Ertuğrul Kürkçü
“Homofobi karşıtlığı” solun doğasına içkin mi? Politik doğruculuk geçer akçe olduğundan beri içkin olmadığını ima edecek tutumlardan ve ifadelerden “sol”da genel olarak kaçınılıyor. Ama homofobiye karşı, LGBT’nin kurtuluşu için mücadelenin “sol”da sistematik bir politik-kültürel pratik olarak işlemekte olduğundan, “sol”un bayrağına örneğin kadın hakları, insan hakları, çevre hakkı, çalışma hakkı gibi bir programatik ilke olarak geri dönüşsüzce yazıldığından söz etmek kendi politik hakikatimizi içbükey bir aynadan yansıtmak olur. Ne yazık ki, kurtuluşçu retoriğimizde “bütün ezilenler” kategorisi soyuttan somuta yükselmiş değil. “Soyuttan somuta yükselmek”1, ezilenlerin somut gerçekliği ve mücadeleleriyle yüzleşmeyi, daha da ötesi bu mücadelelerin bir parçası olmayı, bunlardan güç almayı ve bunlara güç vermeyi tasarlayan “bilinçli insan pratiği”yle ilişkili. “Sol”un LGBT’yi bir özne olarak tanıdığını söylemek ve onunla birlikte nefes alıp verdiğini söylemek için henüz çok erken.
“Sol” derken esas olarak sosyalist/komünist hareketi kast ediyorum. Türkiye’de gündelik kullanımda ve halkın zihninde yerleşik olduğu şekilde “sol” bundan daha geniş bir politik-kültürel alanı tanımlıyor. Bu alan zorunlu olarak “düzen-dışı”, “sistem-karşıtı” hareketler çokluğu demek değil. Geniş anlamıyla “sol” tanımı içine sosyo-ekonomik düzen değişikliğini, daha da somut olarak söylersek sermaye egemenliğine son vermeyi hedefleyen sosyalist-komünist hareketin ötesinde Kemalist, Batıcı, modern, liberal güçler, onların değerleri ve pratikleri de giriyor. “Sol” imgesi ve buradan türeyen sol algısı popüler zihinde kaçınılmaz bir biçimde bütün bunların bir çeşit bulamacı olarak yansıyor.
Sol heteroseksizme karşı mücadelenin neresinde
Sosyalist/komünist hareket genel olarak politik alanda, daha özgül olarak da “toplumsal cinsiyet” sorununda kendisini bu spektrumdan kasıtlı bir biçimde ayrıştırmadıkça bu “sol”un bir çeşidi olarak görüle geliyor. Sosyalist/komünist hareket bu genel alan içinde kaldıkça kaçınılmaz olarak kendi sağındaki güçlerin her gün yeniden ürete geldiği “vatan”, “millet”, “devlet”, “aile”, “okul”, “ordu” gibi kavramların kutsandığı ve bu kavramların yansıttığı kurumlarca düzenlenen toplumsal ve kültürel değerler hiyerarşisinin belirlediği bir tarz-ı hayata sıkışıyor.
Emine Özcan’ın Türkiye işçi hareketinin ve sosyalistlerin Taksim’i 32 yıl sonra bir kez daha sermayenin elinden çekip aldığı 1 Mayıs 2010’dan aktardığı şu gözlemler bu sıkışmayı çarpıcı bir biçimde özetlemeye yeter de artar:
“Elinde mikrofonla tek tek alana girenlere, isimlerini zikredip ‘hoş geldiniz’ diyerek tezahüratta bulunan 1 Mayıs tertip komitesi üyeleri, sıra gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel örgütlenmesi olan lambdaistanbul’a gelince sessiz kalıyor. ‘Hoş geldiniz’ demiyor. Homofobiye karşı nasıl mücadele edeceğiz? Kapınıza gelen ve ‘eşcinselim, işten atıldım’ diyen bir işçiye ne cevap vereceksiniz? ‘Hastasın, tedavi ol’ mu diyeceksiniz?
