Birleşmiş Milletler ve küresel sivil toplum kuruluşlarınca ortaya konulan iki büyük bildirge -“1984 BM Halkların Barış Hakkı Bildirgesi” ve “2010 Santiago Barış İnsan Hakkı Bildirgesi”- tüm çatışan tarafların barış seçeneğine bağlılıklarının mihengidir. Devletleri, barış bahsinde birer “yalan makinesi” olan bu bildirgelerin tartısına çıkarmadan “çatışma çözümü”nün ortağı ilan etmek, dereyi görmeden paçayı sıvamaya benzer.
“Avrupa Özgürlük ve Barış Forumu” ile İlerici Enternasyonal’in birlikte düzenlediği 4 Aralık “Barış için ayağa kalkmak” webinarında Ertuğrul Kürkçü’nün sunumu.
* * *
Tayyip Erdoğan’ın iktidardaki “Cumhur İttifakı” koalisyonun ortağı ultramilliyetçi MHP lideri, Devlet Bahçeli, 2 Ekim’de TBMM’de “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış çağrısı yaparken ülkede barışı tesis etmemiz gerekiyor” anlamına geldiğini düşündüğü bir jestle, güneşli havada şimşek çakarcasına, Kürtlerin haklarını savunan DEM Partisi lideriyle, el sıkışmıştı.
İsrail derken sahneye HTŞ çıktı
Erdoğan, Bahçeli’nin teklifini pes perdeden de olsa destekledi ve ikisi de, son derece kutuplaşmış bir kamuoyu önünde kendilerinden hiç beklenmeyen bu hareketlerini İsrail’in kapsamlı saldırısının Türkiye’nin güney sınırlarını tehdit ettiği bir zamanda “iç cepheyi güçlendirme ihtiyacı” ile gerekçelendirdiler. Türkiye’ye yönelik herhangi bir İsrail saldırısının gerçekleşebilirliğine kuşkuyla yaklaşan
birçok kişiyse Erdoğan’ın yakın zamanda Türkiye’nin güney sınırları boyunca önemli bir gelişme yaşanması olasılığına yönelik beyanını ciddiye almadıklarını yüksek sesle dile getirdiler, otokrasinin bu girişimini, bir sınır ötesi sorundan çok, hükümetin Kürt cephesindeki kaçınılmaz çıkmazıyla ilişkilendirdiler.
Rejimin önlemekle yükümlü olduğu HTŞ harekatından elbette haberi vardı
Şimdi, [başta Heyet Tahrir Es-Şam (HTŞ) olmak üzere] cihatçı güçlerin İdlib’in sözde “gerginliği azaltma” bölgesindeki üslerinden Halep ve Suriye’nin kuzeybatıdaki merkezlerine yönelik son saldırıları, Türkiye’yi yönetenlerin cihatçıların bugün Suriye’de ortaya çıkan hazırlıklarından ve olası gelişmelerden haberdar oldukları konusunda pek az şüphe bırakıyor.
Rejim kamuoyunu aydınlatmak değil yanıltmakla meşgul
Bunun en basit nedeni, Türkiye’nin Rusya ile varılan Astana ve Soçi Anlaşmaları’na göre , İdlib’de silahsızlandırılmış bir tampon bölgeyi denetlemek ve ılımlı isyancıları cihatçı gruplardan ayırmakla görevlendirilmiş ve ateşkesleri izlemek ve Suriye hükümet güçlerinin ilerlemesini engellemek için İdlib çevresinde bir gözlem noktası ağı kurmuş olması. Türk güçleri ayrıca, Rusya ve İran’ın Suriye’deki etkisini dengelemek üzere muhalif gruplara maddi ve lojistik destek de sağladı. Bu nedenle, Türkiye zaten sözde gerginliği azaltma bölgesindeki tüm tırmanışlardan haberdar olmaya zorunluydu. Bahçeli ve Erdoğan, yaklaşan olayların kaynağı konusunda tam olarak bilgi sahibi oldukları halde bunu genel terimlerle ve “İsrail’in emelleri”ne yaptıkları alakasız vurguların ardına gizlemeyi tercih ettiler.
