Ekim Devrimi, Dünya ve Türkiye

Ekim Devrimi’nin Rusya Çarlığı’nın Müslüman halklarına sunduğu nimetlerle Türkiye’deki yankılanışı arasındaki asimetriye baktığımız zaman hep birlikte şunu görüyoruz: Siz kendi devriminizi yapmadıkça başka yerlerde, uzak ya da yakın coğrafyalarda gerçekleşmiş olan devrimlerin sizin için bir devrim olması, siz hiçbir şey yapmadan onu kendi başına temellük etmeniz mümkün değildir.

Ekim Devrimi, Rusya Çarlığı’nın Orta Asya’daki sömürgelerinde özellikle kadınların özgürleşmesi, eğitim ve çalışmada erkeklerle eşit haklara kavuşması için çok büyük olanaklar sundu.

Halkların Demokratik Kongresi’nin 10-12 Kasım 2017’de İstanbul’da düzenlediği “Kapital’den Ekim Devrimi’ne, Ekim Devrimi’nden Devrimlere” sempozyumunda Ekim: Devrimin Tarihi oturumunun moderatörlüğünü üstlenen Ertuğrul Kürkçü’nün oturumu açış konuşmasını sunuyoruz.

Hepiniz hoşgeldiniz, 

Başlarken, sempozyumun konusu bakımından çok basit ama temel bir sorunsal üzerinde durmak isterim; oradan bu oturumun özgül konusuna geçeriz: Eğer Ekim Devrimi’nin ortaya çıkarttığı bütün politik ve toplumsal sonuçlar tersinmişse, o zaman çok esaslı bir tarih teorisi ya da teorik tarih tartışmasıyla da yüz yüzeyiz demektir. Demek istediğim şu: Eğer Sovyetler Birliği’nde yıkılmış olan hakikaten “komünizm” idiyse, maddeci tarih görüşünün bir temel vargısı, Marx’ın bütün eserinin kilit taşı olan tarihsel formasyonların tersinmezliği prensibi boşa çıkmıştır. 

Marx’ın düşüncesi şuydu: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir -bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.” [1]

O zaman düşünmemiz gereken şey şu: Hakikaten yıkılan Marksizm’in ya da Marx, Engels ve Lenin’in ortaya koydukları problematik ve teorik hedefler bakımından “komünizm” miydi? Fakat bu sonuçlara tek başına bir doktrinin doğrulanması-yanlışlanması bağlamında yaklaşamayız. Farklı görüşler var, çoğul ve çoğulcu bir arka plandan geliyoruz. Hem gerçekte yaşanmış olmaları, hem de üzerlerinde düşünülmüş olmaları bakımından bütün bu yaşantıların varlığı ve anlamına dair farklı telakkiler var, ama hepimizin anlaştığı, birleştiği şey şudur: “Ekim Devrimi’nin yenilgiye uğratılmış olmasından, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde, -kısmen belki Küba ve Kore dışında- bu devrimle birlikte başlamış olan değişimlerin hepsinin tersinmiş olmasından bizim çıkartmamız gereken anlamlı bir sonuç olmalı.” Bu konuda hepimiz birleşiyoruz. O yüzden bu sempozyumdan şunun için de pekâlâ istifade edebiliriz ve etmeliyiz: Bütün maddi olgular aynı kaldığı halde neden farklı sonuçlar çıkartabiliyoruz? İkincisi, acaba olgular hepimiz için aynı mı, bunları birbiriyle nasıl kıyaslayabiliriz? Bu oturumda bu konulara belki pek fazla değinemeyebilecek olsak da Halkların Demokratik Kongresi’nin bu çok geniş alanı kapsayan tartışmaya cesaretle girmesi, buna kapıyı açması ve herkesi bu tartışmaya davet etmiş olması çok önemli. Bugün biz de bu oturumda buna katkıda bulunmak istiyoruz. Belki varmak istediğimiz sonuçlara burada ulaşabiliriz.

