Kürkçü Yazdı: Askerin hakkını yurttaşın hakkından ayırdığınızda ne askerin ne yurttaşın hakkı gerçekleşir. Bu ikisi arasındaki gerilim ancak devlet, egemen sınıfın devleti olmaktan çıktığında sönmeye başlar, devlet devlet olmaktan çıktığında da ne askere ne orduya gerek kalır.
“Askerlik” tartışması son günlerde “Asker Hakları Platformu”nun yayınladığı “Zorunlu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İhlalleri” raporuyla bir kere daha canlandı. Raporda yer verilen canlı tanıklıklar, militarizmin silah altına aldığı halk çocuklarını sözüm ona “disiplin”e sokmak, sorgusuz sualsiz itaat eden birer kurşun askere çevirmek için uyguladığı maddi ve manevi zulmü kamuoyuna taşıdı.
Asker Hakları Platformu’nu her zaman çok da kolay olmayan ve başarmak için cesaret gerektiren böyle bir raporu ortaya çıkardığı için kutlamak gerek. Böylece askere alınan gençlerin orduda bulundukları sırada nasıl muamele gördüklerine dair ilk kez TSK dışı bir kaynaktan gelen sistematik bilgiye ve maruz kaldıkları insan hakları ihlallerine dair tanıklıklara sahip oluyoruz.
Rapor bu ihlaller arasında Hakaret, Dayak, Aşırı Fiziksel Aktiviteye Zorlama, Yeterli Sağlık Hizmeti Alamama, Orantısız Cezalar, Şahsi İşine koşturma, Uykusuz Bırakma ve Devrecilik’i sayıyor. Bu ihlaller sonucunda karşılaşılan belli başlı sonuçlar da şunlar. İntihar, Akıl Sağlığını Yitirme, Kalıcı fiziksel Hasar.
“Rapor” askerlerin hak mücadelesini gündeme taşıyarak bu can alıcı konuyu toplumun ilgisine kavuştursa da metodolojisinden kaynaklanan ciddi kısıtlarının ve platformun siyasal-kültürel-ideolojik yönelim ve mutabakatının ister istemez yol açtığı ciddi kusurları var olduğunu da görmezden gelmemek gerekir.
“Rapor”un asıl malzemesi, 25 Nisan 2011 ile 24 Nisan 2012 arasında platformun web sayfasına gelen 436 şikayet mektubu. “Rapor” bu şikayetleri geldikleri yerlere ve şikayet türlerine göre sınıflandırarak bir “ihlal” haritası elde etmiş. Ancak bu bir “ihlal”ler haritası olmaktan çok “şikayetler” haritası. İhlallerin yoğun olarak gerçekleştiği yerler her zaman şikayetlerin yoğun olarak geldiği yerler olmayabilir. Şikayetlerin en çok acemi er eğitim birliklerinin olduğu kentlerden, ya da askeri eğitim ve faaliyetin çok yoğun olduğu Kürdistan’dan değil de Ankara’dan geliyor olması bu yönde kesin olmayan bir gösterge.
Öte yandan raporun kendisini siteye gelen vaka örnekleriyle sınırlaması daha önce bilinen kimi ihlal sonuçlarının kamusal alana belirsizleşmiş bir şekilde ulaşmasına yol açıyor. Raporun bu yönde bir eşleştirme çabasına girmemesi bu müphemliği daha da artırıyor. Örneğin rapor “siteye son bir yıl içinde intiharı düşünme, intihar teşebbüsünde bulunma, intihara tanık olma ya da intihar olarak duyurulan ölümleri şüpheli bulma konulu 40’a yakın başvuru yapıldığını” belirtiyor. Ancak bunun Milli Savunma Bakanlığı’nın BDP Kars Milletvekili Mülkiye Birtane’nin sorusuna verdiği cevaptaki sayılarla bir ilgisini kurmuyor: “(…) Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, son iki buçuk yılda kışlalarda 252 ölüm gerçekleştiğini, bunlardan 175’inin kayıtlara intihar olarak geçtiğini açıkladı. “Önergede, 2005-2010 yılları arasında 408 askerin şüpheli bir şekilde hayatını kaybettiği söylenirken, 2010 yılından bu yana kışlalarda neler yaşandığını sorulmuştu.”
“Rapor”da intihar sayılarının bu dehşet verici yüksekliğini ortaya koyacak bulgulardan yoksun kalınca, ihlallerin vahameti konusundaki, uyarıcı görevini yerine getirmekte zorlanıyor.
“Rapor”da kamu oyunu çok yakından ilgilendiren iki ihlal türüne ve bir olumsuz sonuca yer verilmediğini de görüyoruz.
“Rapor” LGBT bireyleri doğrudan doğruya ilgilendiren cinsel yönelim özgürlüğü ihlallerine, ve bu ihlallere maruz kalanların karşılaştığı muameleye hiçbir şekilde değinmiyor. Bunun çok büyük ölçüde raporu hazırlayanların politik ve kültürel tercihleriyle ilgili olduğu söylenebilir. Onlar bu ihlallere ulaşmaya çaba göstermedikleri gibi, bu ihlallere uğrayanlar da bu platforma ulaşmakta tereddüt göstermiş olabilirler.
