Yeter, devrimcilere özgürlük!

Ertuğrul Kürkçü

“Devrimci Karargah” parantezine alınmış arkadaşlarımızın hak ve özgürlükleri, çiğnenen onurlarının iadesi için serbest bırakılmaları yetmez, beraat etmeleri gerek. 13 Nisan’da Beşiktaş Adliyesi önündeyiz

Ahmet Şık ve Nedim Şener’in siyasal, entelektüel ve tarihsel olarak tam karşısında yer aldıkları mevhum “Ergenekon” örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklanmaları her tür hukuk, adalet, hakkaniyet duygusunu, yerleşik usulleri ve alışkanlıkları ezip geçince, herkes “bundan kötüsü olamaz” diye düşündü.

Ama anımsatmak gerekebilir: Gelecek hafta başlayacak “Devrimci Karargah” davası “daha da kötü”.

21 Eylül 2010’da başlayan operasyonun ardından Sosyalist Parti’nin (SP) entelektüel lideri Mahir Sayın, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Rıdvan Turan, Genel Başkan Yardımcıları Günay Kubilay ve Ecevit Piroğlu, Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz ile her üç politik hareketten ve başka zeminlerden aydınlar, sendikacılar ve siyasal eylemciler bir zamanlar kendilerine ve yoldaşlarına işkence etmiş bir polis şefi –Hanefi Avcı- birlikte “Devrimci Karargâh” adında başka bir örgüt üzerinden “Ergenekon Terör Örgütü”ne hizmet etmekle suçlanıyor. Operasyon başladığında yurtdışında olan Mahir Sayın dışındakiler 7 aydır tutuklu.

Bu davanın “kötünün de kötüsü” olması Ahmet Şık ve Nedim Şener’in karşı karşıya kaldıkları suçlamayı diğerlerininkinden daha katlanılabilir kılmıyor elbette. Her haksız suçlama ve tutuklama yeterince kötü ve tutuklananlar için eşit derecede katlanılmaz. Fark şurada: “Devrimci Karargah” davasındakiler bir temsil görevini yerine getirirken suçlandılar. Üç politik hareketin sözcü ve temsilcileri, tarihsel, siyasal ve ahlaki olarak sadece “Ergenekon”un karşısında olmakla kalmıyorlardı. Kendilerine üyelerince “Ergenekon”un bir türevi olduğu hakimiyet rejiminin varlığına son verme eylemini sevk ve idare etme görevi delege edilmişti.

İfsat etti

İlk bakışta bir saçmalık gibi görünse de, bu itham, orada durmaya devam ettikçe, sadece davaya konu olanları değil, bu hareketlerin takipçilerini ve tabanını da siyasi muarızları ve rakipleri karşısında hak etmedikleri bir suçlama dalgasıyla yüz yüze bıraktı. Davaya dahil edilenler, kendi tabanları karşısında, kendilerine düşman bir kuruluşla işbirliğinde bulunma töhmeti altına sokulurken hareketlerin mensupları sınırlı imkân ve enerjilerini amaçlarını sinsice yürütülen söylenti ve dedikoduların, fısıltı gazetesiyle büyütülen yıpratma hamlelerinin, liberal köşe yazarlarının yaydığı kafa karışıklıklarının asit etkisinden sakınabilmek için de harcamak zorunda bırakıldılar.

Dava açıldı ve idrak edildi ki, “Devrimci Karargah” iddianamesi ve bu iddianameye temel teşkil eden fezlekeler iddia ettiklerini ispat etmek bir yana –başka yerde de yazdığım gibi- tek bir şeyi gösteriyor. “Ergenekon” koğuşturması ifsat etti. Bu koğuşturmanın ortaya çıkarması gerektiği halde çıkarmaktan kaçındığı “asli failler”in peşinde koşan namuslu, haysiyetli araştırmacı gazetecileri ve bu faillerle politik mücadele yürüten güçleri vuran bir silaha dönüştü.

Aynı kap?

“Devrimci Karargah” davasının sosyalist hareketlerle Fettullah Gülen cemaatinin emniyetteki yükselişine karşı konum alan polis şefi Hanefi Avcı’yı zaman ve mekândan münezzeh bir suçlamayla aynı kaba sokma çabası, hukuk çerçevesinde açıklanamaz. Ama bu saçmalığın bir politik açıklaması var elbette. Bu dava ancak Türkiye’nin politik panoramasını yeniden dizayn etme, yeni dönemin politik itibar skalasını düzenleme hakkını kendisinde görmeye başlayan bir “cemaat”in hasımlarına doğrulttuğu politik-güvenlik operasyonu olarak görülürse anlaşılabilir.

