünkü mahkûmlar ağaçtan, taştan robotlar değil, özgürlük aşkıyla tutuşan insanlardır. Özgürlük uğruna mücadele etmekten daha güçlü ne duygu olabilir? Modern cezaevi hukuku aslında bu arzuyu anlayan, buna göre kendini kuran bir hukuktur. Ama bizimkiler modern cezaevlerinin sadece binalarını TOKİ’yi ya da başka müteahhitleri zengin etmek için almışlar onları yaptırmışlardır, içine bildiğiniz bundan 40 yıl önce Gece Yarısı Ekspresi’ndeki sahneler yanında hayal kalacak bir zulmü kurmak için değerlendirmektedirler. Bu zulme isyan eden onurludur, zulme isyan etmeyen insan değildir arkadaşlar.

 

Bu gençlerin bir an önce serbest bırakılmasını istiyoruz. Barış süreci hakikaten barışla taçlanacaksa cezaevlerinde haksız yere rehin alınmış olan bu gençlerimizin serbest bırakılmasından başka bir yol yoktur. Hayatlarında bir tek gün olsun bir kimseye el kaldırmamış – ki aramızda kaldırmış olanlar var- olan bu insanlar, üzerlerinde çakı bile taşımamış olan bu insanlar şimdi sahte tanıkların, gizli tanıkların ifadeleriyle hapislerde yatırılıyorlar. Bir gün önce tahliye edilenin bir gün sonra edilmeyenden hukuki ne farkı olduğunu bilmiyoruz. Bu memlekette yazılı hukukun yanında başka bir hukuk var. Düşman ceza hukuku yurttaşların bir bölümünün cezaevlerinde ıslah olabileceğini, onların cezaevlerinde tutulmaları için elle tutulur bir neden yoksa bırakılmalarını yurttaşlarımızın bir bölümünün ise düşman olduğunu cezaevinde çürütülüp öldürülmesini varsayıyor. Bu yazılı hukukumuzda yok. Ama Yargıtay’ın katalog suçlar diye kategorize ettiği suçlar ve suç isnatlarıyla cezaevinde yatan herkese düşman ceza hukuku uygulanıyor. Halkların Demokratik Partisinin iktidara geldiği zaman yapacağı ilk iş bu ceza yasasını çöpe atmak ve bu kanunsuz hükümleri uygulayan bütün yargıçları şimdi o düşman ceza hukukundan istifade ettirmek olacaktır. Görecekler o zaman adaletten sapmanın bir cezası vardır. Mahkeme kadıya mülk değildir. Mülk de olmayacaktır. Yeni bir toplum, yeni bir cumhuriyet, mahkemeleri kadılara mülk etmeyecek, toplumun adalet duygusunun bir karşılığı olarak işletecektir ve o toplumda mahkemelerin yapacağı, devletin yapacağı tek iş adaleti güvence altına almak, özgürlük ihlallerine karşı halkın özgürlüğünün güvencesi olmak ve mümkün mertebe eğitilebilecek herkesi eğitmektir.  Doğrusu Adalet Bakanımızdan başlayarak bu eğitime başlamayı çok önemli bir görev olarak görüyorum, iktidarımızın ilk gününden başlayarak bu eğitim başlayacak arkadaşlar.

 

