Ertuğrul Kürkçü, Express dergisinin Haziran sayısında Yücel Göktürk ile yaptığı söyleşide AKP ve Erdoğan’ın “çamura yatma” olasılığına karşılık, “Türkiye’nin o gece uyumaması gerekir mutlaka.” diyor. “Sandığa giren kadar oyun çıkmadığı ortaya çıkarsa, yapacağımız şey 16 Nisan’da yapılmayanı yapmak, bu sonuçları kabul etmediğini haykırmak. Bir yandan da seçim sonuçlarına itirazları ısrarla, inatla sürdürmek. 24 Haziran’dan 8 Temmuz’a, iki büyük hafta var. Bu iki hafta boyunca nasıl yaşarsak öyle sonuç alacağımızı görüyorum.”
68’le başlayalım. 50. yıldönümü dolayısıyla bütün dünya onu konuşuyor. Biz de sitemizde (birartibir.org) birçok yazı ve söyleşi yayınladık. Bunlardan biri 40. yıldönümünde Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki bir panelde yaptığın konuşma. Orada, Türkiye 68’inin kendine özgü dinamikleri olduğunu anlatıyorsun ve bu sürecin 1980’e kadar sürdüğünü söylüyorsun. Finale doğru, lafı bağlarken şöyle diyorsun:
“Her çağın ‘68’i kendine. Ümidim, isteğim, 2008’de ‘68’in dersinin onun ruhunu içererek yeniden gençliğe iade olması, kendi yolunu açıp devam etmesi. Eski kuşakların yapacağı tek şey, bu konuda gerçek bilgiyi aktarmaktan ibaret. Tabii, hâlâ bir devrimci hareket içerisinde yer varsa bize, o yeri de istiyoruz”
Şimdi bir yandan da Gezi’nin 5. yıldönümündeyiz. 2008’de bunları söylüyorsun, beş yıl sonra “bu çağın ’68’i” sökün ediyor. Gezi’yle Türkiye ve dünya 68’i arasında ne gibi benzerlikler, farklılıklar var? Dönüp baktığında Gezi sana neler söylüyor?
Ertuğrul Kürkçü: 1968’in dinamikleriyle Gezi’ninkiler, bunların Türkiye’nin genel gidişi üzerindeki etkileri birbirine o kadar benzemiyor. Daha doğrusu, birbirine o kadar içerilemiyor. Dış görünüş bakımından hakikaten ortada muazzam bir kitle hareketi var. Ama içinde gerçekleştiği dünya aynı dünya değil. En önemli fark bu. Gezi’deki bir onur isyanı, öyle görüyorum. Siyasi süreçlerden dolaysız bir şekilde etkilenen, ama onlara konvansiyonel olmayan bir yanıt veren bir isyan. ‘68 ise esasen dünya çapındaki etkilerden beslenen ve kendisini dünya çapındaki mücadeleyle şöyle ya da böyle ilişkilendiren ve sadece öğrenci hareketi olmayan bir isyan. Bununla birlikte, ABD emperyalizmine karşı dünya çapındaki kavganın cephesi olma, ezilen halklarla bütünleşme, Vietnam ve Filistin davasının Türkiye’deki yankısı olma iddiası, iki kutuplu dünyada üçüncü bir kutbun imkânını arayış çerçevesinde, özellikle Çekoslovakya’nın işgali, Che Guevara’nın Bolivya’da açtığı cephe, Vietnam savaşı, Filistin’deki silahlı mücadelenin başlayışı gibi meselelerle ele alındığında, var olan dünyaya karşı bir seçenek oluşturma iddiası gibi, çok daha dünya-tarihsel. Gezi’nin bu bakımdan daha yerel kaldığını söyleyebiliriz. Ama tabii ki genel olarak dünyada özellikle meydanlarda başlayan direnişler ailesi içinde Gezi kendisine yer buldu. O kadar yerel kalmadı, ama dünya çapındaki cereyan biraz yerelliklerin toplamı gibiydi. İspanya’daki öfkeliler hareketi, Mısır’da Tahrir Meydanı ya da Avrupa’nın çeşitli kentlerinde başlayıp sona eren meydan eylemleriyle de bir akrabalığı vardı.
Süresi, kapsamı ve içeriği ile Gezi’nin Türkiye tarihinde ve –kendimizi bu yüzyılla sınırlarsak– dünyada henüz benzeri olmadığı söylenebilir herhalde.
Bu manada doğru olabilir. Evet, benzersiz. Ancak yine de kuşatıcılığı ve dahil olduğu dünya çapındaki değişim rüzgârının yokluğu dolayısıyla, ister istemez izole kalan, bir sempati halesi dışında kendisiyle ortaklaşması için kanalların henüz mevcut olmadığı bir yalıtılmışlığa da uğradığını söylemek lâzım. Üzerine söz söylenmediği için değil. Karşısına koyduğu hedef yerel olduğu için, doğrudan doğruya var olan iktidarla ve yerel terimlerle çatıştığı için, bunun genelleştirilmesi-evrenselleştirilmesi kolay değildi. Fakat buradan her ülkenin, her toplumun, her mücadele zemininin çıkartabileceği sonsuz sayıda ders olması bakımından da bu yerelliğine nispetle çok fazla mücadele deneyimini içeren bir isyandı. O dönem, Avrupa Birliği Parlamenter Meclisi (AKPM) Geziyi ve başka yerlerde de “kitle hareketleri karşısında devletlerin tutumu ne olmalı”yı tartışmak üzere bir oturum tertipledi. Gezi, orada da, neoliberal hakimiyet dünyasında yankılanan bir isyan olarak bir alan kapladı. Önemini ve değerini tartışmıyorum. Bu açık bir şey. Belki de sürmekte olan iktidar mücadelesinin yeni evresinde, Gezi okulundan geçmiş milyonlarca gencin her şeyi Erdoğan’ın ve rejimin öngörmediği biçimde gerçekleştirmesine de yol açıyor. Bir kuşatma mücadelesi olarak isyan fikrinin, Gezi’nin en çok önemsediğim, yeni olan, biricik olan, sürdürülebilir olan yanı olduğu kanısındayım. Gramsci’yi kitaptan değil, hayattan öğrenerek merkezi hükümete karşı bir mücadelede yeni bir adım atıldı: Şiddetsizlik ve uzun süren bir kuşatmayla kaleyi çevrelemek. Evet, bu çok fazla dayanıklı olamazdı. Olabildiği kadarıyla…
Ama iki hafta boyunca İstanbul’un göbeğinde komün kuruldu.
Ben de bunu söyleyeceğim. Kıyaslayınca, insanın diyesi geliyor, Paris Komünü’yle de kıyaslanabilirdi. Fakat yine de en önemli ayırt edici tarafı şiddetsizliğiydi. Devleti, bildiği bütün silahları kullanamaz hale getiren bir çerçeve ve her kentin meydanında tekrarlanabilir bir modelle Gezi yepyeni bir durum yarattı. Aşikâr. Ne var ki, bu sonuçlar politik hareketler, mesela BDP tarafından yeterince öngörülmedi.