Konuşmacılarımız bu oturumda yapacağımız tartışmanın iki ucunu temsil ediyorlar: Genel olan ve tikel olan. Taner Timur hocamız genel olandan yola çıkacak esasen dünya tarihi içinde bir yol kat ederek Ekim Devrimi’ne ve oradan bugüne kadar gelen devrimler silsilesi içinde yer alan devrimlerin birbiriyle bağı konusuyla daha geniş olarak ilgilenecek. Emel Akal arkadaşımızsa, Müslüman dünyasında Ekim Devrimi’nin yankıları ve bu devrimlerin birbirlerine eşlik etmesi bağlamında istisnai bir deneyimi, tikel olanı, bu silsilenin bir momentini  değerlendirecek. Bu iki sunuş da lafı ister istemez Türkiye’ye -ve Kürdistan’a- getirecek kaçınılmaz olarak. Bir yandan hem modern dünyaya ait olan, hem eski dünyanın merkezinde duran, öte yandan İslam inancına bağlı olanlarla olmayanların -ama büyük çoğunlukla İslam inancına bağlı olanların- bir arada yaşadığı bir toplumsal-tarihsel zeminde Ekim Devrimi ile eşanlı olarak ortaya çıkmış olan tarihsel dönüşümler bizim için ne mana ifade ediyor, bugün bize bu yaşanmışlıklardan doğacak bir ışık var mı konusuna da ister istemez gireceğiz.

Başlarken kısaca şunu söylemek isterim: Türkiye Devleti’nin -Türkiye Cumhuriyeti’nin- de, Türkiye sosyalist hareketinin de Ekim Devrimi ile doğuştan gelen bir ilişkisi var. Ekim Devrimi’nin hem Türkiye sosyalist hareketi üzerinde, hem Türkiye Cumhuriyeti üzerinde doğum izi gibi bıraktığı bir leke var; başka pek az ülke -belki Finlandiya biraz- böyledir. Ama Sovyetler Birliği’ne dahil olmayan ülkeler arasında Ekim Devrimi ile bu açıdan travmatik bir ilişkiye sahip çok fazla ülke olduğunu ben  sanmıyorum. İki nedenle bu böyle: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde bir ulus-devlet inşası için yola çıkmış olan Kemalist kadronun -eğer Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiş olmasa ve Sovyetler Birlği’nin politik, askeri, mali ve diplomatik katkısı olmasa işgalci güçler karşısında arka cephesini sağlamlaştırmış olarak mücadeleye girmesi belki de olanaksızdı. Ekim Devrimi esasen dört bir taraftan kuşatılmış olan Kemalist hareket için tarihin bir lütfu olarak sağlam bir dayanak noktası ortaya çıkartmış olması bakımından önemliydi. Ancak öte yandan doğmakta olan iki devlet arasında kurulmuş olan bu bu tarihsel ilişki sosyalist hareketimiz ve devrimci mücadele  açısından aynı talihli sonuçları yaratmadı. Ne yazık ki, uluslararası askeri ve politik zorunlulukların bir araya getirdiği bu iki devlet arasındaki ilişki Sovyetler Birliği’nin devrimci güçleriyle Türkiye’nin sosyalist devrimci güçleri arasında da paralel bir ortaklığı sağlayamadı. Kemalist rejim henüz doğarken daha 1921’de Mustafa Kemal yeni devletin bakış açısından neden ötürü Türkiye’de bir komünist partisinin kurulamayacağını, bir komünist hareketin neden ötürü Türkiye’de siyaset gündeminin içinde meşruiyete sahip olamayacağını şu sözlerle ifade ediyordu: 

“[…] devletimizin, Heyeti Âliyenizin Ruslarla olan münasebatı doğrudan doğruya iki müstakil devletin karşı karşıya olan ve her biri kendine ait olan gayelerini tamamen mahfuz bulundurmak şartiyle, bugüne kadar böyle olduğu, bugünden sonra da böyle devam edeceğine şüphe etmeyiniz. Rus Bolşevik Hükümeti resmiyesi, ricali resmiyesinin bizim olan, bizim resmî ricalimizle olan temas ve münasebetlerinde Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak zahiren memleketimize ve milletimize nâfi olmak için Türkiye komünist fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hissi vatanperverane ile ve bir hissi hakikiî millî ile değil, benim kanaatımca belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs Rus bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır. 