“O alana, tacizci erkeği koruyup kollayıp mağdur kadını aşağılayan, kapının önüne koyan Sine-Sen’i sokarken ensesini sıvazlamış oldunuz ama…
“Yıllardır kadın mücadelesi yürütüp erkek sendikaları değiştirmeye baş koyan feminist üyesini bir çırpıda gözden çıkaran Hava-İş’e methiye düzdünüz ama…
“’Koy AKP’ye, koy IMF’ye, koy faşistlere hepsi göt olsun, emekçi halkım iktidar olsun inşallah’ sloganıyla alana giren ‘fırlama yaramaz çocuk’ Çarşı’ya ‘hoş geldin aramıza’ dediniz.” 2
Söylem ile toplumsal ilişkiler, gerçek yaşam ile düşünce arasındaki bu aşılması güç mesafeler bizi iki yanlı bir açmazla baş başa bırakıyor. Bir yandan sosyalist/komünist hareket kendi varlık nedeni ve gelişmesinin başlıca maddi imkânı olan “ezilenler” dünyasının “bütünü”ne ulaşma, kendisini onların mücadeleleri alanında yeniden kurma, her türlü ayrımcılığa karşı mücadelenin başlıca politik ve kültürel sözcüsü olma tarihsel yükümlülüğünü taşıyamaz hale geliyor. Öte yandan da bu ilişkisizlik, patriyarkal kapitalizmin ve heteroseksizmin baskısı altındaki ezilenlerin mücadelelerini bir toplumsal kurtuluş programıyla ilişkilendirme çabalarını muhatapsız bırakıyor. LGBT aktivizmi de bütünsel bir kurtuluş programıyla ilişkilenmenin öznel imkân ve fırsatları güdükleştiği ölçüde mantıksal sonuçlarına ulaşma yolları daralmış ve kimlik politikalarıyla sınırlanmış bir mücadele pratiğine hapsolmuş olarak kalıyor.
Bawer Çakır “Özgürlük mücadelesi sürdürürken kapitalist tuzaklara düşmemeye gayret gösteren, ancak bir türlü antikapitalist mücadeleyi yürütenlerin kollarını açıp sarılmadığı Türkiyeli LGBT’ler” derken kanımca tastamam bu sıkışmışlık halini ifade ediyor. 3
Heteroseksizm Marksizm’e içkin mi?
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde sosyalist/komünist hareketlerin toplumsal cinsiyet alanında fikir üretmekte nispeten tutuk kalmasının bir gerekçesi Marksist teorinin özgün haliyle cinsler arası ilişkiler ve toplumsal cinsiyet bahislerinde hemen hiçbir teorik hüküm ileri sürmemesi olabilir.
Marksist teorinin başlangıçtaki bu dilsizliğini bütün Avrupa’yı kuşatan Viktoryen değerlerin ve heteroseksizm yüceltmesinin işçi hareketi içinde de yaygınlığıyla açıklamak mümkün. Modern komünizmin kurucularının işçi hareketinin karşısına henüz bir “toplumsal mesele” olarak çıkmayan bu tartışmalı alanla ilgilenmemeyi seçmesi doğrudan doğruya muhatap aldıkları sanayi işçilerinin daha çok “erkek değerler”i yeniden üreten bir “erkek hareket” olarak süre gitmesiyle ilişkilendirilebilir. Ancak heteroseksizmin Marksizm’e içkin olduğuna ilişkin iddialar, Marksizm’in esası itibariyle bir “özgürlük” teorisi olması dolayısıyla terimler itibariyle bire çelişki oluşturur. Kaldı ki, bütün “külliyat” içinde bu yönde bir teorik çıkarsama bulmak da olanaksız, eğer Marx ve Engels’in kimi metinlerinde laf arasına sıkışmış birkaç ibare bir yana bırakılırsa.
Teorik öncüllerin sınırlılığına karşın 1917 Sovyet Devrimi bütün Çarlık mirasıyla birlikte homofobik yasaları da çöpe atarken cinsel kurtuluş ve özgürlükler için geniş bir alan açmıştı. Ancak Sovyetler Birliği’nin Asyalı değerleri yücelten Lenin sonrası devlet ve toplum mühendisliği içinde eşcinselliğin toplum dışına sürülmekle kalmayıp, bir suç olarak ceza yasasına sokulması işçi iktidarı ile “bütün ezilenler” arasına bir kama gibi girdi. Komintern’in Rusya’da olan her şeyi uluslararası komünist harekete norm olarak dayayan işleyiş pratiği içinde heterokseksizm ve homofobi “komünist değer” mesabesine yükseldi. Aynı değerlerin her yeni devrimle birlikte Doğu Avrupa’ya, Çin’e, Küba’ya dalga dalga yayılması heteroseksist ve homofobik zihniyet Komintern geleneğine mensup Komünist ve işçi partilerinin resmi söylemine neredeyse hiç bir tartışma ve eleştiri pratiğinden geçmeksizin girmesini sağladı.