2008’deki konuşmayı bitirirken şöyle diyorsun:
“Bugün yirmi yaşında olan ve bu dertlerle dertlenen, kendisine böyle yol çizmeye çalışan insanlar benim yaptığımdan çok daha zor bir şey yapıyorlar. 2008’de yirmi yaşında olmak, akıntıya karşı yüzmek demek. Bu kararı bugün verenlere çok saygı duyuyorum. Kendinizle ilgili bir karar verirken, biraz da başkalarının hayatlarıyla ilgili karar veriyorsunuz. Bu seçimleri yapanların sayıca arttığını her gün gözlüyorum. Çok ümit verici bir şey…”
Öngörü bahsine dönersek, sonuçları ayrı konu, başlamasını da ülke çapına yayılmasını da öngören olmamıştı. Başlangıç safhasında neler düşünmüştün?
Geriye bakıp konuşuyorum. Bizim için çok semptomatik bir durum: O gün Meclis’teydim, telefon geldi. Danışmanım ve yoldaşım Ekin, “Taksim’de problem var. Beyza hoca (Üstün) aradı. ‘Buraya bir-iki vekil gelse iyi olacak, bunların niyeti kötü’ dedi” dedi. Ben de “Bugün Genel Kurul’a gitmem lâzım, yarın için konuşalım Beyza hoca ile” dedim. O gece yarısı çadırlar yakıldı. Ertesi sabah kıyamet koptu. Sırrı (Süreyya Önder) bile orada buna müdahale ederken aslında milletvekilliğinin ve dokunulmazlığın kendisine tanıdığı güçlü müdahale imkânını kullanıyordu. Yıkımı önlemekten başka kaygısı yoktu. Bu yıkımı durdurmanın, böyle durdurmanın yol açabileceği momentumun ne benim ne de onun aklından geçtiğini söyleyebilirim. Hatta daha sonra hayıflanmadım değil: Böyle bir tarihi durumun başlangıcına telefon geldiğinde gitseydim, şahit olacaktım. Tabii ki olanları an be an izledikçe, Gezi’nin başlangıçtaki bir avuç “çevrecinin” direnişinden fersah fersah öteye geçen bir genişlik kazandığını, klasikleşmiş o söze, “Mevzu birkaç ağaç değil, kardeşim!”e geldiğini hep beraber gördük. Bunu Meclis’te AKP’nin yüzüne karşı haykırmak da mümkün oldu, ama o anı yansıtmakla onu yapmak arasındaki farkın derinliği hep kalbimi üzmüştür. Keşke Genel Kurul’u bu kadar önemsemeseydim, “yarın giderim” demeseydim diye üzüldüm. Ama o zaman da o önemliydi. Sözün orada söylenmesi ve Genel Kurul’da bulunmak önemliydi. “Bir-iki milletvekili olmadan hiçbir şey yapılamaz”a pasif, içgüdüsel bir reaksiyon olduğunu da söyleyebilirim. Oysa imdat çağrısı yerindeydi, doğruydu. Sadece bir 24 saate ihtiyaç vardı. Ama herşey o gece yarısı oldu. Diyeceğim, bunun dalga dalga yayıldığını görünce, esasen kent toprağına tasallut etme ve kendi alametlerini bütün kentlerin merkezine dikme, bunların etrafında bir hakimiyet imgesi kurma, böylelikle sadece bir dünya görüşünü değil, aynı zamanda buna temel teşkil eden iktisadi ilişkilerin, rant ekonomisinin, “inşaat ya Resulallah” hamlesine karşı bizim getirdiğimiz eleştirilerin, halk arasında, belki başka gerekçelerle, ama aynı kuvvette müthiş bir itiraz potansiyeli yaratmış olduğunu görmek çok önemliydi. Eleştirinin bu kadar derine giden bir karşılık bulmuş olabileceğini hiç düşünmemiştim. 2008’deki konuşmam ümitten ibaretti. Oysa 2013’te, tam beş yıl sonra, bu ümit ete kemiğe bürünmüş, kanlı canlı bir şey olmuştu. 2010’da bir yazı yazmıştım Ekmek ve Özgürlük’te, Hoşgeldiniz Çocuklar başlıklı. 1 ve 6 Mayıs’ta gençlerin, lise öğrencilerinin, onları kimse yönlendirmediği halde, kitleler halinde ve muazzam bir coşkuyla sokaklara dökülüşleri bana önemli bir işaret gibi gelmişti. O çocuklar büyüdü, Gezi’dekiler çoğunlukla onlardı.
Gezi öncesindeki bir söyleşimizde, gençlik hareketini, öğrenci muhalefetini konuşurken “Üniversitelerden pek bir şey beklemiyorum, asıl ümidim liseler” demiştiniz.
Nitekim Gezi’de üniversite öğrencisi çok azdı. Esasen işsiz ya da çalışan gençler vardı. Genç kadınların ve erkeklerin yüzde 80’i çalışıyordu. Ama merkezde çalışıyorlardı. İki ayrı kategoriden çalışanların Gezi karşısındaki durumunu grafik biçimde göstermek gerekirse, mesela imalatta veya tekstilde çalışan işçilerle konuştuğumda, “işimiz olmasa biz de geleceğiz” diyorlardı. Yani Gezi’de olmak fabrikada çalışanın yapamayacağı bir şeydi. Beşiktaş-Şişli-Taksim-Beyoğlu ile Kadıköy-Moda civarında çalışan gençler baskın nüfustu. Yaş ortalaması da, oraya hasret gidermeye gelen eski kuşakları bir kenara ayırırsak, 20-30 civarındaydı. Daha yüksek değildi. Velhasıl bu tablonun ortaya çıkmasını adım adım izledik ve Halkların Demokratik Kongresi olarak elimizdeki kuvvetleri bir ölçüde Gezi’ye doğru sevk etmeyi başardık, ama o zaman Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) bu süreci okumakta maalesef zorlandı.
O bahse gelmeden önce, Sırrı Süreyya’ya şapka çıkaralım. Bedenini siper etti ve aslında fitili ateşleyen o oldu.
Bence de. Durdurulabileceği düşüncesini insanların zihninde yaratan Sırrı’nın –sonrasında değil– o an, orada gördüğü somut haksızlığa ve hileye samimi isyanıydı. Çünkü ruhsatlarını sormuş iş makinalarındaki adamlara. Onlar da göstermiş, ama evrakta orayı kazmaları gerektiği yazmıyormuş. Bunun üzerine, Sırrı “Burayı kazamazsınız, toprak çalıyorsunuz” deyince, onlar da ne yaptıklarını bildikleri için durmuşlar. Gezi’yi kazma ruhsatı ellerinde olsaydı, belki durmazlardı. Yani Sırrı’yı da harekete geçiren dolaysız, somut hile ve zulüm. O nedenle orada göğüs geriyor ve birden bunun durdurulabileceği –aslında bugüne çıkacak ders olabilir– fikri, bir taraftan da medyada bu kadar büyük bir blokaj olmadığı ve medya yandaş ve muhalefet olarak ayrıştığı için, birden muhalif medyanın amplifikatörleriyle yayıldı ortaya ve sonra hızla büyüdü.