Sevgili arkadaşlarım,

Barış sürecimizin en önemli anlarından birisi Rojova’daki süreç. Rojova süreci Türkiye hükümetini, aslında eğer statüko devam etmiş olsaydı sürdürebileceğini umduğu bütün komşularla sıfır sorun sürecini sürdürürken bugüne kadar götürebilirdi. Ama öyle olmadı. Arap isyanları başladı, bütün statükolar değişti ve Kürtler dörde bölünmüş olarak yaşadıkları her yerde inisiyatif elde ettiler. Bu inisiyatifin bir parçası olarak da şimdi kana boyanmış, hükümetin desteğindeki El Nusra çetelerinin her gün kadınları, erkekleri, çocukları, insanları itikadı dolayısıyla her yerde boğazladığı Suriye’de kendilerine ve bütün Suriye halklarına bir özerk alan yarattılar. Buraya Rojova Kürdistan diyoruz. Batı Kürdistan. Batı Kürdistan, Suriye’de halkın esenlik içinde yaşayabildiği, ortak yönetim ve savunma mekanizmaları kurabildiği, gelecekteki Suriye’nin bir modelini oluşturabildiği bir yönetim oluşturdu. Suriye’ye demokrasi ihraç etmek, rejim ihraç etmek için kolları sıvamış olan, bu sözüne inandığınızı varsayacağımız bir hükümetin ne yapması gerekirdi? “Çok güzel. Bir alan demokratikleşti. Çok güzel orada kendimize yeni bir partner bulduk” demek olmalı değil miydi? Daha birinci günden itibaren “kırmızı çizgimiz Rojavadır” diye tutturdu. Kırmızı çizgin Rojova da El Nusra çetelerine niye hiçbir çizgin yok. Her gün insanların boğazlarını keserek öldüren, kan içen, akciğerlerini yiyen, onları kulelerden atan, her türlü zulmü reva görenlere niye hiçbir sınırın yok? Niye sınırın var? O sınır ne? Nedir o sınır? Dış İşleri Bakanımız Davutoğlu bundan iki sene önce şöyle buyuruyordu: “Bizi Suriye’den ayıran sınır Birinci Dünya Savaşı galiplerinin kendi aralarında çizdikleri gizli anlaşma Sykes-Picot Anlaşmasının yarattığı bir sınırdır. Gerçekte Suriye ile bizim aramızda bir sınır olması gerekmez.” Evet doğru söylüyordu ama bir eksikle. Bizim Suriye’deki Kürtlerle aramızda bir sınır olması gerekmez. Araplar kendilerine bağımsız bir devlet kurmak istiyorlarsa o devleti kurabilirlerdi. Kürtler birleşik yaşamak istedikleri her durumda birleşik yaşama hakkına sahiplerdi. Emperyalizm Kürtleri dört parçaya bölerken Rojova’yı da bunun dışında bıraktı. Madem samimisin, madem bu sınır gerçek değil niye oraya duvarlar örüyorsun? Niçin Nusaybin belediye başkanımızı günlerce güneş altında bunun protestosuna mecbur bırakıyorsun? Ve onun protestosunu gözlerden saklamaya çalışıyorsun? Nasıl oluyor ama? Sınırın iki tarafına yaklaşan halk kalbinin gücüyle, maneviyatının gücüyle, o tel örgüleri eritiyor, birleşiyor. Türkiye halkları Suriye halklarıyla birleşiyor yeni bir özgürlük alanı kuruyor. Biz şimdiden   bu alanı makbul, meşru bir alan olarak kabul ediyoruz, araya sınırlar çekilmesine karşıyız. Ve bu arada bu mücadelenin bastırılması için dün Kobani’de Kürt Kızılay’ı olarak bildiğimiz Heyva Sor’a yönelik bombalı operasyonun arkasında da bu birleşme, bu ortaklaşma, bu kardeşleşmeye karşı düşmanlığın izlerini görüyoruz. Bu saldırıyı nefretle kınıyoruz. Bomba yüklü araçla gerçekleştirilen bu saldırının gerisindeki unsurları ortaya çıkartmak Türkiye hükümetinin de sorumluluğudur. Mademki barış arıyorsun barışı bozanları neredeyse arayıp bulmak, onlarla kendi diplomatik güçlerini harekete geçirerek sorunu sıfıra getirmek senin görevin değil mi? Ama sıfır sorun kolay. Diktatörlerle, müstebitlerle sıfır sorun kurabilirsin. Hepiniz Kürtlere karşı anlaşırsınız sıfır sorununuz olur. Ama Kürtler ayağa kalktığında kendinizi bir sorun okyanusunda bulursunuz. Sorunu çözecekseniz ortaklığı, kardeşliği tanıyacaksınız, Kürt Özgürlük Hareketinin lideri Sayın Öcalan’ın ortaya attığı Konfederal çözüm dışında da daha anlamlı bir çözüm biliyorsanız bize söyleyin. Ama bize çözüm diye beton duvar öreceğiz derseniz size sorarız İsrail’in Gazze’de ördüğü duvardan farkı nedir? Beyaz yönetimin Güney Afrika’da ördüğü  Bantustan Duvarlarından farkı nedir? Amerika Birleşik Devletlerinin Meksika sınırında ördüğü duvardan farkı nedir sizin duvarınızın? Türk malı çimentoyla mı yapılması?

 

Sevgili arkadaşlar.

Konuşmamı bitirmeden evvel, şimdi Türkiye’de yaşayan Alevi yurttaşlarımızın, alevi halkımızın içinden geçmekte oldukları, Muharrem ayı içinde tuttukları Muharrem orucu dolayısıyla kendilerine mübarek olsun diyoruz. Onları buradan selamlıyoruz. Sadece oruçlarını tutmakla kalmamaları kendi kimlikleriyle, kendi varlıklarıyla, kendi töreleriyle, gelenekleriyle, ritüelleriyle bu toplumun içerisinde hiç kimseden kendilerini gizlemeden inanç ve itikatlarını kimseden gizlemeden eşitlikçi, özgürlükçü dünya görüşlerini açıkça, serbestçe heryerde ortaya koyarak yaşamaya devam etmelerini bunun önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Bu engeller sahte, manasız, hiçbir yere varmayan devlet kurultaylarıyla ortadan kaldırılamaz. Aslında hiçbir engel böyle kaldırılamaz. Alevi halkına nasıl yaşamak istediğini sorun o size söylüyor zaten nasıl yaşamak istediğini. Bir daha niye soruyorsun? Sen hangi camidensin diye niye soruyorsun? Alevinin camisi olmaz bunu bilmiyor musun ey akılsız? Nerede istiyorsa orada ibadet eder. Herkesin inanma hakkı kadar inanmama hakkı da vardır.