Türkiye devrimci hareketi büyük ölçüde bu gelenekten beslendi ve onun değerlerine yaslandı. Ama en az bu gelenek kadar hitap alanındaki emekçilerin büyük ölçüde erkek ve Müslüman değerlerin taşıyıcısı olması dolayısıyla onlar tarafından belirlendi de. Asyalı ve Müslüman bir ülkede cılız meşruiyetinin teminatını politikada devlet, kültürde egemen ahlak ve dinle uzlaşmada aramaya sürüklendi.
1960’ların ikinci yarısında Türkiye solu açık alanda yeniden kurulurken, bavulundaki miras buydu.
1968’in özgürlükçü ikliminde Batı solu
Sosyalist/komünist hareketin dünyanın başka yerlerinde, özellikle batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kadın ve LGBT mücadelesinin sonuçlarını içermek, yeni toplumsal hareketlerin içinden yükselen anti-kapitalist dinamikleri görerek bunlarla eklemlenmekte son yarım yüzyılda gösterdiği gelişmeler, özellikle işçi hareketinin kendi mücadele pratiklerini “toplumsal cinsiyet” temelli olarak yeniden kurması çok büyük ölçüde 1968’in devrimci gelişmelerinin ürünü. Bununla doğrudan doğruya sokaktaki öğrenci hareketini kast ediyor değilim. Batı Avrupa ve ABD’de 1968 hem bir günde gerçekleşen bir patlama değildi hem de sadece üniversiteyi değil, kapitalist kültürün tamamında ortaya çıkan bir yarılmayı ve özgürlükçü başkaldırılar toplamını özetliyordu.
İşçi hareketinin ve onunla ilişki içindeki sosyalist/komünist hareketin “toplumsal cinsiyet” farkındalığı kazanması neredeyse tamamen kadın kurtuluş hareketinin dolaysız bir ürünüydü. 1968 ikliminde gelişen üçüncü dalga feminizm, kadınlara oy hakkı kavgası gibi temel hakların merkezinde olduğu 1900 başlarının birinci dalga feminizminden de; eşit çalışma, eğitim ve üreme hakları kavgasına odaklanmış olan II. Dünya Savaşı sonrasının ikinci dalga feminizminden de farklı olarak her düzeyde siyasal haklar, mesleki eşitlik, üreme özgürlüğü, cinsellik ve bağlantılı konuları, büyük bölümü çalışma hayatına katılmış ve kendi konumlarını birinci ve ikinci dalgaların kazanımları üzerinden belirlemiş kadınlar arasında bir kadın kurtuluş hareketini yükseltti.
Eşcinsellerin mücadelesi de ABD ve Batı Avrupa’da 1960’ların aynı karşı-kültür dalgası karşı içinde savunuculuktan eylemciliğe doğru yükseldi. “Gey kurtuluş hareketi” hem kadın kurtuluş hareketinin bir yankısıydı, hem de Batı’nın özgürlükçü vicdanında yaygın bir sempati dalgasının yanı sıra devrimci ve enternasyonalist bir dinamik de yaratmış olan Vietnam Kurtuluş Cephesi’ne gönderme yapacak kadar düzen dışı ve radikal bir karaktere bürünmüştü. Gene 1960’ların beyaz Amerikasında siyahları savunmanın ötesine geçerek siyah iktidar için savaşan hareketlere de atıfta bulunan “Gay Kurtuluş Cephesi” kendisini yalnızca heteroseksist bir toplumda mücadele yürüten eşcinsel yanlısı bir hak hareketi olarak değil “varolan toplumsal kurumlar ortadan kaldırılmadıkça bütün insanların cinsel kurtuluşunun gerçekleşemeyeceğini idrak etmiş devrimci kadın ve erkekler topluluğu” olarak tanımlıyordu. 4
Gey kurtuluşçuluğunun kapitalist toplumun yeniden ürettiği, cinsler arası ilişkiler, aile ve benzeri kavramlara yönelik devrimci saldırıları, büyük ölçüde dönemin devrimci dalgalarından beslendi. Ekonomik olarak faal nüfusun büyük ölçüde işçi sınıfı saflarında yaşadığı bu ülkelerde gey kurtuluşçuluğunun sendikalar, politik hareket ve partiler ile akademide yankı bulmasını da bu politik yöneliş sağladı. Kültür ve siyaset bu dalga üzerinde dönüşürken gey olmak gizlenen ya da mazeret gerektiren değil, işçi sınıfı saflarında da “onur”la taşınan bir kimliğe dönüştü.