Gezi günlerinde henüz HDP yok, BDP ve HDK var. Ortalıkta dolaşan “Kürtler neredeydi?” sorusu var. Sırrı Süreyya bir yana, tanık olduğumuz üzere, Kürt gençler Gezi’deydi, ön saflardaydı. Hafızalardan silinmeyen o ünlü fotoğraf: BDP bayraklı bir gençle kalpaklı Atatürk bayraklı bir genç elele koşarak gaz ve su sağanağından kendilerini kurtarmaya çalışıyor. Bütün bunlarla birlikte, başlangıç safhasında, BDP yönetiminin bir tereddüt ânı var.
Ulusalcıların kuyruğuna takılma kaygısı ve İmralı’da başlamış olan müzakere sürecinin böyle bir müdahaleyle baltalanabileceği endişesi bir araya gelince, öyle bir tereddüt ânı oldu. Bu konu derli toplu müzakere edilmeden, bir grup konuşmasında Selahattin Demirtaş’ın “Evet, protesto iyidir, ama darbecilerden uzak durmak gerekir” mealinde bir cümle kurması istismar edildi ve Gezi kitlesiyle BDP arasında bir mesafe oluştu. Gezi’ye ilk andan beri ulusalcı bir ekibin tesir etmeye çalıştığı, İstanbul ve Ankara gibi Kürt ve özgürlük mücadelesinin kent hayatına damgasını kolayca vuramadığı yerlerde, hatta İzmir, Adana ve Mersin’de öne bile çıktığı doğrudur. Bunlar gerçek. Ama zaten bütün mesele, politikanın sanat olmasıyla ve Gezideki özgün çekirdeği görmek ve teşhisi koymakla ilgiliydi. Evet, böyle bir ulusalcı kabuk vardı. Ancak, zaman içinde, Kürtler daha derinden katıldıkça, HDK devreye girdikten sonra, İstanbul’da BDP bayrakları ve alametleriyle Gezi’ye dahil olduktan sonra, bu damar silikleşmeye, gerçek dinamikler ortaya çıkmaya başladı. Gezi’nin son günü, meydanda kapanış konuşmaları yapılacakken çevrede toplanmış bir ırkçı kalabalık bizim orada olmamızı ıslıklıyordu. Bu nedenle Sırrı’nın konuşma yapması kabullenilmedi. Sırrı, kendisinin de istemesine rağmen, konuşturulmadı. Bin bir ricayla “bunlar kızışmaya yol açar” gerekçesiyle Sırrı konuşmaktan alıkondu. Böyle bir ulusalcı dinamik Gezi’nin içinde gezindi durdu. Ama işte tecrübe böyle bir şey. O gün Gezi onları soğurup kenara itti. Bugünse o “ulusalcılar”la aynı nesnel hat üzerinde bir arada siyaset yönetiyoruz. Kimse kalkıp Muharrem İnce’ye “sen ulusalcısın” demiyor. Bu elbette akıllı bir şey. Ama yaşanmadan olmuyor bazı şeyler. Burada asıl mesele Gezi’ye Erdoğan’ın hükümetini alaşağı etmek için taktik anlam yükleyenlerle bunu bir halk isyanı olarak geliştirmek isteyen, stratejik anlam yükleyenler arasındaki fark. Taktik anlam yükleyenler şunu da beklediler: Diyarbakır’da da halk meydana çıksın, Gezi kursun. Bu olmadı. Yani onların “Kürtler nerede?” dediği, Gezi Erdoğan’ı devirme ihtimali olarak da bir kıymet kazanmaya başladığında, “Kürt şehirleri niçin ayaklanmaya katılmıyor” sorusu. Birkaç yerde buna cevap vermiştim. Birincisi, Kürt halkının kendi belediyeleri vardı. Hiçbir yerde belediyelerle halk arasındaki mesafe, İstanbul, Ankara, Mersin ya da Adana’daki gibi açık değildi. Halk belediyenin sahibiydi. Kendi belediyesine karşı ayaklanması için bir sebep yoktu. İkincisi de süregelen müzakere sürecine, barış ihtimaline müstakbel bir ayaklanmaya verdiklerinden daha fazla önem veriyorlardı. Kürtler partisiyle, politikasıyla, fiilen kitlesiyle Ankara, İstanbul ve İzmir’de kalben o hareketin içine girdi. O manada Kürtler oradaydı, ama öbür manada, taktik olarak, Erdoğan hükümetini indirme imkânı olarak, Kürtler Gezi’ye yüksek bir değer biçmedi. İkisi arasındaki algı farkı, sağlam bir muhalif siyasetçi açısından okunup kaydedilmesi ve üzerine çalışılması gereken bir şeyken, Kürt aleyhtarlığı ve Türk milliyetçiliği propagandası için fırsat bellendi. Ama hem 7 Haziran’da hem de bugün HDP ile birlikte bu konunun nasıl aşılmış olduğunu hep birlikte görüyoruz. Yani, acele hükümler tek taraflı değildi. İki taraflı da acele hükümler oldu ne yazık ki. Gezi tarihçileri –eğer öyle insanlar olacaksa– bu meseleyi o günün telaşı içinde değil de bu derinliğin içinde yerli yerine koyacaklardır. Kürt maddesinin Gezi’ye karışmasıyla beraber Gezi’nin bambaşka bir istikamete doğru aktığını, peş peşe yedi gencin öldürülmesinin medya yalanları arkasına gizlenmesinin doğurduğu öfkeyle birlikte İstanbul’un “şimdi Kürdistan’da ne olduğunu anlıyoruz” özeleştirisinin de çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle Gezi’de hayatlarını kaybeden gençlerin hepsini sevgi ve saygıyla anıyorum.
“Diren Lice, Kadıköy seninle” Gezi’nin ünlü sloganlarından.
