Ertuğrul Kürkçü
Öğrencilerin protestoyu zamanlama ve ifade etmede sergiledikleri zekâyı geleceği öngörme konusunda da göstermeye aday olduklarını arkalarında bıraktıkları silinmez ize bakarak umabiliriz.
İstisnai zamanlardan geçiyoruz. Müesses nizam uzun zamandan beri, muhalefeti ve iktidarı, AKP’lisi ve CHP’lisiyle, liberali ve Kemalist’iyle ilk kez böylesine dayanışma halinde, Burhan Kuzu ve Süheyl Batum, Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu, Eyüp Can, ve Mümtazer Türköne öğrenci hareketine karşı omuz omuza. En küçük ortak payda “şık olmadı”. Gerisini biliyorsunuz.
Haklarını yemeyelim, aralarında nüanslar yok değil, ayrıldıkları yerler de var ama asıl çarpıcı olan birleştikleri nokta. Şöyle özetleyebiliriz: “Siz, ne dersek diyelim. bizi efendi efendi dinleyeceksiniz. Sözümüz bitene kadar itiraza hakkınız yok. Biz ise sizi dinlemek mecburiyetinde değiliz. Çok ve yersiz konuşursanız gereğini yaparlar.”
Rejimin dökülen cilası
Gerçekten istisnai zamanlar. Müesses nizamın cilasının dökülmesi için sayıları bine varmayan üniversite öğrencilerinin İstanbul ve Ankara’da iki barışçı protesto ile kendilerini göstermeleri yetti de arttı bile. Öğrenciler kendi sözlerini söylemek için İstanbul’da Başbakan’ın toplantısına gittiklerinde hortumlarla püskürtülen bidonlar dolusu biber gazı, coplar, tekmeler, polis şiddetinin öldürmek de dahil -unutmayalım anne karnında bir bebek öldü- akla gelebilecek her şekliyle karşılaştılar.
Bu polis şiddetini özendiren ve sessiz kalanlara yönelik Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) ortaya koydukları barışçı protestonun da müesses nizam katından aldığı en hafif tepki Kılıçdaroğlu’nun azarıydı.
Boşuna dememiş Pir Sultan Abdal “İlle de dostun bir tek gülü yaralar beni” diye. CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum, SBF’de kendisine de -“yumurtasız” olsa bile- neden bir protestonun layık görüldüğünü hala anlamadıysa durup bir düşünmeli, öfke gibi sempatinin de kimseye sebepsiz ve bedavadan gösterilmeyeceğini. Dilerse, “şöhretin kötüsü olmaz” diye düşünebilir ama öğrencileri “faşistlik” ile suçlayarak, şimdiden Türkiye’nin unutulmaz siyasi şahsiyetleri arasına adının altın harflerle kazınmış olduğunun farkında olması, siyasi kariyer planlaması açısından işine yarayabilir.
Rızanın yitimi
Okyanus üzerinde uçan deniz kuşlarının denizcilere yol göstermesi gibi, öğrenci hareketi de modern dünyanın toplumsal çalkantılarını gözleyenler için bir değişim göstergesi rolü oynayabilir. Deniz kuşlarının üzerlerinde uçmaya başlaması, nasıl açık denizlerde yol alan bir teknedeki denizcilere artık karaya yaklaşmakta olduklarını haber verirse, öğrencilerin ve gençlerin açığa vurmaksızın edemedikleri huzursuzluk ve protestoları da müesses nizamın hegemonyasının sarsılmakta, devlet egemenliğinin toplumsal rızayı yitirme olasılığının uç vermekte olduğunu haber verir bize.
Gençler hükümetle iletişim için yumurta kullanmaya başlamışsa bir hegemonya sorunu var demektir.
Antoni Gramsci Hapisane Defterleri’nde bu rıza-zor denklemini şöyle formüle eder: “Hegemonyanın parlamenter rejimin artık klasikleşmiş zemininde ‘normal’ icrası, zor ve rızanın birbirlerini karşılıklı dengeleyen bileşimiyle, zorun rızaya aşırı baskın gelmemesinde kendisini gösterir.”
Bir parlamenter rejimde tersine, zorun gitgide öne çıkması ise, bize bir tek şey söyler: Rızanın yok olmakta olduğunu. Rızanın yitimi, kendini her şeyden önce “entelektüel hegemonya”nın sarsılmasında gösterir. İnsanlar giderek, şiddet tekelini elinde tutan güce daha önceden olduğu gibi gürültüsüzce boyun eğmek yerine bizzat bu “boyun eğme fikri”nin kendisini tartışmaya başlar. Egemenlerin fikirleri, “egemen fikir” olmaktan çıkar. İnsanlar bu fikirlere kulak asmamaya, rakip güçlerin önerilerine kulak kabartmaya başlar.