“Diğer taraftan efendiler, memleket dahilinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen, fakat bu esasata müsteniden tekevvün etmiş olan, taazzuv etmiş bir Bolşevik kuvvetinin bizim için kuvvei naciye olabileceğini farzeden birtakım insanlar dahi, hattâ bu hariçten gelen Komünizm cereyanına temas etmeksizin kendiliğinden Komünizm teşkilâtı yapmak hevesine düştüler. Bir zaman geldi ki Ankara’da, Eskişehir’de, şurada burada memleketin hemen bir çok yerlerinde bir çok insanlar, birbiriyle rabıtadar olmaksızın, Komünistlik teşkilâtı kurmaya ve aynı zamanda hariçten de birtakım insanlar serseri surette memlekette dolaşmaya ve aynı zamanda propaganda yapmaya başlamışlardır. Daima esasatına muhafazai sadakat etmekte en büyük faideyi gören Heyeti Vekileniz bunun için müsmir bir neticeyi düşünmek mecburiye-. tini hissetti. Herhalde bu memlekette ve bu millet içinde Komünizmin mahalli tatbik bulamayacağına kani idi ve kanidir. Komünizmin ne olduğunu bilirse münevveran, o zaman memleket dahilinde tatbikine cevaz verilebilir. Fakat münevveran dahi dahil olduğu halde Halk, Ordu Komünizmin ne olduğunu bilmiyor. Yalnız kuvvei naciye olabileceği itikadına zahip olmuş ise o zaman körü körüne cahilane komünizm olabilir veyahut milletin bir kısmı kalili, kısmı cüzisi temayül edebilir. Bu suretle ekalliyetin ekalliyeti denecek mertebede tekevvün edecek bu kuvvet kendini şâmil ve hâkim bir kuvvet farzederek, çünkü vukufsuzluğu veçhile bir teşekkül olacağından derhal memleket dahilinde – Bittabi bu gibi inkılâbatın heyeti umumiyei milliyemiz tarafından derhal imha edileceğine mutmainiz – herhalde bir feveran olabilir, bir  inkılâp teşebbüsü olabilir. Bu itibarla Hükümet tedbir düşünmek mecburiyetinde kalır. 

“Efendiler, iki türlü tedbir olabilirdi. Birisi; doğrudan doğruya Komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise hududun haricine defetmek gibi zecrî, şedid, kırıcı tedbir kullanmak. Bu tedbirleri tatbik etmekte iki noktai nazardan faidesizlik görülmüştür. Birincisi; siyaseten hüsnü münasebatta bulunmayı lüzumlu addediniz Rusya Cumhuriyeti kamilen komünisttir. Eğer böyle zecri tedbir tatbik edecek olursak o halde bilâ kaydüşart Ruslarla alâka ve münasebette bulunmamak lâzım gelir. Halbuki biz bir çok mülâhazatı siyasiyeden, bir çok esbap ve avamilden dolayı Ruslarla temasta, müşasebatta, itilafta bulunmak istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde tatbik edeceğimiz tedbirler de dostluğunu istediğirniz bir millet, bir hükümetin prensiplerini tahkir etmemek mecburiyetindeyiz. îşte bu noktai nazardan zecrî tedbir kullanmak istemedik. İkinci bir noktai nazardan da zecrî tedbir kullanmayı faideli addetmedik. Malûmu âliniz fikir cereyanlarına karşı fikre istinat etmeyen kuvvetle mukabelede bulunmak, o cereyanı imha etmedikten başka, herhangi bir muhatabınızla, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir fikrini kuvvet zoru ile reddederseniz, o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Binaenaleyh, fikir cereyanları cebir ve şiddet ve kuvvetle reddedilmez. Bilâkis takviye edilir. Buna karşı en müessir çare, gelen cereyanı fikriye mukabil fikir cereyanı vermek, fikre fikirle mukabele etmektir. Binaenaleyh Komünizmin memleketimiz için, milletimiz için, icabatı diniyemiz için gayri kabili kabul olduğunu anlatmak, yani efkârı umumiyei milleti tenvir etmek en nâfi bir çare görülmüştür. İşte Hükümet böyle bir çareye tevessülle iştigal etmekle beraber, şüphe yok ki, gelen cereyanlar zamandan evvel fiilen mazarrat tevlit edebilecek hale gelmemesi için dahi bir taraftan da tedabiri lâzimeyi ittihaz etmiştir. Hükümet tenvir ile bu cereyanın önüne geçme yi düşündüğü sırada, aynı suretle düşünen birtakım kıymetli ahlâklı ve her noktai nazardan şayanı emniyet arkadaşlar bana müracaat etmişlerdir. Bu zevat bu noktai nazardan bu memleket ve milletin menafiine azamî ne suretle hizmet edebileceklerini düşünüyorlardı. İşte bu düşüncenin mahsulü olmak üzere Ankara’da Komünist Fırkası namı altında bir fırka teşekkül etti. 