Bu süreçte, kadın ve gey hakları ve kimliğinin gerçekleşmesi karşısındaki en büyük geleneksel engellerden biri olan kilise ve din güç kaybederken laikliğin/sekülerliğin güçlenmesi ve medyanın kaçınılmaz olarak bu hareket ve düşünceleri kapsama alanına almak zorunda kalmasının popüler zihniyetin dönüşmesindeki payını da not etmek gerek.
Türkiye’de 68 ve hetroseksizmin yücelişi
Türkiye kendi 68’iyle Batı Avrupa ve ABD’ye nispetle çok daha fazla öğünür. Ama bir kültürel dönüşüm pratiği olarak bizim 68’imiz Batı’dan daha farklı bir istikamette ilerledi. Öyle ki, 1968’de öğrenci hareketinin önünde, sözcüleri arasında yer alanları meşruiyet arayışı içinde çoğu kez “biz Batı’daki gibi bunalım gençliği değiliz” derken duyabilirdiniz. Devrimci hareketin 1960’lar başında eski sosyalizmden devraldığı mirasın “toplumsal cinsiyet” temelli konularla tamamen ilişkisiz olmasının yanı sıra, Türkiye’de ezilen cins, kimlik ve kültürler henüz ABD ve Avrupa’da olduğu gibi kendilerini toplumsal mücadele alanına dayatmış güçler değillerdi. Öte yandan Batının ikinci dalga feminizminin uğraştığı konular Türkiye işçi hareketi ve öğrenci hareketi içinde henüz yeni yeni gündeme gelirken “gey kurtuluşu” konusu hiçbir politik devreye girmiş değildi. Özetle kadın hareketinden söz edilemezdi, kadın kurtuluş hareketinden hiç söz edilemezdi, gey kimliğin açığa vurulması söz konusu bile değildi…
Bunun da ötesinde 1968’in devrimci kültürü ve bu kültürel iklimde gelişen politik yapılar gene Batı’daki emsallerinden farklı olarak çok büyük bir hızla silahlı çatışmaya ve bunun uzantısı olarak askeri faaliyete yöneldiler. Bu gidiş içinde hepsi genel olarak erkek egemenliğinin yansımaları olan kahramanlık kültürü, maçoluk ve homofobinin devrimci kültüre sızması, hatta onun üzerinde hegemonya kurması için çok elverişli bir zemin oluşmuştu. Öyle de oldu.
Heteroseksizmin soldaki yenilgisi
Sosyalist/komünist hareketimizin bugün “homofobi”nin uzağında bir söylemle konuşuyor olması öncelikle 1960’ların mirası olan, 1970’lerde daha da yaygınlaşan ve norm düzeyine yükselen heteroseksizmin “sol”daki egemenliğinin yıkılmasının bir sonucu. Bu sonucu da bir yandan Sovyet deneyiminin başarısızlığıyla birlikte, o deneyimin bütün öğelerinin Marksist eleştiriye daha açık hale gelmiş olmasına borçluyuz öte yandan özellikle akademik solculuk dünyasında “politik doğruculuk”un bir bakıma norm haline gelişine. Toplumsal mücadeleler alanından aydınlar katına çekilen sosyalist hareket 1980 sonrası yeniden derlenirken ister istemez kendisini bu alandan yükselen eleştirilere uygun olarak gözden geçirmeye zorlandı. Ancak bence asıl büyük itilim, Türkiye’ye 1980’lerde vuran üçüncü dalga feminizmin sosyalist kadınlar arasında ve giderek genişleyen halkalarda “beyaz yakalı” kadınlar arasında uyardığı büyük bilinç sıçramasından ve buradan türeyen farkındaklıktan geldi.