Evet, o sırada Lice’de kalekol direnişleri vardı. Aslında iki ucun bu kadar mesafeli başlayıp bu kadar mantıklı biçimde birbirini gördüğü bir sonuç elde edilmesinde herkesin payı var. Bizim de payımız var. Dolayısıyla, Gezi’nin mesuliyetini HDK olarak üstlenmemizin, Demirtaş’ın da istismar edilen sözlerine açıklık getirmek için durmaksızın çaba göstermesinin altını çizmek lâzım. Tabii ki Sırrı’nın mevcudiyetinin simgesel bir önem kazanmış olması da bir tür dalgakıran gibi, tek yanlı, düşmanca eleştirilerin savuşturulmasında önemli bir rol oynadı. Gezi’deki direnişi başlatan en önemli oluşum da parktaki HDK Ekoloji Komisyonu üyeleriydi. Çadırlar onlarındı. Başından sonuna, her ânında, bugün HDP olan şey, o gün başka adlarla, ama bütün dinamikleriyle beraber esaslı roller oynadı, Gezi’nin hamallığını yaptı. Ama kabul edelim ki, başkaları da yaptı. “Ulusalcı” dediklerimiz de Türkiye çapında ağlarını harekete geçirdi, Gezi’deki insanların günlerce üşümeden, aç kalmadan yaşamalarını sağlamakta, yaralıları tedavi etmekte o dayanışma ağları da kıymetli roller oynadı. Yine geliyoruz, Engels’in tarihin paralel kenar yorumuna: Biri bir tarafa, diğeri başka bir tarafa çeker, pratikte gerçekleşense bir bileşkedir. Gezi de böyle bir bileşke. Biz de olmasak olmazdı, başkaları da olmasaydı olmazdı. Başka türlü olurdu. Evet, Kürtler oradaydı.
Ve 2013 sonbaharında, Gezi’den üç-dört ay sonra HDP kuruldu.
HDP kâğıt üstünde 2011’den beri vardı, 2013’te politik olarakTürkiye çapında politikanın öznesi olarak zuhur etti. Yoksa Yavuz Önen ve Fatma Gök tarafından temsil edilen, kağıt üzerindeki HDP 2011’den beri vardı. Ama politik devreye girmedi. Ta ki Öcalan demokratik siyaset çağrısında bulunup barış müzakereleri yolunu açıncaya kadar. Öcalan’ın her türlü tutuculuktan uzak, yenilikçi, yaratıcı siyaseti kolaylaştıran pozisyonuyla HDP’yi raftan indirmesinin ne denli isabetli olduğunu şimdi hep beraber görüyoruz.
HDP, beş yıl önce, iki temel hedefle yola çıkmıştı. “Bölge partisi” değil, “Türkiye partisi” olmak ve Türkiye soluyla, sosyalistleriyle ortaklaşan bir mücadele hattı kurmak. Aradan geçen beş yıl içinde, bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldığı söylenebilir herhalde. 7 Haziran’daki oy oranının, TBMM’de üçüncü büyük parti olmasının yanı sıra, 24 Haziran arefesi itibarıyla, Türkiye solunun büyük çoğunluğu ya HDP’nin içinde ya da yanında. Bu beş yılın muhasebesi yapıldığında, nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
2011’in Ağustos’unda, uzun süren tecrite sokulmadan önce, Öcalan’ın çağrısı buydu zaten. 2011’de, o zaman avukatları aracılığıyla ifade ettiği düşünceler her hafta Özgür Gündem’de yayınlanıyordu. “Kürt solu ya da Türk solu diye bir şey yok. Sol var” dediğini gayet iyi hatırlıyorum. “Bizim bunu aşmamız lâzım, ortak bir partimiz olması lâzım. Demokratik ulus meclisi oluşturmamız lâzım. Bütün kimliklerin kendilerini ifade edeceği bir kültürel-politik düzlem kurmamız lâzım”; bunları çok teferruatlı anlatmıştı. Fakat sesi kesildi, çatışma dönemi yeniden başladı. Arkasından temmuz ayında, demokratik özerklik ilanıyla beraber, PKK tekrar “devrimci halk savaşı” taktiğine döndü. Çatışma, 2011 seçimleri öncesinde kurulmuş olan paradigmayı askıya kaldırdı. Ancak, Öcalan’ın yeniden devreye girmesiyle bu paradigmanın önü açıldı, Türkiye sosyalist mücadelesiyle, demokratik ve toplumsal muhalefetle Kürdistan özgürlük mücadelesi, stratejik bir ortaklıkla, radikal demokrasi hedefi etrafında birleştirildi. Şuna dikkati çekmek gerekir: HDP bugün de aslında başlı başına sosyalist bir proje olarak yürümüyor, böyle de inşa edilmedi. Sosyalistlerin başka güçlerle beraber oluşturdukları, gerçekleştirildiğinde statükoda devrimci bir krize yol açacak olan radikal demokrasi programıyla yürüyor. Bu bence akıllıca kurulmuş bir bileşke. Bu bileşkenin içine demokrat bir dindar da, Kürt yurtseveri de, Türk yurtseveri de, ekolojisti de, çeşitli tonlarıyla kadın hareketi, emek mücadelesi de kendi programlarını sürdürebilecekleri alanı yaratabiliyorlar. HDP’nin bu manada eşsiz bir proje olduğunu düşünüyorum. Aşağı yukarı beş yıl oldu kurulalı. Aslında şu an partide faal olan herkes bu paradigmayı tam olarak ve özdeş bir yorumla izah edemiyor. Ancak, içinde rahat ettiği şeyin bu olduğunu biliyor siyaset yaparken. Dünya çapında da, bu, merak edilen, çözümlenmeye çalışılan, “biz de yapabilir miyiz?” diye düşündüren bir deneyim olarak duruyor. Hep geçici olacağı düşünüldü. Fakat yıllar geçtikçe yerli yerine oturmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu manada belki, Yunanistan’da önce Synaspismos ardından Syriza, Almanya’da Die Linke ile başlayan, daha sonra İspanya’da Podemos, Danimarka’da Kızıl Yeşil İttifak ile devam eden, Avrupa çapında daha çok sosyal muhalefetler koalisyonu şeklindeki gördüğümüz trendin Türkiye’deki yansıması. Ama bu sadece Avrupa çapında da değil. Brezilya’daki İşçi Partisi’ne, Venezuela’daki Chavez hareketine baktığınızda, tek bir merkezi “proleter devrimci program” etrafında değil, bütün muhalefet dinamiklerini bir antikapitalist hat üzerinde birleştirmeye yöneliş görüyoruz. HDP, evet, dünyadaki bu ailenin bir parçası, ama bunu çok özgün bir biçimde yapıyor. Çünkü dünyanın başka her yerinde ezilen ulusların hareketi bir mütemmim cüzdür. Burada ise merkezi bir rol oynuyor. Bu tabii ki Kürtlerin özgürlük hareketine çok büyük bir diğerkamlık izafe ediyor, onu zorluyor. HDP aday listelerine baktığında görüyorsun, bu geleneksel milliyetçi yaklaşımlar açısından “intihar” sayılabilecek bir şey. HDP hem Kürtlerin özgürlük mücadelesini hem de demokratik ve sosyal haklar mücadelesini yükseğe kaldıran bir kaldıraç görevi yapıyor. Bu hâlâ yeterince idrak edilmiş değil. Üzerinde daha çok çalışmak gerekecek, ama çok nevi şahsına münhasır bir icattı. Mucidi Öcalan’dır. Utanmadan, sıkılmadan, kriminalize olma kaygısına kapılmadan konuşmak lâzım. Hem özgürlük hareketini ulusal ayaklanma perspektifinden, ortak mücadele perspektifine doğru taşıdığı, hem bunu solda tutabilecek