“Devrimci Karargâh” ve Ahmet Şık-Nedim Şener tutuklamalarının gösterdiği gibi bundan böyle benzeri operasyonlara muhatap kılınmanız için hukuksal olarak bir “suç” sürecinde yer almış olmanız, hatta bir “suç”la ilişkilendirilebileceğiniz bir şüphenin mevcudiyeti bile gerekmez. Burada önemli olan politik konumunuz, Türkiye’nin politik topoğrafyasında tuttuğunuz yer ve bu yerdeki etkinliğinizdir. Muhafazakârlık ve dinle soluk alınıp verilmeye başlanan sermaye egemenliğinin yeni politik ve manevi atmosferinde “cemaat”in yükseliş ve iktidarının icrasını sınırlayacak bir güç ve etki oluşturuyor musunuz? Sorunun cevabı evetse sıranın bir gün kendinize geleceğinden emin olabilirsiniz.

Elbette bu sürece apansız ve bir anda girilmedi. “Cemaat”in medyada mevzilenmiş adam ve kadınlarının çalıştırdıkları “dezenformasyon” ve “mizenformasyon” kanallarının 2007’den beri yaydıkları sis bulutunun da haksızlığa uğrayanların gerçekten haksızlığa uğradıklarının kavranmamasında önemli bir payı var. “Darbe bastırılıyor” yaygarası altında muhafazakâr-liberal hegemonyanın karşısında yer alanlara sözel ve entelektüel şiddet uygulayanlar vicdanların kararmasında en az bu haksızlığın asli failleri kadar ağır bir payın sahibi oldular.

Bütün bu süreç boyunca işlenen ağır hukuk ihlallerine “askeri vesayet inşallah son bulacak” ümidiyle göz yumanları, Ergenekon’un Özel Yetkili Savcısı Zekeriya Öz’ün veda hutbesi uyandırmayacaksa, hiçbir şey uyandırmayacaktır. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasının Ankara’nın itibarını uluslararası camia nezdinde yerle bir etmesi üzerine iç ve dış kamuoyunun gazını almak maksadıyla “terfian” görevinden alınan savcı Öz şöyle diyordu Beşiktaş Adliyesinden ayrılırken: “Bu işleri tek başımıza yapmadık. Bizimle beraber aylardan sonra Savcı Ercan Bey, Fikret Bey, Murat Bey ile birlikte bu işleri göğüsledik. Bu işin arkasında emniyet güçlerinin de emekleri var. Askeri makamların da. Bu kadar iş yapılıyor, askerler de kanunlara saygı duyarak bu işlerin yapılmasına müsaade ettiler.”

Demek ki neymiş? Bir zamanlar kendisinde Gladio’yu çökerttiği söylenen İtalyan savcı Di Pietro’nun sureti layık görülen Öz, “Askerlerin müsaadesiyle” yürütüyormuş işleri.

Gerçekten de başka bir yerde dediğim gibi “Askeri vesayetin ihyası hamlelerine sırtını yaslayarak, askeri darbe bastırıyorum havasına kapılmak, eksantrik bir suç örgütü derekesine düşmüş olan ‘Ergenekon’un adli koğuşturmaya uğramasını şiddetlenen bir ‘iç savaş’ ve hükümetin ‘ordumuza laf ettirmeyiz’ beyanlarını Ankara kapılarına asılmış bir ‘No Pasaran’ pankartı olarak okuyabilmek epeyce yetenek ve hayal gücü istiyor”muş.

Bunca hukuksuzluğun başını alıp gitmesinde insanların “hem ‘sol’da yer tutmak hem de yeni iktidar bloku içinde bir yer edinmek, politik geleceklerini bu yeni muhafazakar-liberal hegemonya alanında inşa etmek, önümüzdeki seçimlerde AKP dalgası üstünde yükselmeye devam etmek uğruna bu fantezileri teori katına yükseltmeleri”nin vebalini unutamayız.

Ama sanırım bu kadarı herkese yetti, “yetmez ama” diyenlere bile. Rüya bitti, iş başa düştü. Artık herkes uykudan uyandığına göre, “Devrimci Karargah” parantezine alınmış arkadaşlarımızın hak ve özgürlükleri, çiğnenen onurlarının iadesi için yalnızca serbest bırakılmaları yetmez, beraat etmeleri, kendilerine tazminat ödenmesi ve bu haksız işlemleri gerçekleştirenlerin cezalandırılmaları gerek. Onlar için mücadele etmek, kendimiz için de mücadele etmek demek.

Hep birlikte yapabileceğimiz en basit iş, 13 Nisan’da Beşiktaş Adliyesi önünde bir araya gelmek. Önce bir görelim kimler var!

10.04.2011
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1045834&Date=12.04.2011&CategoryID=42