1960’lar ile 80’ler arasında geçen 20 yılda toplumsal ve ekonomik yaşamda giderek daha çok etkinlik ve görünürlük kazanan, akademi ve medyanın tabanında erkekleri sayıca yakalayan kadınlar feminist çağrılara güçlü yanıtlar verirken sosyalist-feministler de sosyalist hareketin örgütsel ve programatik yaklaşımının “devrimci” diyebileceğimiz dönüşümlere uğramasında büyük pay sahibi oldular. Heteroseksizm ve erkek egemenliğinde büyük gedikler açan bu dönüşüm uğrağında LGBT de toplumsal bir güç edindiği nispette sol politik programlarda kendisine yer açmaya başladı. Özellikle ÖDP’nin ilk kuruluş yıllarında toplumsal ve kültürel çoğulculuk adına atılan adımlar sosyalist/komünist hareketin “toplumsal cinsiyet” algısında geleneksel değerlerin büyük ölçüde aşınmasını sağladı. 5
Hayatın dersleri
Doğrusu, 12 Eylül diktatörlüğünün hapishanelerinin de devrimcilerin kendi saflarındaki “toplumsal cinsiyet” sorunlarına gözünü açmadaki katkısından söz edilebilir. Devrimci hareket 1970’lerin ikinci yarısında toplumun bütün ezilen tabakaları arasında kök salarken hiçbir zaman açığa vurulmayan farklı cinsel tercihlerle de kaçınılmaz bir biçimde temasa gelmişti. Yoksullukları dolayısıyla fuhşa mecbur kalan eşcinseller, eşcinsel oldukları için mazbutların dünyasından dışlananlar sokağın sert sosyal mücadeleleri içinde faşist hareketle karşı karşıya geldikleri nispette devrimci örgütlerle de şu ya da bu şekilde ilişki içine girdiler. Sokak kavgalarında, faşizme karşı mücadelede yer aldıkları için diğer devrimcilerle birlikte cezaevlerine atıldılar. 12 Eylül’de baskı-işkence-cezaevi tezgâhından geçmiş bir milyon insandan söz ediyoruz. Bunların bir bölümünün eşcinseller olmaması düşünülebilir miydi?
Cezaevi idareleri, cinsel tercihlerini şu ya da bu şekilde saptadıkları bu devrimcileri iki kez ezmeye giriştikçe devrimciler açık bir tutum belirleme ihtiyacıyla karşı karşıya kaldılar: Ya “eşcinselliği” “faşizmden beter” bir “suç” olarak benimseyip zulme seyirci kalacaklar, ya da eşcinsellerinin varlığını kabul edeceklerdi. Kaldığım bütün cezaevlerinde “toplumsal cinsiyet meselesi” bu şekilde açıkça konuşulup bilince çıkarıldı -ama gene de bir “marjinal” mevzu olarak!
Kendi payıma benim için en sarsıcı deneyim 12 Eylül 1980’den az önce Niğde Cezaevinde karşılaştığım bir meydan okumaydı. Cezaevi yönetiminin idareyi elden kaçırdığı, toplam 600 mahkûmun “siyasiler”in yol göstericiliğinde yönetimi eline geçirdiği, bir tür komünal düzenin hâkim olduğu cezaevinde adalet ve asayişi sağlamak da devrimcilerin üzerine kalmıştı, bir “kamu görevi” olarak. Geleneksel cezaevi/gardiyan baskısı ortadan kalktıkça, “özgürlük” havası yayıldıkça önceleri bastırılan eşcinsel arzuların ortaya döküldüğü, eşcinsel ilişkilerin sıradan mahkûmlar arasında açıktan yaşanmaya başladığı, bunun cezaevinin erkek koğuşlarında hoşnutsuzluğa ve cinsel rekabete, kavgalara yol açtığı haberleri gelmeye başladı. Durumu anlamak ve bir “çare” aramak için konuştuğum mahkûmlardan birine sordum: “Neden, böyle yapıyorsun ?” diye. Hiç ummadığım ve duysam ne yapacağımı hiç düşünmediğimi o an fark ettiğim bir cevap aldım: “Seviyorum abi, aşığım!” Diyecek hiçbir şeyim yoktu. Lafı uzatmadım… Ama diğer mahkûmlar onun “aşk hakkı”na saygı gösterme eğiliminde değillerdi. Koğuşlarını ayırdılar. Birkaç ay sonra “sıkıyönetim” geldi. Aşkın zamanı geçmişti…
Sosyalist mücadele ve LGBT
Yaşayan görür derler! İnsanların kendilerini gerçekleştirmelerinin önüne dikilen hiçbir engel uzun ömürlü olamıyor, bir dönemin kabulleri, bir başka dönemin kusurlarına dönüşüyor. Ama bunun için her şeyden önce ezilenlerin kendi davalarını idrak etmeleri, kendilerini ifade olanaklarına kavuşması, özgürlüğün ayrımsız herkes için bir hak olarak hükmünü icra etmesi gerek.