yeni yaklaşımla, Murray Bookchin’in tezlerini “demokratik özerklik”le uyarlayarak, ama tamamen kendine özgü bir şekle sokarak yarattığı bu çerçeve, bu paradigma çok mühim. Bunu doğru yakalamak HDP açısından gelecekte çok önemli olacak. Çünkü HDP’nin hâlâ bir reform partisi olması gerektiği yönünde basınçlar var. Ters yönde de, HDP’nin devrimcilerden gayrısını içermemesi gereken bir devrimci parti veya esasen Kürtlerin partisi olarak yeniden düşünülmesi gerektiği basınçları var. Bu basınçlara karşı, Öcalan’ın paradigmasının en sağlam dayanak olduğunu düşünüyorum. Bunu biraz uzun anlattım, çünkü özellikle 2013’te Sebahat Tuncel ile benim eşbaşkanlığa geldiğimiz 1. Olağanüstü Kongre sırasında sosyalist hareketlerin seçkin simalarla kuruluşa katılmaları, HDP’yi dönülmez bir yolun başına getirdi. Sosyalistlerle sadece temsili olarak bir ilişki kursaydı ve Öcalan’ın sözleri iltifat olarak kalmış olsaydı, HDP bu basınçların altında çoktan başkalaşmış olabilirdi. BDP’nin Meclis grubu da HDP’nin gerekliliğine çok zor ikna olmuştu. Öcalan bastırınca BDP’den dört vekil, çoğunluğun gözünde bir anlamda HDP’ye sürgüne gönderilmiş olduk. Encamımız ne olacaktı? İnsanlar görmek istedi. Nihayet 1. Olağanüstü Kongre’nin ardından Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde HDP’nin bir çığ gibi büyüme potansiyeli görülünce, Öcalan’ın büyük baskılarıyla BDP grubu HDP’ye geçti. Yerel seçimlerin ardından da 2. Olağanüstü Kongre’de Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın eşbaşkanlıklarında parti Haziran 2015 genel seçimlerine doğru yol aldı. İki olağanüstü kongre arasındaki süre dokuz ay. Fatma (Gök) ve Yavuz’un (Önen) kurucu ve nöbetçi başkanlıklarını da burada yâd etmemiz lâzım. Onlar da sabırla, henüz işlemeye başlamamış olan partinin buna rağmen itibarlı kalmasını sağladılar.
Yâd etmek demişken, Gezi’ye dönelim, Çarşı’yı yâd edelim. Gezi günlerinde, “Fenerliyim / Galatasaraylıyım, ama yükselenim Çarşı” sözü çok popülerdi.
Evet, Çarşı’yı da yâd edelim. Gezi 68’e neden benzemiyor? Burada bütün şehir dinamikleri hareket halinde, 68’de ise üniversite ve fabrika, arası yok. Belki bir de üniversiteyle tarla arasında geçiş var. Fakat arası bomboş. Burada Gezideyse, bütün şehir dinamikleri devrede, Şehir hemşehri derneklerinden kadın kuruluşlarına, taraftar gruplarına… Gezi, Beşiktaş ile devrimciler arasında bir bağ. Gezi, ev kadınlarıyla devrimciler arasında bir bağ. Gezi, LGBTİ ile devrimciler arasında bir bağ. Neresinden baksan, hiç başka türlü bir araya gelemeyecek grupların buluştuğu bir yer olmak bakımından, ‘68’inkinden çok daha geniş bir sosyalliği ifade ediyor. HDP’ye vücut veren koşullarla, mesela THKP-C’ye ya da TİP’e vücut veren koşullar arasındaki farkı da açıklıyor. O zaman işçi ve köylüye gözünü dikmek hem mantığın hem de hayatın gereğiydi. Şimdi, antikapitalizm, zenginler dışındaki bütün herkesi kapsayan bir genişlik ve buna göre bir davranış şekli ortaya çıkarıyor. Bunu kucaklayabilen ileriye doğru gidiyor. Bence HDP’yi ileriye doğru sıçratan, başlangıçtaki bütün kavrayış sınırlılıklarına rağmen, buradaki zengin maddeyi görüp bunları kendine göre yeniden karmak oldu.
Gezi’den geriye kalan, artık ikonik olduğunu söyleyebileceğimiz unutulmaz karelerden biri, iki ayrı kuşaktan “beş benzemez”in art arda dizilip siper alması. Gezi’de, o fotoğrafın imlediği sosyal manzarayı nasıl yorumluyorsun?
İnsanların Gezi’ye yaptıkları kadar manevi yatırımı başka hiçbir şeye yapmadıklarını söyleyebilirim. Cihangir’de oturuyorum ya, Taksim’den kaçan bir grup genci konuk etmiştik. Kim olduğumu söylemedim, belki de tanımışlardı bilmiyorum; direnişe katılma saiklerini sordum. İçlerinden biri “Çocuğum için yapıyorum. Böyle bir ülkede yaşamasını istemiyorum. Bunu değiştirmem lâzım” dedi. Doğacak çocuğu için, yeni evlenmiş. Böyle bir gerekçeyi 68’de kimse söylemezdi. Gezi’nin küçümseyemeyeceğimiz muazzam bir çeşitliliği barındırdığını bu ufacık deneyimden görebilirsiniz. Başka hiçbir kuvvetin bir araya getiremeyeceği başörtülü genç kadınlardan mazbut entelektüellere, çıraklardan mühendislere, çok geniş bir skalada, ama aşağı yukarı hepsinin Taksim’i Tayyip’e bırakmama kararlılığının kendilerini başka pek çok ufka taşıyabildiği binlerce insan. HDP bunu gözden kaçırmama ferasetini gösterdiği için bugün kendisini de değiştirerek devam edebiliyor. Eski hamlıklar her tarafta büyük ölçüde törpülendi. Sonuç olarak 68’in ellinci yılında Gezi’nin beşinci yılına ulaşmış olmamız bir çakışma, ama bunların ortaya çıkış koşulları, sürdürülebilmesi, birbirini görmesi tamamen telakkiye bağlı. ‘68 deneyimini yaşamış olan herkes Gezi’ye bir değer biçti. Biçmeyeni görmedim. Fakat oradaki herkesin 68’den haberi olmayabilir. Bu da çok normal. (gülüyor)
Türkiye solunun büyük çoğunluğu ya HDP’nin içinde ya da yanında demiştik, dışında ve uzağında olan kesimlere baktığında, onların tutumunu nasıl yorumluyorsun? Özellikle 24 Haziran arefesinde…
Kürt mücadelesinin değeri ve anlamı konusundaki tutum farklılıklarının bu sonucu doğurduğunu söyleyebilirim. Özellikle HDP’yi PKK olarak görmek ve PKK’ye atfedilen olumsuz değer, insanları siyaseten aslında kendi amaçlarının da uzağına düşürüyor. Çünkü bugün Türkiye’deki Kürtlere karşı sürdürülen imha ve yıkım siyaseti ve bunun daha da vahimleştirdiği çatışma kaçınılmaz olarak sosyalistler için HDP’nin yanında tutum almayı gerektirir. Sadece taktik gerekçelerle değil, vicdani, siyasi, ahlaki gerekçelerle de. Fakat öyle anlıyorum ki, onları esasen Kürtlerin özgürlük mücadelesinin tarihi mirasına doğru bir değer biçememek, siyasi olarak bu sonuçla başbaşa bıraktı. Bence hem özgürlük hareketi hem de HDP meseleyi bu halde bırakmaz. Bu hatayı düzeltmeleri için onlara katkı sağlamaya devam edecektir. Çünkü bu hak edilmiş bir yer değil. Bütün eleştirilerimizi, varsa kızgınlıklarımızı mahfuz tutalım, ama reva mıdır bir devrimci hareketin CHP ile HDParasında kalıp paralize olması? Siyaseten kendisine ümit bağlamış insanlara hedef gösterememesi? Hiçbir seçimde kabul edilemeyecek bir şey.
