Herkes ve “Adalet”

Eşitsizliklerin ezilenler ve mağdurlar kutbundakiler toplumsal adalet için artan eylemlilikleriyle bir sınıf halinde harekete geçmedikçe “Herkes İçin Adalet”in bir hayalden öteye gitmez. Tarih boyunca, işçilerin, kadınların, gençlerin, çiftçilerin, öğrencilerin, yurttaşların yaşamlarındaki bütün olumlu değişiklikler sermayenin, erkeklerin, bankerler ve büyük toprak sahiplerinin ve devletlerin güç ve egemenliklerinin sınırlanmasını gerektirdi. Güç ancak güçle sınırlanabilir, kazanımlar ancak güçle korunabilirdi.

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) “Herkes İçin Adalet” kampanyası mutlaka öngörülen hedeflerine ulaşarak başarıyla tamamlanacak. Ama kampanya kaç ay sürerse sürsün adalet yürüyüşü bitmez. 

Adalet, en genel evrensel tanımıyla, hak olanın elde edilmesi ilkesinin gerçekleşmesidir. Adalet, kişilerin ve toplulukların hakkı olana el konulamaması demek olduğu kadar, kimsenin hak etmediğini elde edememesidir de. Şu halde adaletsiz bir dünyada adaletin gerçekleşmesi, gücün, servetin, kudretin, toprağın, suyun, paranın, mülkün,  saygınlığın, üstünlüğün el değiştirmesi; acıların sağaltılması, yoksunlukların telafisi, el konulanın iadesi, borcun ödenmesi; suçsuz yere çekilen cezanın sona ermesi, cezasız kalan suçun karşılığını bulması demektir. Apaçık ki, adalet sınıf mücadelesinin hukukun dil ve araçlarıyla ifadesinden başka bir şey değildir.

Adalet, kişilerin ve toplulukların maddi ve manevi tatmini için sınırlı kaynakların paylaştırılması açısından yaşamsal bir ilke; ama en adil devlette dahi adaletin bir tür serap gibi, ne kadar yaklaşılırsa o kadar uzaklaşan bir hayalden ibaret olduğunu akıldan çıkarmamak kaydıyla. Yakın Çağda “eşitlik” ilkesinin adaletin mihengi haline gelmesinin kölecilik, derebeylik, sultanlık ve imparatorlukların keyfilik ve zulmüne karşılık ne kadar büyük bir ilerleme olduğunu tartışmak gereksiz. Türkiye’de süre giden toplumsal ve siyasal kavganın merkezinde de egemenliği elde tutabilmek uğruna, şöyle ya da böyle nasiplenilmiş hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları ilkelerini yok etme peşindeki AKP-MHP iktidarının topluma saldırısı var. Öyle olmasa, “Herkes İçin Adalet” çağrısının bunca yankı yaratması söz konusu olur muydu?

Ne var ki, adalet de bütün öteki egemenlik ilkeleri gibi bir çelişkiyle malul: Gerçekleşebilmesi toplumsal olarak eşit olmayan gerçek kişilerin -kadınlarla erkeklerin, yoksullarla zenginlerin, işçilerle sermaye sahiplerinin, bankacılarla çiftçilerin, kiracılarla mal sahiplerinin, gençlerle yaşlıların, çocuklarla erginlerin, heteroseksüellerle LGBTİ’nin, vb. hukuken “eşit” sayılmasını gerektiriyor.  Böylece kapitalist toplumda sınıflar, cinsler, bireyler, mülkiyet sahipleri olarak eşit olmayanların hukuk karşısındaki eşitliği gerçek hayattaki eşitsizlik ve adaletsizliğin yeniden üretilmesinin güvencesi oluyor. Çünkü, kişileri hukuken eşitleyen adalet ilkesi, sınıfları eşitlemiyor; otomatik olarak bilginin, egemenlik ve üretim araçlarının, toprak ve paranın eşit ve adil paylaşımını sağlamıyor. Gerçek hayattaki adaletsizlik kapitalizmin her krizinde “eşitlik” ilkesinin eşliğinde siyasal ve hukuksal adaletsizliklere bürünüp toplumsal adaletsizliği derinleştiriyor.

Demek ki, eşitsizliklerin ezilen ve mağdurlar kutbundakiler toplumsal adalet için artan eylemlilikleriyle bir sınıf halinde harekete geçmedikçe “Herkes İçin Adalet”in bir hayalden öteye gitmesini ummak safdillik olur. Tarih boyunca, işçilerin, kadınların, gençlerin, çiftçilerin, öğrencilerin, yurttaşların yaşamlarındaki bütün olumlu değişiklikler sermayenin, erkeklerin, bankerler ve büyük toprak sahiplerinin ve devletlerin güç ve egemenliklerinin sınırlanmasını gerektirdi. Güç ancak güçle sınırlanabilir, kazanımlar ancak güçle korunabilirdi.

Ne var ki, hiçbir partinin gücü, milyonlarca işçinin, çitçinin, öğrencinin, kadının, yurttaşların büyük çoğunluğunun adına gücü sermayeden, devletten, erkek egemenliğinden alıp gerçek hak sahiplerine devretmeye yetmez; hiçbir kampanya binlerce yılın eşitsizlik ve adaletsizliğe boyun eğme alışkanlığını birkaç ayda değiştiremez; bunun için adaletsizliğin yoksullar, ezilenler, mağdurlar arasında bir onur isyanının kıvılcımıyla tutuşacağı yanıcı maddeyi hazırlamış olması gerekir. Ama siyasi partilere ve toplumsal hareketlere de işte bundan ötürü -insanlara nasıl insan olduklarının öyküsünü durmaksızın, bu, onların zihnine kendi öz yaşam öyküleri olarak yerleşene kadar hatırlatmaları için- gerek var.

İnsanlık, esarete değil, özgürlüğe doğdu. “Vicdanımız” dediğimiz şey, binlerce yıl önceki sınıfsız, sömürüsüz, erkek egemenliği nedir bilmeyen; çocukların herkesin çocuğu, herkesin herkesin kardeşi olduğu; birlikte ekilip, birlikte biçildiği; sürülerin birlikte güdülüp, ağların denizler ve ırmaklardan birlikte çekildiği; herkesin herkesin evine taş taşıdığı, herkesin herkesin yarasını sardığı ortaklaşa yaşantının -komünün- kolektif hafızamızdan hiç kazınmayan izidir. “Adalet”, bu ortak geçmiş hayali insanlığın modern küresel koşullar altında yeniden “büyük insanlık” olarak kuruluşunun programı halini almadıkça “Herkes İçin” olmayacak. “Herkes İçin Adalet” olduğunda da “Adalet”e ihtiyaç olmayacak, çünkü o zaman adaletsizliğin ne maddi ne manevi zemini olacak. Bu bir düş değil, günümüz uygarlığının kapasitesi çerçevesinde hakiki bir imkandır, “Adalet” peşinde koşmaktan daha az gerçekleşebilir olmayan bir imkan.
________________________
Yeni Yaşam, 10 Şubat 2021