“Bu fırkayı teşkil eden zevatın bence yakinen malûm olan zihniyetini kısaca izah etmek istiyorum, ki sui tefehhümat zail olsun. Bu zevat bir defa hududu millî dahilindeki halkın istiklâlinin mahfuziyeti, yani bu milletin, gayei milliyesinin, istikbalinin temin ve istihsali için hadim olmak istiyorlar. Yine onlar da hepiniz gibi milletin refah ve saadeti hakikiyesini maddeten istihsal edebilmek için idare makinesinin ıslâhı ahvali içtimaiyemizde mümkün olduğu kadar milletin kabiliyeti hazmiyesi derecesi nispetinde terakkiyata mazhariyeti düşünen ihsanlardı. Binaenaleyh, bu fırkayı teşkil edenler Komünizmin ne olduğunu millete anlatmak ve bunun ne olduğunu bütün esasları, prensipleri bütün milletçe malûm olmadıkça olsa olsa onların içinden halkın kabiliyet ve istidadına mümkün olduğu kadar hadim olabileceklerini, kabiliyeti tatbikiyesi görüldüğü takdirde tatbik zihniyetinde idi. Fakat gayet mutaassıp oldukları nokta, o da, bu memleket içinde ve bu millet içinde her türlü inkılâbatı içtimaiyenin, muzır dahi olsa, her türlü inkılâbın sahibi hakikileri yine bu millet olmalıdır. Yine bu millet vekili olmalıdır ve çok mutaassıp oldukları bir nokta varsa, bu memleket içinde ecnebi ile hiçbir inkılâp vücuda gelmesine alet olanları tahkir ve terzil etmek idi. İşte bu işi niyatı hasene ile yapmak arzu eden arkadaşların teşebbüsü Hükümetçe muvafık görülmüş ve kendilerinin vukuu müracaatları üzerine resmen müsaade edilmiştir. Yalnız bu müsaadeyi yapmakla Hükümet bir şey düşündü. Evet, komünizm içtimaî bir meseledir. Bunun her türlü esasat ve hakayikini istenildiği gibi söylemekte beis yoktur. Yalnız maksadı te’şebbüsü belli olmayan, mahalli dahi istenildiği anda meçhul bulunan birtakım kimselerin komünizm namı altında, Bolşevizm namı altında teşkilât yapmasını katiyen menetmek istedik ve bu noktai nazardan Dahiliye Vekili bütün rüesayı memurini mülkiyeye dedi ki; Komünistim diyen Hükümetçe resmen programı görülmüş ve mevcudiyeti resmen tasdik edilmiş cemiyete intisap edebilir. Fakat kendi kendine teşekkül eden fırkanın Hükümete verdiği bir teminat vardı, ki o dahi her önüne geleni teşkilâta memur etmeyip, belki aklı başında mukaddesatı milliyeyi, icabatı diniyeyi şeraiti umumiyei millet ve devleti müdrik insanlar ancak bu gayei milliyeye sadık kalmak şartiyle tenviri efkâr edebilirlerdi ve ben eminim ki arkadaşlar, Rus bolşevizminin yapmış olduğu tahribatı bir çoklarımızdan daha iyi bilmektedirler. Hikmeti mevcudiyetlerinin kalmadığına kani oldukları dakikada bütün millete hitaben bizzat kendileri Komünizmin bu memleket içinde kabiliyeti tatbikiyesi olmadığım kendileri ifade ederler ve dağılırlar.” [2]