TKP ise aksini yaptı, somut bir hedef gösterdi. “Bu Düzen Değişmeli” başlığı altında bağımsız adaylarla seçime girmelerini nasıl değerlendiriyorsun?
Bir ülkede, seçimin siyaset dinamikleri bütün kuvvetleri kaçınılmazca bir hat üzerine dizmişse, siyaset bunu tanıyarak ve bunu aşmak için mi yapılır, yoksa kıyıda kalmak mı tercih edilir? Eğer buna “Lenin yol gösteriyor” deniyorsa o kendi partisinin bu hale düşmesine asla izin vermezdi. HDP’ye yönelik herhangi bir yıkıcı eleştiri gündeme gelmediği için lafı fazla uzatmak istemiyorum. Bunun daha sonra etraflıca tartışılabileceğini düşünüyorum. Şöyle de deyip geçmek istemiyorum: “Kaç oyları var ki?” Mesele nicelik meselesi değil. Siyasi iddia ve siyasi akrabalık meselesi. O nedenle bu sonucun hak edilmiş bir şey olmadığı kanaatindeyim. Bunu anlatmak umarım daha sonra mümkün olur.
24 Haziran aslında yeniden 7 Haziran. Öte yandan, 7 Haziran sonrasında yaşananlarla geldik 24 Haziran’a. Bu defaki “7 Haziran-1 Kasım” süreci nasıl seyredecek göreceğiz. Ama bu aşamada, tıpkı 2015’te olduğu gibi, HDP’nin barajı aşması en temel mesele. Zira tablo aşağı yukarı şöyle: Baraj altında kalırsa AKP-MHP 346, Millet İttifakı 254. Barajı aşarsa, Millet İttifakı + HDP 320 oluyor, AKP-MHP 280’de kalıyor. Özet: HDP’nin baraj altında kalması demek, Meclis’in baraj altında kalması, AKP-MHP hakimiyeti altında fiilen hepten ortadan kalkması demek. Bu, Erdoğan’ın seçilmesi durumunda böyle, ama aksi halde de, HDP’siz bir Meclis bir kâbus senaryosu: Toplumun kaderinin üç sağ ve bir merkez partinin eline geçmesi. Bu manzarayı nasıl yorumluyorsun?
Barajın geçilmesinin artık sadece HDP’nin sorunu olmamasının büyük bir siyasi idrak örneği olarak bize yol gösterdiğini söyleyebilirim. 7 Haziran seçimlerinde şöyle bir anekdot nakletmişlerdi. Emekli subayların oturduğu bir sitede emekli bir paşaya sormuşlar: “Paşam bu seçimde ne yapacağız?” O demiş ki, “yılana sarılacağız”. Taktiği böylece belirlemiş. Şimdi artık durum yılana sarılmanın ötesinde, bu derece soğuk bir ilişki değil. Tam tersine, “HDP barajı geçerse ancak demokrasiden söz edebiliriz” diyen başka bir yaklaşım söz konusu. Nitekim Kılıçdaroğlu da HDP’nin barajı geçmesi gerektiğine dair açık bir çağrı yapmış oldu. Bu tabii ki büyük bir dönüşüm. HDP’yi milletvekillerini dokunulmazlıklardan etmekle HDP’yi meclise taşımak için kendi seçmenlerine çağrıda bulunmak, apayrı tutumlar. Oysa tabanın zekâsı hep böyle çalışıyordu, yönetimin aklı yeni başına geldi. Öte yandan, şimdiki ortak akıl, 7 Haziran’daki gibi stratejik bir oylamadan ibaret değil. İnsanlar, aynı zamanda, kendi arzularının da gerçekleşmesi olarak HDP’ye yöneliyor. CHP ve İnce’nin kurdukları söylem, esasen doğası gereği çoğunluk aradığı için sol bir söylem olmaktan çok, cumhuriyetçi bir söylem. Solda kendilerini ifade etmek isteyen büyük bir seçmen kitlesi için ise HDP doğal mecra olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bunun önünü CHP kapatmaya çalışmıyor. Çünkü 24 Haziran’da esas önemli olan parlamento seçimleri. Cumhurbaşkanlığı kaybedilse bile elde bir mücadele üssü oluşacak, her ne kadar dişleri sökülmüş olsa da. Böyle bir gerçeklik var. O yüzden seçimin mantığı iyi kavranmış durumda. Sonunda bu mantığı HDP de tersten içine sindirdi. Çünkü bunun karşılığında, eğer ikinci tura kalmazsa Demirtaş, seçmenimizin bağrına taş basarak birine oy vermesi gerekecek. İnce ve Akşener, ikisi de HDP’nin merkezi meselesi olan Kürt meselesinde doğru tutum takınmamış, tam tersine pozisyonlar almış insanlar. Fakat bu çerçevede, HDP de rasyonel siyasetin gereğince, ikinci turda Erdoğan’ın karşısındaki kimse, ona destek vermek konusunda başlangıçtaki tereddütlerden başka bir noktaya doğru seyrediyor. Bunun üzerinde esas 24 Haziran’dan sonra düşünülecek. Burada çözülmesi gereken bir mesele daha var. 24 Haziran’dan sonra, ikinci tura Demirtaş kalmaz ise, ve kimin kalacağı konusunda bir tercihiniz varsa, o tercihe şimdiden çalışmanız lâzım. Bu büyük bir ikilem. CHP, İyi Parti ve Saadet Partisi’nin önemli iddialarının olmadığı yerlerde oyları HDP’ye kaydırmak konusundaki basiretlerini, bizim de içermemiz, sindirmemiz ve kitlemizi, seçmenimizi eğitmemiz söz konusu olacak. Onlara bakarız. Bugün 7 Haziran’ı başka koşullarda yaşıyoruz. Bu HDP’yi ana muhalefet partisi konumuna getiriyor. 7 Haziran’da böyle görülmek bizim isteğimizdi. Şimdi böyle görülüyoruz. Bunun hakkını vermek önemli. Adaylarımız bunları karşılıyor mu? Büyük ölçüde karşılıyor. Fakat… Fakatı seçimden sonra konuşalım. (gülüyor)