İkinci olarak rapor, en yaygın yakınmalardan biri olan ulusal ve vicdani ayrımcılık mağdurlarına hiç yer vermiyor. Bu ayrımcılık bu raporda bir “hak ihlali” bağlamına kavuşmuyor. Kürt ve Alevi gençlerin çok yaygın olarak karşılaştıkları, dışlanma, horlanma, katlanılması zor hatta imkansız görevlere çıkartılma, dayak, öldürme gibi olaylar raporda yer almıyor.
Nihayet “Rapor”, en yaygın askerlik sonrası yakınma olan “travma sonrası stres bozukluğu”na maruz bırakılmayı da bir ihlal kategorisi olarak görmüyor.
“Rapor”un, dikkati çeken bir özelliği hükümete toz kondurmama ve TSK’deki uygulamalardan sadece TSK’yi sorumlu tutma ve “zorunlu askerlik” konusunda TSK ile hükümet arasında mevcut mutabakatı zedeleyecek önerilerden kaçınma eğilimi. Böylece “Rapor”, son 20 yıldır “zorunlu askerlik”ten doğan sakıncaların giderilmesinin başlıca yolunun zorunlu askerliğin kaldırılması ve vicdani red hakkının tanınması olduğunu savunan “vicdani ret” hareketinden ve onun kazanımlarından da kendisini uzaklaştırıyor.
Oysa, askere gitmek, Türkiye’deki yaygın kanının aksine bir anayasal zorunluluk değil. Başka bir deyişle Anayasa askerliği zorunlu ya da gönüllü- bir yurttaşlık görevi olarak dayatmıyor.
Anayasa’nın 72. Maddesi yurttaşlık görevleri arasında “Vatan hizmeti”ne de yer veriyor: “Vatan hizmeti her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.”
Her yurttaşı “Türk” sayan ideolojik söylemini bir yana bırakırsak, Anayasa’nın zorunlu kıldığının askerlik değil “vatan hizmeti” olduğunu görebiliriz. Gerçi Anayasa “vatan hizmeti”ni yerine getirmek için yurttaşlara silahlı kuvvetler dışında tek seçenek olarak “kamu kesimi”ni gösteriyor ama bu sonraki mesele. Asıl anlaşılması gereken Anayasa’nın hiçbir yurttaşı askere gitmeye mecbur kılmıyor olduğu.
Zorunlu askerlik dayanağını 1111 Sayılı “Askerlik Kanunu”ndan alıyor. 1927 tarihli kanunun 1. Maddesi’ne göre “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur.”
Zamanında Türk Silahlı Kuvvetleri’nce yapılıp TBMM’ye dayatılmış olan bu yasanın ruhu her şeyiyle artık zaman dışı. Yurttaşı erkek ve asker olarak gören bir tahayyülatın, çevresi düşmanlarla kuşatılmış, bir ebedi savaş dünyasında yaşanmaya mecbur olunduğu vehminin can verdiği bir yasa bu. Özgürlükçü bir siyasi iradenin mevcudiyeti halinde bu kokmuş yasanın TBMM’de bir gecede tarihin çöplüğüne gönderilmesi mümkün. Silahlı kuvvetlerin her 10 generalinden birini hapse atabilen bir siyasi iktidarın bunu yapmasının önünde hiçbir kurumsal engel yok. Meğer ki, o iktidarın da kanında militarizm zehri dolaşıyor olmasın.
Bu zehrin AKP’nin damarlarındaki varlığını “Platform”un İnsan Hakları Komisyonu’nun ziyareti sırasındaki tartışmada Mehmet Metiner’in takındığı tutum çok açık olarak yansıtıyor. Askerlik zorunlu olsa da olmasa da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi’nin askerlere haklarını kendi kurdukları toplu müzakere örgütleri ve sendikalarca savunma imkanı verdiğini, asker haklarının aracılar tarafından değil askerlerin kendileri tarafından savunulmasının demokrasinin gereği olduğunu önerdiğimizde Metiner askerden daha asker bir edayla şunları söylemişti: “Bu uçuk öneriler bizim geleneklerimize uymaz. Ne zaman Hollanda oluruz o zaman.”
Bu laflar Kenan Evren’in özgürlük anlayışına ne kadar uygun değil mi? O da öyle demişti: “Ne zaman gelirimiz 10 bin dolar olur o zaman Komünist Partisi kurulur.”
Askerin hakkını yurttaşın hakkından ayırdığınızda ne askerin ne yurttaşın hakkı gerçekleşir. Bu ikisi arasındaki gerilim ancak devlet egemen sınıfın devleti olmaktan çıktığında sönmeye başlar, devlet devlet olmaktan çıktığında da ne askere ne orduya gerek kalır. O zamana kadar “vicdani ret hakkı” ve üniformalı işçilere sendika hakkı talep etmeye devam. Zalim militaristlerden halkın çocuklarını koruyacak tek etkili önlem bu.(Özgür Gündem)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.