 

Aleviler kendi inançlarının nerede ve nasıl olduğunu söylüyorlar. Bunun önünde engel olmamak çok mu zor? Ama zor sizin için. Çünkü siz İttihat ve Terakki’nin toplum mühendisliğini devraldınız. Siz Cumhuriyetin toplum mühendisliğini devraldınız. Siz herkesi kendi yorumunuz olan Sünni İslam yorumu altında birleştirmeye çalışıyorsunuz. Üstelik o yorum orijinal Sünniliğin, orijinal İslamiyet’in yorumu da değil. Var mı Sünni İslam’da Ruhban sınıfı, devlet eliyle beslenen Diyanet, onun görevlendirdiği maaşlı din görevlileri? İslamiyet, bildiğin her yer senin camiindir, kıldığın her namaz senin namazındır, herkes kendisinin imamıdır inancına dayanmaz mı? Şimdi Cumhuriyetin yarattığı, dini devlet egemenliği altına almak, devlete dua eden bir din yaratmak pratiği içerisine Alevileri de katmaya çalışıyorsunuz.

 

Ama direniyorlar. Baba İshak’tan beri direndiler. Pir Sultan Abdal’dan beri direndiler. Şeyh Bedrettin’den beri direndiler, direnmeye devam ediyorlar, bu direnişin ortağıyız, yandaşıyız, kardeşiyiz. Alevi’yi, Kürt’ü, Türk’ü, Sünni’yi, inananı, inanmayanı, İslam dininden olanı, olmayanı bir araya getiren bir halk yürüyüşünün en önemli parçası olarak Alevi kardeşlerimizi kabul ediyoruz. Alevi’yi ezen bir Müslüman özgür olamaz, onun ezilmesine göz yuman bir Müslüman kendi itikadını sorgulamalıdır. “Dinde dayatma yoktur” diyenler, niçin Alevilere din dayatıldığını kendilerine sormalıdırlar arkadaşlar. Biz bu soruyu soruyoruz ve hiç kimseye inanç dayatılamaz, Alevi halkımıza hiçbir zaman dayatılamaz diyoruz. O nedenle onların sorunlarının çözümü için de onlarla birlikte hareket edeceğiz.

 

Alevi olsun, Sünni olsun, Kürt olsun olmasın, Devrimci olsun olmasın, cezaevlerinde yaşayan kardeşlerimizin sorunlarının çözülmesi için Adalet Bakanlığının dikkatini bir kere daha cezaevlerine çekiyoruz. Açlık grevleri sürüyor Van Cezaevinde. Tekirdağ’da son derece ağır koşullar var. Bolu Cezaevlerinde var. Cezaevi Komisyonu üyesi olarak gittiğim her yerde hak ihlallerinin diz boyu olduğunu gördüm. Mahkûm hakları diye bir hak düzeyi, hak sistemi var. Biz Halkların Demokratik Partisi olarak tutuklu ve mahkûm haklarının azami düzeyde gözetilmesi için hem onların yakınlarıyla hem yandaşlarıyla birlikte hareket edeceğiz. Halkların Demokratik Partisi ve Kongresi, Genel Merkezimiz bu konuda şikâyeti olan herkesi dinlemeye hazırdır.

 

Milletvekilleri olarak bu şikâyetlerin takipçisi olmaya hazırız. Bizim şimdilik dört vekilimiz var ama eminim ki Barış ve Demokrasi Partisinin otuz milletvekiliyle birlikte ezilenlerin, yoksulların, horlananların, dışlananların, hakları inkâr edilenlerin, kadınların, cinsel yönelimleri dolayısıyla baskı altına alınanların Türkiye’de şimdi bir kalesi var. Halkların Demokratik Partisi herkesi bu kalede önce savunma mevzilerini kurmaya ondan sonra da iktidar için ileri atılmaya çağırıyoruz. Halkların Demokratik Partisi Türkiye’yi ortadan yaran muhafazakâr ve ulusalcı iki kutuplu sistemin ötesine hiç kimsenin inancına, itikadına bakmaksızın özgürlük ve hak talep eden herkesin ortak partisi, ortak gücü, ortak hareket üssü olarak hareket edecektir. Eninde sonunda bu zulüm düzenini yıkacağız, eninde sonunda gelecek bizim olacak, özgürlük bizim olacak gözlerimizi hep birlikte eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyaya 21.yüzyıla bizi taşıyacak olan gerçek harekete dayandırarak ileriye doğru devam edeceğiz yoldaşlar. Yolumuz açık olsun, yolunuz açık olsun, mücadelemiz daim olsun, hepinize başarılar diliyorum. Serkeftin hevalno serkeftin!