“Seçimden sonra” demişken, hep 24 Haziran’ı konuşuyoruz, ama önümüzdeki asıl mesele 24 Haziran gecesi. Ve tabii devamı: 25 Haziran-8 Temmuz dönemi, 9 Temmuz sabahı. Meclis çoğunluğunu kaybedince “millet bize muhalefet görevi vermiştir” diyecek bir Süleyman yok karşımızda. 9 Temmuz’da “madem millet ‘tamam’ dedi…” diyerek çekilmeyi göze alacak gibi de değil. 25 Haziran-9 Temmuz arasında Türkiye’yi nasıl bir iklim bekliyor? Ve her halükârda, Meclis’e sahip çıkmak ve parti-devlet rejimini engellemek isteyenlerin, HDP’yi şu veya bu biçimde desteklemesi gerekmiyor mu? Ayrıca, HDP’nin doğuda el konacak oylarını batıda misliyle telafi etmek dışında bir seçenek olmadığına göre…
Bu doğru. Bunun birkaç aşaması var. Birinci aşama, Erdoğan rejimi açısından HDP seçmenini sandıktan uzak tutma, sandığa gitmesinin yolunu kesme. Bunu sandık taşıma talepleriyle ortaya koydular. Neredeyse kamilen HDP seçmeninin oy kullanacağı sandıkların gideceği yerler AKP seçmeninin oy kullandığı yerler. Bu, “siz oralara gelmeyin” demek. Buradaki oy toplamı henüz 150 bin kişiyi ilgilendiriyor. HDP’nin barajı geçmesi bakımından, 150 bin tayin edici bir rakam olmayabilir. Fakat bunu başka nelerin izleyebileceğini bilmiyoruz. Öte yandan, tayin edici de olabilir. Nihayetinde bu bir seçim, sonucu bilsek niye yapalım? Dolayısıyla, 150 bin hazır oyun riske girmesi kolayca kabullenilecek bir durum değil. En önemli seçim güvenliği tedbiri, batıda HDP’nin oyunu maksimize etmesi, AKP ve CHP’den oy alması. AKP’den gelecek oylar daha çok büyük şehirlerdeki Kürt seçmendir. CHP’den gelecek oylarsa genç, aydın, kadın ve Alevi oylarıdır. Birinci kategorideki oylar için epey bir ikna çabasına ihtiyaç var. İkinci kategoride ise orada oluşmuş olan eğilimi korumak, pekiştirmek ve özendirmek gerekiyor. Türkiye çapında sol seçmenin gönül rahatlığıyla HDP’ye oy vereceğine dair işaretlerin görülmesi lâzımdı. Adayların bir bölümüyle işaretler verilmiş sayılabilir. Fakat yeni seçim yasasında yapılan değişikliklerin hepsi hileyi yasallaştırmak üzerine. Sandık kurulu oluşumunun dört üyeyle iktidara verilmesi, sandık mahalline polisin istediği an gelebilmesi; bütün bunlar sayımın güvence altında olmadığını düşündürüyor. Dolayısıyla, sandığa girmesi önlenenlerden çok sandıktan çıkması önlenen oylar var. Bunun için müşahitler sistemini güçlendirmeye çalışıyoruz, ama bunun çalışmadığı yerlerde önümüzdeki günlerde seçim çevrelerinin birleşmesi söz konusu olduğunda, işin içerisine doğrudan doğruya güvenlik güçleri girecek. Bunlarla başa çıkmak o kadar kolay olmayabilir. Yine telafi mekanizmasını büyük merkezlerde arayacağız. Bir kere daha aynı yere dönüyoruz. Ne kadar çok oy girerse sandığa o kadar çok çıkabilir. Son olarak da seçim sonuçlarının birleştirilmesi sırasında sorun çıkabilecek tahrifat ve hileler meselesi var. YSK’nın ve il seçim kurullarının sürekli gözlemlenmesi ve sokaktan çekilmemek son derece önemli. Bundan kastım, gidip beklemek, görmek. Çünkü bu temel hak. Gizli oy, açık sayım. Her aşamada açık sayım. Sandıktan çıkarken açık, birleştirirken açık, ilan edilirken açık, itirazlar değerlendirilirken açık. Türkiye’nin o gece uyumaması gerekir mutlaka. Sandığa giren kadar oyun çıkmadığı ortaya çıkarsa, yapacağımız şey 16 Nisan’da yapılmayanı yapmak, bu sonuçları kabul etmediğini haykırmak. Bir yandan da seçim sonuçlarına itirazları ısrarla, inatla sürdürmek. 24 Haziran’dan 8 Temmuz’a, iki büyük hafta var. Bu iki hafta boyunca nasıl yaşarsak öyle sonuç alacağımızı görüyorum. Bu ihtimallerden söz edince insanlar bazen şöyle diyor: “Bu, Erdoğan’ın yenilgiyi kabul etmeyeceğini iddia etmek oluyor.” Yenilgiyi kabul etmemek, çamura yatmak onun tabiatında var. Önemli olan bununla başa çıkmanın çarelerini düşünmek. Şimdiye kadar çaldı ve yanına kâr kaldı. Aynısını yapmayacağını gösterecek olan tek şey, yüzde 60 oyun bu tarafa yığılması. Bunu elde etmek o kadar kolay değil. O yüzden çıkan sonuçları değerlendirmek, saymak, kavganın buraya kurulmasına seyirci kalmamak önemli. Oyunu atıp evine gitmekle bitiremeyeceğin bir seçim olacak. Boşuna demiyoruz, bu hayat memat meselesi. Hem biz hem de onlar için öyle. Çünkü Erdoğan gibi bir politikacının, bu seçimi kaybetmesi halinde, muhalefet sıralarına geçerek “ne yapalım, öyleymiş” demeyeceği bir durumla yüz yüzeyiz. Onun için devri sabık meselesi vardır. AKP’ye oy veren seçmen için yoktur.
“Devri sabık” konusu epeydir CHP’nin dilinin altında. Kılıçdaroğlu birkaç kez “güvence” verdi: “Devri sabık yaratmayacağız”. Yani, “geçmişin hesabını sormayacağız.” Erdoğan’ın sürpriz beyanatı, “millet ne zaman tamam derse o zaman çekiliriz” bir “onurlu çıkış arayışı” olarak yorumlandı. Fakat, onun sevdiği tabirle söyleyelim, “geldiği noktada” onurlu çıkış ihtimali yok gibi. Kim öyle bir söz verebilir, o nasıl güvenebilir? Bir de yargılanmanın uluslararası boyutu var. Bu durum bize ne söylüyor?