Suriye’deki tek demokratik seçeneği zor günler ve zor kararlar bekliyor
Bütün bunlardan sonra Suriye’de ve Suriye Demokratik Güçleri liderliğindeki özerk yönetim bölgelerindeki mevcut güç dizilişi şüphesiz değişti. Önümüzde zor günler var ve Rojava’da yaklaşan gelişmeler karşısında Kürtleri ve ittifaklarını zor kararlar bekliyor. Ülkeyi her türlü baskı ve sömürü biçiminden özgürleştirmek üzere dinsel, ulusal ve cinsel önyargılar karşısında özyönetim ve anayasal vatandaşlığa dayalı demokratik ve halkçı bir alternatif sunan Suriye’deki tek siyasi varlık olan Rojavayla dayanışma içinde olduğumuzu ilan ediyoruz.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın özgül gündemi
Ancak dört parçadaki Kürt halkı arasında varolan ortak ulusal ve kültürel bağlara rağmen Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da durum ve arka planın kendine özgü siyasal farklılıkları var ve kendi yörüngesini izliyor.
Kürt siyasal güçleri ve Türkiye’nin demokratik ve sosyal muhalefet güçlerinin, parlamentoda 57 sandalyesi bulunan DEM Parti dolayımıyla Kürt siyasal hareketiyle oluşturduğu stratejik ittifak, başından beri maksimalist söylemleri benimsemekten uzak durdu. Kendisini, bir bölümü Kürtlerin kurtuluşu için parlamento dışı stratejiler izleyen veya [özgül] planlarını takip eden Kürt siyasal örgütlerinin tamamının üzerine yükseltmekten ziyade, hükümetin “barışa yönelik” niyetlerinin gerçekliğini sınamayı tercih etti.
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Kürt Sorunu’nu müzakere masasına getirmek üzere daha önce (2013-2015) açtığı yolda ilerleyen DEM Parti, bu girişimin, tutuklu PKK lideri Abdullah Öcalan da dahil, tüm paydaşları bir araya getirerek barış için bir yol haritası üzerinde çalışmak için açık, çok taraflı ve parlamenter bir sürece yönelmesi gerektiğini savunuyor.
Tek adam rejiminin Kürt Sorununu ele alış biçimi başlıbaşına bir uluslararası sorun
Beklenmedik “barış” söyleminin aksine, hükümetin girişimlerine hiçbir şekilde uzlaşmaya ve Kürt muhalefetinin taleplerinin olası tanınmasına yönelik kararlı bir tavrı yansıtmayan, Kürt belediye başkanlarının görevden zorla alınması ve DEM Partisi yerel şubelerine ve Kürt basınına yönelik baskılar, kamuoyu liderlerinin evlerine baskınlar ve artan sayıda tutuklama eşlik etti. Aksine, DEM Parti’ye yönelik olarak “terörizmle arasına mesafe koymadığı” takdirde daha fazla baskıyla karşılaşacağı tehdidinin tonunun koyulaşmakta olduğunu işite geliyoruz.
Ne var ki, Türkiye’nin “terörizm” tanımı ve “terörle mücadele” yasalarının kendileri, muğlaklıkları ve açıklıktan uzak olmaları nedeniyle zaten Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin incelemesi altında – bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) çoğu Türk mahkemesinin “terörizm suçlamaları” üzerinden verdiği kararları sürekli olarak reddetmesinin de temel nedeni.
Kürt Sorunu ve Türkiye’nin sorunu ele alış biçimi ve Ankara’nın kötü şöhretli tek adam yönetimi, yalnızca ulusal veya iç meseleler olarak görülmemeli.
Türkiye ile üç diğer komşu ülkeyi de kapsayan Kürt Sorunu, başından beri hem Kürtlerin ulusal kendi kaderini tayin hakkı hem de Türkiye’nin Kürt muhalefetini ulusal sınırları dışında yenme -dolayısıyla Kürt taleplerini bastırmak için Irak ve Suriye ile uluslararası iş birliği yapma arzusu nedeniyle- uluslararası boyutlar kazanmış durumda.
Dört devletin (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) Kürtlerin ulusal kendi kaderini tayin hakkını tanımaması ve ülkelerin her birinde demokratik ve sosyal hakların inkarı, iç çatışmalara, uluslararası huzursuzluklara, sınır ötesi operasyonlara ve bireylere yönelik gayrimeşru öldürmelere ve toplulukların katline yol açtığından, çözülemeyen Kürt Sorunu, son yüzyıldır Kürtler ve Kürdistan’ın bölünmüşlüğünü sürdüren egemen devletler açısından uluslararası ve iç savaşların daimi gerekçesi olmaya devam ediyor.