Sosyalist-komünist hareket, 20. yüzyıl devrimlerinin yenilgisinin ardından yeni bir uygarlığın, bütün ezilenlerin kurtuluşunun içinde gerçekleşeceği bir toplumsal-ekonomik düzenin başlıca kurucularından biri konumuna yeniden yükselmesinin hiçbir ezme-ezilme ilişkisini ilgi ve mücadele alanı dışında bırakmaması gerektiğini, egemen olan hiçbir değeri tevarüs etmesi için mantıksal ve tarihsel bir nedeni bulunmadığını gitgide daha derinden kavrıyor. Bunu da her şeyden önce kendi varlık, kimlik ve haklarına sahip çıkmak için ileri atılan tarihin en kadim ezilenlerinin kendilerini cesaretle ortaya koymalarına borçlu.
Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin, Mart 2010 sonunda düzenlediği konferansta aldığı “Heteroseksizme Karşı Karar” kendisini egemen pratiklerden ayırmak, LGBT mücadelesini sosyalizm için mücadeleyle eklemlemek doğrultusunda ileriye doğru atılmış önemli adımlardan biri:
“ Temelini toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünde bulan patriyarkal kapitalizm, tarihsel ve toplumsal bir hegemonik iktidar biçimi olan heteroseksizme hayat verir. Heteroseksizm, aileden başlayarak toplumsal alanın tümünü kadın-erkek ikiliği üzerine inşa edilmiş hâkim cinsiyet rejimine göre belirlerken LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireyleri sapkın ilân ederek ötekileştirmiştir. Sistemin cinsel yönelimleri nedeniyle ötekileştirdiği LGBT’ler, salt baskıya ve ayrımcılığa maruz bırakılmamış, aynı zamanda homofobinin ve transfobinin hedefi haline gelerek öldürmeye varan şiddet biçimleriyle karşılaşmışlardır.
“Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, küresel düzeydeki politik denetim sınırları ile pratik olarak belirlenir. Örneğin ABD gibi ülkelerin HIV pozitiflileri ülkelerine kabul etmemesi; lezbiyen, gey, transeksüel, biseksüellere yönelik artan saldırılar ve bu kesimlere yönelik ahlaki ve devlet denetimleri bunun somut göstergeleri olmaktadır.
“Bugün itibariyle LGBT’lerin mücadelesi temel haklar çerçevesinde yürütülen bir mücadele olarak görünse bile asıl olarak bu çerçeveyi aşan, patriyarkal kapitalizmin temellerine meydan okuyan bir niteliğe sahiptir.
“Eşitlikçi bir toplumun inşası yolunda her türlü tahakkümün karşısında olan sosyalistler, LGBT’lerin kurtuluş mücadelesini destekler; başta anayasa olmak üzere hukuksal mevzuatın ve kamu hizmetlerinin LGBT’lere yönelik ayrımcılığı önleyecek biçimde yeniden yapılandırılması için çaba gösterir.
“Patriyarkal kapitalizmin dışladığı LGBT’ler, ne yazık ki sosyalist ve muhalif yapılar tarafından da çürümüş kapitalizmle ilişkilendirilmişlerdir. Oysaki LGBT’lerin büyük çoğunluğu ile kapitalist sistem içerisinde yer tutmuş ve bizzat sistem tarafından öne çıkarılan LGBT’ler farklı sınıf konumlarını temsil ederler. Sınıf ayrımlarının üzerinden atlayarak LGBT’leri, orta-üst ya da üst sınıf LGBT’lerin temsil ettiği homojen bir topluluk olarak görmek hâkim zihniyet yapılarını yeniden üretmekle kalmaz; LGBT’lerin patriyarkal kapitalist toplum içerisinde ezilmesini, sömürülmesini ve ayrımcılığa uğramasını gizlemeye hizmet eder.