Sovyetler Birliği devleti ile Türkiye’nin komünist hareketi arasındaki -Kemalist rejim üzerinden kurulmuş olan- bu iki ayrı yönde giden ilişki bir açıdan Türkiye komünist hareketinin de büyük trajedisi oldu. Çünkü İkinci Dünya Savaşının ardından gelen -Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman kamplarda yer aldıkları- “soğuk savaş” döneminde de Sovyetler Birliği’yle Türkiye’nin komşu ülkeler olmaları, Türkiyeli komünistlerin sürekli olarak “bir dış gücün uzantısı” olmadıklarını ispata zorlandıkları ağır, sancılı, kabus gibi bir süreçten geçmelerine yol açtı. Öte yandan daha başlangıçtan itibaren Türkiye’de devletin “sosyalizm”, “komünizm”, “liberalizm”, “devlet kapitalizmi” tartışmalarına ve çeşitli politik güçler arasındaki mücadelelere doğrudan taraf olarak katılmış olmasının da yıkıcı sonuçları oldu: Devlet görüşü, Türkiye komünist hareketi içerisindeki bütün tartışmalara da bir biçimde sirayet etti. Bu hegemonik ilişki henüz doğmakta olan hareketin hem devlet eliyle yukarıdan, hem de toplumsal kontrol süreçleriyle aşağıdan son derece ağır basınçlar altında şekillenmesine neden oldu.  O yüzden Sovyetler Birliği ile -bir devrim ülkesiyle- komşu olmak kimi ülkelerin devrimci güçleri için belki büyük bir avantajdı, ama Türkiye sosyalistlerinin çektikleri büyük sıkıntıların bir nedeni de bu coğrafi yakınlığı yaşamsal bir askeri-stratejik tehdit olarak gören Türkiye egemen sınıflarını komünist hareketi orantısız bir baskı altına almaya yönlendiren paranoid “komünizm korkusu”ydu. “Soğuk savaş”ın iki merkez devleti Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki her gerginlik Türkiye’de muhalefet ve devlet arasındaki bir başka gerginliğe tercüme edilebildi. Benim kuşağım hayatını bütün bu gerilimler içerisinde devrimci bir imkân bulabilmek çabasıyla geçirdi. Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla birlikte bu konu belki gündemden kalkmış olabilirdi, ama burada da üçüncü bir meseleyle karşı karşıyayız. Aslında İbn-i Haldun’un dediği gibi “coğrafya kaderdir”. Rusya Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bütün jeostratejik gerilimler ya da Türkiye ve Rusya’nın Batı ve Doğu’da başka devletlerle yaşadıkları çatışmalar, geçmişte olduğu gibi bugünün devletlerarası ilişkilerine bir şekilde tercüme oldu ve bunun izlerini de hep beraber yaşıyoruz.

Özetin özeti söylemek istediğim şey şu: Çarlık Rusya’sındaki büyük Sovyet Sosyalist Devrimi ve onun üzerinde yükselen Sovyetler Birliği yönetimi dünya halkları için son derece önemli bir ışık, Türkiye halkları için de aynı şekilde yol gösterici bir ilke oldu. Fakat bunlar bizler için pratikte -teoride olduğu ölçüde- ilk bakışta sanılabileceği gibi olağanüstü imkânlar sunmadı. Türkiyeli devrimciler aslında Ekim Devrimi’nin nimetleri kadar güçlüklerini de Rusya’daki yoldaşlarıyla paylaştılar. Fakat Rusya’daki devrimin Rusya Çarlığı’nın Müslüman halklarına sunduğu nimetlerle Türkiye’deki yankılanışı arasındaki asimetriye baktığımız zaman hep birlikte şunu görüyoruz: Siz kendi devriminizi yapmadıkça başka yerlerde, uzak ya da yakın coğrafyalarda gerçekleşmiş olan devrimlerin sizin için bir devrim olması, siz hiçbir şey yapmadan onu kendi başına temellük etmeniz mümkün değildir. 