Devri sabık tartışması esasen bir siyasi kadronun kendisinden çok, onunla birlikte yükselen çevrelerle sosyal mücadele meselesi. Türkiye’nin ikincilerle mücadeleyi halledebileceğini düşünüyorum. Erdoğan zamanında zenginleşen ya da mevki edinenler orta vadede kendi doğal konumlarına iade edilebilirler. Kimsenin yakasına sarılmaya gerek olmayabilir. Ama bu siyasi kadronun şu an hapse koyduğu, işinden ettiği 100 binden fazla insan var. Zulme uğramış, sürgüne gönderilmiş insanlar var. İntihara zorlanmış insanlar 100’den fazla. Eşbaşkanlarımız hapiste. Bu kararı veren yargıçlarından bu kararlarından dönme mecburiyeti var. Bu da mı olmayacak? Aynı mahkeme aynı kararı sürdürecek mi? O yüzden bu işlemler için devri sabık, yani haksız yere insanları hapsetmenin bir karşılığı, olması lâzım. Bu anlamda bir ödeşme gerekir. Erdoğan’ın buna gönüllü olacağını düşünmüyorum. Seçimi kaybetmek onun için senin, benim kaybetmem gibi değil. O polisin, yargıcın karşısında normal bir insan olacak. Dolayısıyla, zaten yargı bağımsızsa, bırakalım hakimler işlerini yapsınlar. Yargının adil davranması için biz de çaba gösteririz. Niçin bir cumhurbaşkanı adil yargılanmasın, değil mi? “Yok, hiçbir şey olmayacak” denmesi, ne onu kandırır ne bizi ikna eder. Bu dönemin muhasebesinin yapılması gerekecek. Bütün bunlar seçim sonuçlarına rıza göstermeme eğiliminden doğuyor. Bu şartlar altında ne yapacağımızı bilmemiz lâzım. Ermenistan’a bakalım diyorum. Türkiye’de kimse Ermenileri beğenmiyor ama, geçtiğimiz günlerde çok mükemmel bir iş yaptılar. Bu kadar haklı, güzel, adil, barışçıl, uygarca iktidar değişikliği fiilen başarılabiliyormuş. Bu modeli de aklımızda tutalım. Hak bizde olduktan sonra, gerçek bizde olduktan sonra, bu mobilizasyon kitleler halinde olur. Umarım o noktaya gelmez. Böyle düşünmeyenler haklı çıkarlar, ama burada sıkıntı olabileceğini aklımdan geçiriyorum. Abdülkadir Selvi “seçimlerin ertelenmesi durumu olabilir mi?” diye yazdı. Hangi şartla olabilir? Anketler baş aşağı gitmeye başladığı anda, uluslararası gerilim yaratma veya Kandil’e hücum seferberliği, bunun yol açabileceği iç gerilimden istifade etme; Erdoğan’ın ağzında gevelediği A-B-C planı dediği şeylerin içinde bunların da olabileceğini aklımdan geçiriyorum. Hepimiz görüyoruz, Kuzey Irak sahasında giderek artan bir zayiat var. Her gün cenaze haberleri geliyor. Orada sayısı az, ama muharebe gücü yüksek birlikler, unsurlar var. Bunların başlattığı bir çatışma devam ediyor. Bunlar gelecekteki çatışmanın habercisi de olabilir. Bütün olasılıklara açık bir durum var. İşimiz bunlar üzerinden ahkâm kesmek olamaz. Bizim işimiz, muhalefet olarak “aklından bile geçirme” diyerek “herhangi bir iç ya da uluslararası çatışma istemiyoruz, buna kalkıştığın an karşındayız” diyerek bu seçeneği saf dışı etmek ve sürprize yakalanmayacak biçimde bir siyaset kurmak. Daha önceki seçimlerde ateşkes sağlanmaya çalışılırdı. 7 Haziran’dan beri her seçimden önce savaş çıkarılmaya çalışılıyor. Bakınız hendek savaşları, bakınız Kandil’e hücum, bakınız Afrin saldırısı… Bunun devam edebileceğini düşünebiliriz. Çünkü bir kere güvenlik kozu uygulandığında, toplumun merkezin ve gücün etrafında yığılma eğilimi kuvvetleniyor. Bu açıdan eşit ve adil seçim talebini Millet İttifakı’nın ve HDP’nin biraz daha yükseltmesi gerekiyor.
Erdoğan müthiş bir açmaz içinde. Bir çıkış yolu var mı?
Açmaz tam da bu demek: Çıkmaya kalkışıldığı an nasıl biteceği belli olmayan daha büyük meselelerle karşı karşıya kalma ihtimali artıyor. Mesela seçimi kaybetme ihtimali bugün bir ay öncesinden daha fazla. Gidişatı lehine çevirebilmiş değil. Seçimin öne doğru alınmasının arkasındaki en önemli şey, 2018 bütçesi tartışılırken belli oldu. İki boyutu var. Bir, savaşa para yatırılacak. İkincisi, 2017’deki büyüme suniydi, sürdürülemezdi. Döviz değerleme tarihleri tutmayacak, orta vadeli ekonomik program yürümeyecek; bu anlaşıldı. Erdoğan bu şartlar altında alabileceği yeni hormonlama önlemleriyle seçimi en erken 2018 sonbaharında yapmayı öngörüyordu. MHP’nin erime hızı AKP’nin ekonomik sorunlarının büyüme hızından daha yüksek bir ivmeyle seyrettiği için Bahçeli Erdoğan’ın gırtlağına sarıldı. Seçimin erkene alınması ardından başgösteren kötüleşme işaretleri seçim için seçilen dönemi de giderek elverişsiz kılıyor. Bu hengâme içinde seçime gitmek kim isterdi ki? Bence Erdoğan’ın hayali bu değildi. Üzerinde konuştuğumuz bütün ihtimaller TL’nin uluslararası paralar karşısında değer kaybetmesine yol açıyor. Bu aşağıya giden bir spiraldir.
Vekilliğe veda edişinle bitirelim. Onun ayrıntılarını, geride kalan dönemin muhasebesini ve “seçim sonrasında konuşuruz” dediğin “fakat”la birlikte 8 Temmuz sürecini gelecek sayıya bırakalım, 21 Mayıs’taki twitter mesajını kayıtlara geçirerek noktayı koyalım:
“Halklarımızı TBMM’de temsil nöbeti sona eriyor. Bu, HDP’nin yürüyüşüne güç katmak, Kürtlerin kurtuluşuna eşlik etmek, faşizmi yenmek, sosyalist bir dünya mücadelesini sürdürmek, yaşadığımız ve çalıştığımız her yeri ve her anı dönüştürmek için yeni bir imkân sadece. Merhaba hayat!”
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.