“SPGH LGBT’lerin toplumsal alanda yaşadıkları her türlü baskıya karşı sürdürdükleri mücadeleyi meşru kabul eder ve destekler; kendi içinde homofobi, transfobiye karşı duran bir duruşu politik gündemine alır.” 6
Bu programatik yaklaşımın kendi öznesine kavuşması LGBT’nin topyekûn kurtuluşunun koşularının eski toplumun yıkılışında olduğunu daha açıklıkla görerek 1960’ların “kurtuluş” hareketlerinin devrimci esininin izini sürmesine de bağlı.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, Bugünkü Rusya Federasyonu’nda LGBT’nin “mücrim” muamelesi görmesine yasal olarak son verdi. Böylece farklı cinsel tercihlere “proletarya diktatörlüğü” altında suç ya da “hastalık” olarak muamele eden bir “model komünizm” sosyalist/komünist hareketin önünden çekilmiş oldu.
Ama ABD ve Batı Avrupa’da LGBT’nin kapitalist toplum çerçevesinde kabul edilebilir, yasal ve meşru görünen taleplerinin nihai gerçekleşmesinin de “biçimsel eşitlik”ten fazlasını gerektirdiği bugün daha açık ve seçik olarak ortada. Bir “boom” döneminde burjuva hukukun içinde kendilerine bir alan açılan kadınlar, LGBT, göçmenler, beyaz olmayan emekçi çoğunluk, patriyarkal kapitalizmin krizi koşullarında bir kez daha “sivil toplum”un en alt katlarına doğru hızla sürüklenmeye başladıklarını görüyor.
Sosyalist/komünist hareket 20. yüzyıl devrimleri sürecinde “iktisadi indirgemecilik”in kolaycılığına kapılıp, kimlik düzlemindeki ezme-ezilme ilişkilerine bigâne kalmasının, “bütün ezilenler”in yarısından çoğunun “ezilmişliği”ni iktisadi ilişkilerin bir türevi olarak ikincil saymasının cezasını, sosyalizmin ezilenlerin kurtuluş bayrağı olmaktan çıkışı, onların özgürlüklerinin güvencesi olma ayrıcalığını yitirişiyle ödedi.
Sarkacın 21. yüzyılda öteki uca doğru hareketi, bu kez simetrik bir riskin üzerimize çökebileceğine dair işaretler veriyor. Sarkacın bugünkü gidiş yönünde sermaye hâkimiyetinin bir fonksiyonu olarak kendisini kapitalizm koşullarında yeniden kuran patriyarkaya karşı mücadelenin nihai olarak kimlik ve haklar düzleminde kazanılabileceğine ilişkin yanılgı var. Bu yanılgı ezilen ulusun saflarında olduğu gibi, kadın hareketi veya LGBT saflarında da özgürlük mücadelesinin kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirilmeksizin de yürütülebileceği; yerine göre liberalizm ya da sosyalizmle veya dinci sağ ile ittifak edilerek günübirlik tercihlerle ilerlenebileceğine dair post-modern hayallerin yaygınlaşmasına yol açıyor.
LGBT, sosyalist hareketin kendini yeniden kurarken “bütün ezilenler”i kurtuluş dinamiğinin toplam imkânı olarak programatik hedefleri arasına geri dönülmezce katmak üzere ileriye attığı adımlara dudak bükmemeli. Bu adım sokakta, fabrikada, iş yerinde, hastanede, kışlada, okulda, her yerde heteroseksizme ve homofobiye karşı mücadelede LGBT’nin omuz omuza vereceği sağlam bir mücadele ortaklığının yükselmekte olduğunu haber veriyor.
_____________________________________________________________
- Karl Marx, Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri, Sol Yayınları, Ankara 1999, s. 30.
- Emine Özcan, “1 Mayıs erkektir kadın olacak”, Ekmek&Özgürlük, sayı 9, Mayıs-Haziran 2010, s. 40.
- Bawer Çakır, Yeter ki onursuz olmasın aşk” Ekmek &Özgürlük, sayı 9, Mayıs-Haziran 2010, s. 41.
- Gay Liberation Front bildirgesi, 31 Temmuz 1969, RAT dergisi 12 Ağustos 1969.
- Demet Demir ile söyleşi, http://turquieeuropeenne.eu/article3204.html
- Sosyalist Gelecek Parti Hareketi Konferans Kararları, Ekmek&Özgürlük, sayı 8, Ek, s. 5.
13.05.2010
Sol ve Homofobi Forumu
ODTÜ Ankara
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.