Nihayet son nokta: Ekim Devrimi’nin 100. yılında geriye baktığımızda orada yüz yılın sounda artık bir işçi devleti, bir Sovyet idaresi görmüyoruz. Ekim Devrimi’nin yayıldığı hinterland içerisindeki bütün devrimler yıkılmış olabilirler fakat geride bir insani yıkım değil, bu ülkelerde bir devrim olmaksızın kendi iç gelişme ritmleriyle ilerlemiş olsalar sağlayamayacakları kadar büyük bir insani gelişme bıraktıklarını görüyoruz. Çin’de olsun, Rusya’da olsun, Doğu Avrupa ülkelerinde olsun devrimci hükümetler döneminde ve Sovyetler Birliği’nin çevresinde birleşmiş olan paktlar içerisinde sağlanmış sınai, iktisadi, kültürel, bilimsel gelişmeler o kadar büyük bir yeni insan malzemesi yarattı ki, belki de şimdi Marx’ın öngördüğü ve Lenin’in de Sovyetler Birliği’nin tetiklemesini umduğu gibi bir dünya devriminin imkânları, kapitalizmin merkez ülkelerindeki devrimler kendilerine eşlik etmedikleri için bu devrimlerin yenilgiye mahkûm bir biçimde sürdürdükleri 40, 50, 100 yıllık yaşantıları boyunca yaratmış oldukları bu insani malzemeden doğacak. Bugün Çin’de birikmiş olan muazzam iktisadi potansiyel ve yetişmiş insan malzemesine, Rusya’daki muazzam iktisadi, politik ve askeri potansiyel ve bunların gerisinde duran yetişmiş insan gücüne, bu ülkelerin insani gelişme endeksindeki yerlerine, dünyanın önde gelen pek çok kadim kapitalist ülkesinden çok daha yüksek insani gelişme potansiyelini barındırdıklarına bakacak olursak aslında şimdi yenilmiş görünseler de bu devrimlerin arkalarında muazzam bir dinamizm bıraktıklarını ve belki de 20. yüzyılın eski, geri köylü ülkeleriyle kapitalist merkez ülkelerini birbirlerine insani talepler, insani ihtiyaçlar, insani dönüşüm imkânları bakımından tarihte ilk kez bu kadar çok yaklaştırdıklarını ve “eş anlı bir devrimi” çok daha mümkün kıldıklarını görebiliriz.

Nihayet kapitalizmin dünyanın tamamını böylesine kuşatmış olması hem bir dünya devrimi için daha çok malzeme, hem de öbür taraftan bu devrim olmadığı takdirde insanlığın ve yerkürenin çöküşü bakımından son derece ciddi bir risk ortaya çıkarttığı için bugün işçi sınıfıyla sermaye arasındaki çatışma insanlıkla kapitalizm arasındaki çatışmayla da eklemleniyor, bu gerçekten “küresel” bir mücadeleye dönüşüyor; böylelikle Ekim Devrimi’nin geride bıraktığı son kaleler yıkılırken aslında yeni bir büyük devrimci dönemin kapısı açılıyor. O yüzden 100. yılda buradan bütün dünyaya güvenle ve gururla söyleyebiliriz ki, hem Ekim Devrimi hem onu izleyen devrimler, Marksizm’in tarih yorumunun, maddeci tarih düşünüşünün doğruluğuna dair eşsiz kanıtlar sundular, hem ortaya çıkarttıkları siyasi biçimlerle insanlığın gidişini son derece büyük bir ivmeyle hızlandırdılar, hem de bizi yıkılmalarından doğan ve kendi öz deneyimimizden çıkartacağımız derslerle, hepimiz için eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı, antimilitarist, feminist, ırkçılığın doğrudan inkarı olan yeni bir sosyalizm yorumuna ulaşma sorumluluğuyla baş başa bıraktılar. Bugün bu dersleri özümsemek için burada bir aradayız. Hepiniz tekrar hoş geldiniz. Şimdi söz panelistlerimizin, çok teşekkür ederiz katıldıkları için. İlk söz Taner Timur Hocamıza,  buyurun Hocam.
_________________________________
[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli,Sol Yayınları Temmuz 1979 (Birinci Baskı: Mayıs 1970; İkinci Baskı: Kasım 1974; Üçüncü Baskı: Eylül 1976), Ankara.

[2] Mustafa Kemal Paşa, TBMM Gizli Celse Zabıtları, 22 Ocak 1921.