Savaşın meydan okumasına karşı uluslararası bir barış hareketi ihtiyacı
Yaklaşan bölgesel savaşların, önemli bir Kürt nüfusuna sahip olan tüm bu devletlerdeki sivil nüfusun insan hakları durumunu ve yaşam kalitesini daha da kötüleştireceği neredeyse kesin.
Bu bağlamda, yerel/ulusal demokratik güçlerin ve ilerici enternasyonalin, savaşın meydan okumasına karşı güçlü bir kampanya inşa edebileceğini ve halkların evrensel barış hakkını yükseltebileceğini varsayıyorum.
[Bu amaçla] “Halkların barış içinde bir yaşamı sürdürmesinin her devletin kutsal görevi olduğunu” kabul eden ve devletleri aşağıdaki ilkeleri yerine getirmekle görevlendiren BM Genel Kurulu’nun aşağıdaki 1984 tarihli “Halkların Barış Hakkı Bildirgesi”nin çok önemli bir referans olduğunu söyleyebiliriz.
“BM Halkların Barış Hakkı Bildirgesi”
“I. Gezegenimizin halklarının kutsal bir barış hakkına sahip olduğunu ciddiyetle ilan ediyoruz;
“2. Halkların barış hakkının korunmasının ve uygulanmasının teşvik edilmesinin her devletin bir temel yükümlülüğünü oluşturduğunu ciddiyetle ilan ediyoruz;
“3. Halkların barış hakkının kullanılmasının sağlanmasının, Devletlerin politikalarının savaş tehdidinin ortadan kaldırılmasına yönelik olması gerektiğini vurgulayarak […] Birleşmiş Milletler Şartı temelinde uluslararası ilişkilerde güç kullanımından vazgeçilmesi ve uluslararası anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesini [istiyoruz];
“4. Tüm Devletlere ve uluslararası örgütlere hem ulusal hem de uluslararası düzeyde uygun önlemlerin benimsenmesi yoluyla halkların barış hakkının uygulanmasına yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaları çağrısında bulun[uyoruz].”
bkz. https://www.ihd.org.tr/ceviri-bm-baris-hakki-bildirgeleri/
Santiago Bildirgesi
Bunun yanısıra 1. Maddesinde aşağıda yer verdiğimiz ilkeleri kileri destekleyen 2010 Santiago Bildirgesi’ne dayanabiliriz:
“1. Bireyler, gruplar, halklar ve tüm insanlık, adil, sürdürülebilir ve kalıcı bir barışa devredilemez bir
hakka sahiptir. Bu hak sayesinde, bu Bildirge’de ilan edilen hak ve özgürlüklerin sahipleridir.
“2. Devletler, tek başlarına, birlikte veya çok taraflı örgütlerin bir parçası olarak, barışa ilişkin insan hakkının başlıca görev sahipleridir. Bu hak, ırk, soy, ulusal, etnik veya sosyal köken, renk, cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, dil, din veya inanç, siyasi veya diğer görüş, ekonomik durum veya miras, çeşitli fiziksel veya zihinsel işlevsellik, medeni durum, doğum veya herhangi bir başka koşul nedeniyle herhangi bir ayrımcılık veya ayrımcılık yapılmadan uygulanacaktır.
“3. Saldırganlığa, soykırıma, ırkçılığa, ırk ayrımcılığına, yabancı düşmanlığına ve diğer ilgili hoşgörüsüzlük biçimlerine, ayrıca apartheid, sömürgecilik ve neo-sömürgeciliğe maruz kalan tüm bireyler ve halklar, barışa ilişkin insan hakkının ihlallerinin kurbanları olarak özel ilgiyi hak etmektedir.”
bkz. https://www.aedidh.org/sites/default/files/Santiago-Declaration-en.pdf
Şimdi, Birleşmiş Milletler ve küresel sivil toplum kuruluşlarınca ortaya konulan bu iki önemli Bildirgeye dayanarak tüm savaşan tarafların barış arayışına bağlılığını test etmenin zamanıdır.
Adalet yoksa barış da yok!
________________________________
Webinar: “Barış İçin Ayağa Kalkmak”, 4 Aralık 2024
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.