Burhan Kuzu ve Süheyl Batum’un bir üniversite amfisini kendilerini dinlemek değil, dinlememek için gelen öğrencilerle dolu bulmaları böyle bir gidişi yansıtıyor. Olan biten, öğrencilerin “akılsızlık” ya da “faşistlik”inden değil, meslekleri rejime rıza üretmek olan bu parlamenter-entelektüellerin fikirlerinin itibardan düşmüş olmasından
Öğrencilerin egemenliğin şu ya da bu kanadında yer alan “entelektüeller”i, parlamenterleri protestoda fark gözetmemesi, onların tümüne yöneliyor olmasında da, müesses nizamın sözcü ve düşünürlerinin öğrencilerin davranışlarında bir “anormallik”, “patoloji”, “çirkinlik”, “aptallık”, “aşırılık” vb. bulmakta birleşmesinde de bir tuhaflık yok. Çatışan iki gücün kendi durdukları yerden baktıklarında edindikleri iki farklı izlenim tek bir gerçeğin yansımaları: Egemen sınıf hegemonya yitimiyle yüz yüze!
Kırılgan hegemonya
Ancak, muhalefet ve iktidar milletvekilleri, köşe yazarları, akademisyen ve ideologları, analizci ve yorumcularıyla birlikte müesses nizam, rızanın hegemonya denkleminden eksilmeye yüz tutuşunu anlamaya çalışmakla ilgilenmeyi vakit kaybı olarak görüyor. Bunda kendi açılarından haklı da sayılabilirler, çünkü Türkiye’de kurulu düzenin hegemonyası son derece kırılgan. O yüzden hoşgörü onlara lüks görünüyor. Onların durduğu yerden bakınca hegemonyanın onarılmasına yönelik acil durum önlemi rızanın yeniden üretilmesi için ikna çabalarını artırmaktan geçmiyor. Öğrencilerin azarlanması, gözden düşürülmesi, itibarsızlaştırılmasından, koğuşturulma, cezalandırılma ve ayakaltından uzaklaştırılmasına kadar maddi ve manevi şiddetle ezilmelerine yönelik tedbirler sıralanmaya başlıyor. Hızlıca oluşan mutabakat medyaya bu prizmadan yansıyor.
Acil durum önlemi: Kriminalizasyon
Başbakanın, onun sevdiği/onu seven ideologların, geçtiğimiz hafta sonundan beri öğrenci hareketinin ezilmesini haklı göstermek üzere, ellerinde bulundurdukları müstahkem medya mevkilerinden öğrencilere yönelttikleri “kitlesel şiddet”e başvurma suçlamaları sadece bir iftira ve karalama çabasından ibaret değil.
Başbakanın öğrencilerin İstanbul’daki yüksek duvarlarla çevrili çalışma ofisinin önünde toplanarak rektörlerle içeride yaptığı toplantıya temsilci gönderme isteğine verdiği şu yanıtın o anın gerçeğiyle hiçbir ilgisi olmadığını o da, biz de biliyoruz: “Biz, kusura bakmayın elinde sopayla, molotof kokteyli ve yumurtayla gezen gençlerle toplantı yapmayız.”
Mümtazer Türköne’nin ” ‘İlk kim vurdu, polis mi gençler mi?’ tartışmasına dalan eski tüfekleri, bu patolojiden uzaklaşmaya ve şiddetin her türünü sistematik olarak reddetmeye” çağırması, öğrencilerin barışçı bir gösteride bulunduğunu görmemesi veya bilmemesinden değil. Onun gözü de bizimkiyle aynı yapıda, kafasında daha az akıl yok. Ama o aklını müesses nizamın hegemonyasını zorla tesisine onay üretmek üzere, olayı, görmeyenlerin gözünde yeniden kurmak için kullanıyor. Yaza geldikleri dikkatlice okunursa öğrencilerin şiddet kullandığını doğrudan doğruya bile söylemeksizin, onları polisi şiddet kullanmaya teşvikle, polisi şiddet kullanmaya zorlamakla suçluyor. Medyayı ve entelektüelleri öğrenci eylemiyle şiddet arasında bir algı bütünlüğü kurmaya davet ediyor.
“Orantısız yargı”ya meşruiyet
Bütün bunlar yalan söylemek için yalan söylemekten, “kuru iftira”dan farklı şeyler. Öğrenci hareketine karşı “orantısız yargı” kullanmayı meşrulaştırmayı hedefleyen, birbirini tamamlayan bir söylem bütünlüğü yaratma çabaları. Bu söylem, hareketi suçla ilişkilendirme yönünde bir toplumsal algı üretilmesini, halkı postallar altında ezilenleri ezmekten başka çare olmadığına, biber gazının toplum sağlığına yararlı bir gıda olduğuna ikna etmek için öğrenci muhalefetini “şiddet”le eşleştiren bir kanaatin yaygınlaştırılmasını hedefliyor.
Öğrenci hareketinden beklenen, yaygın medyanın “hakikate erme”sinin göz açıp kapamaktan daha uzun bir an sürmeyeceğini, medya sahiplerinin Başbakan’ın “uyarısı”nı bir sismograftan bile hassas menkul değerler piyasası üzerinden okuduklarını akıldan çıkarmaması. Protestoyu zamanlama ve ifade etmede sergiledikleri zekâyı geleceği öngörme konusunda da göstermeye aday olduklarını arkalarında bıraktıkları silinmez ize bakarak umabiliriz: Sepet sepet yumurta!
Onları kimse unutmayacak!
12.12.2011
Radikal İki
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.