Ertuğrul Kürkçü’nün referandumun hemen ardından Yücel Göktürk ile yaptığı röportaj Express’in Mayıs sayılında yayınlandı:”Şimdi ortaya çıkan yeni tablo, hem AKP hem de Erdoğan bakımından tam bir ‘ava giden avlanır’ tablosu.”
Referandum öncesinde tahmininiz neydi?
Ertuğrul Kürkçü: Tahminim ortaya çıkan sonuç gibiydi. 51 Hayır, 49 Evet çıkacak diye düşünüyordum. Tabii ki resmi sonuç bunun tersi, ama büyük bir hırsızlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Hırsızlıktan arındırıldığında, dengenin bu kadar birbirine yakın olabileceğini düşünüyordum. İki buçuk milyon oyun çalınıp çalınmadığı hususundaki yargıları değerlendirebilecek durumda değilim, elimizde bunun için bir ölçü yok. Eğer böyleyse, fiili gerçeklik benim tahminimden de daha ileridedir. Ben birbirine yakın sonuçlar olabileceğini düşünüyordum.
Neleri veri almıştınız?
Veri aldığım birinci durum, AKP kampında hiç dinmediğini gördüğümüz, anladığımız endişe, telaş ve çaresizlik işaretleriydi. Erdoğan ve Binali Yıldırım epeyce ipucu verdiler. Erdoğan “yurttaşlarımıza başkanlık sistemini yeterince anlatamadık” dediğinde referanduma yaklaşık yirmi gün vardı. Bu, apaçık, yirmi gün öncesinde anketlerde yüzde 50’yi görmediklerini işaret ediyordu. Anketler son haftaya kadar genel olarak toplumsal nabzı tuttu. O nedenle son haftaya gelinceye kadar verilerin başında anketler geliyordu. Hiçbir anket AKP’nin yüzde 50’yi gördüğünü göstermedi. AKP’nin Almanya ve Hollanda’da maraza çıkartarak bir milliyetçilik ateşi yakmaya çalışması da MHP zemininden bir akış olmadığına dair net bir işaretti. Dolayısıyla, ortaya karışık bir milliyetçilik zeminini hareketlendirmeye çalıştılar. Bu bir diğer veriydi. Sokaktaki halkla yaptığımız bütün konuşmalar, aldığımız bütün geri dönüşler insanların hem son derece öfkeli hem de son derece kararlı oldukları yönündeydi. Referanduma bir hafta kala, yurttaşların yüzde 45’inin Evet, yüzde 45’inin Hayır’da karar kıldıklarını, aradaki yüzde 10’luk zeminin nereye akacağına bağlı olarak seçimin sonuçlanacağını düşünüyordum. AKP de böyle olduğunu gördüğü için nafile yere MHP’den gelecek oy beklentisiyle uğraşmayı bıraktı, yeniden Kürt muhafazakârlara cazip geleceğini umduğu konuları kurcalamakla uğraşmaya başladı. Nitekim, son yüzde 10 dağıtıldığında yurttaşların yarısından çoğu Hayır dedi, AKP referandumu kaybetti. Ancak onlar için kaybetmenin sözü bile edilemezdi. Böylece YSK başta olmak üzere bütün devlet makinesini ve çöktürme harekâtı arkasındaki bütün mutabakatı, bütün unsurlarıyla harekete geçirdiler. YSK’nin medyanın yan tutuşuna ilişkin cezasızlık kararı da son haftaya girilirken durumun Evet aleyhinde olduğunu gösteriyordu. O yüzden sonuçların öngördüğüm gibi çıkacağına itimadım tamdı. Tabii ki bir eksiğiyle. Bütün referandum konuşmalarında “Turpun büyüğü heybededir, daha henüz çıkmamış olabilir, Osmanlı’da oyun bitmez, mutlaka ve mutlaka bir oyun beklememiz lâzım” demiştim. YSK başkanının mühürsüz oy pusulaları ve zarflarının geçerli sayılacağına dair açıklamasıyla anlaşıldı ki, heybedeki turp buymuş!
Kısaca sayısal duruma bir bakalım mı? Milletvekili olduğunuz İzmir’de Hayır yüzde 68.79 çıktı, Diyarbakır’da ise 67.59. Diyarbakır ve bölgedeki oranın az olduğu yazılıp çizildi, ama asıl İzmir’deki az değil mi? Hele mesela Cizre’nin 82’siyle karşılaştırınca…
İzmir – Diyarbakır karşılaştırması konusunda son derece haklısınız. Diyarbakır’daki yüzde 67’yi beğenmemek, fakat İzmir’deki 68’i ayrı yere koymak çok ciddi bir bakış problemi. Buna bir çeşit örtük ırkçılık demek de mümkün. Çünkü HDP, CHP ve diğer muhaliflerin, AKP muhaliflerinin, cemaatçilerin, genel merkeze isyan eden MHP’lilerin ve genel olarak solun oyları birleştiğinde, İzmir’de referandum öncesindeki öngörüler yüzde 70’in ne kadar üzerinde olacağı konusunda farklılaşıyordu. Altını kimse düşünmüyordu. Fakat İzmir beklentilerin gerisinde çıktı. Diyarbakır’da da aşağı yukarı bu oranın çıkacağını tahmin ediyorduk. Diyarbakır ve bölgedeki Evet- Hayır dengesinde Hayır oranının düşük olduğu göreli bir yargı olabilir. Neye göre az, nasıl düşük? Bizim hesaplamalarımıza göre, bölgede ortalama yüzde 60 Hayır çıktı. Bunu seçim haritası da gösteriyor. Bitlis, Bingöl ve Muş dışında her yerde Hayır’ın bütün haritayı örttüğünü görüyoruz. Dolayısıyla Hayır düşük değil, yüksek. İkinci mesele, Cizre’de, Gever’de, Sur’da, Silopi’de, yani üzerinden tankların geçtiği ilçelerde de Hayır oyları son derece yüksek. Kürt halkının çok ağır bir yıkım altında kalan kesiminin çok kararlı bir duruş izlediğini söyleyebiliriz. Fakat gene de mutlak sayı olarak bir düşüş var. Bunu da açıklamak mümkün. Her şeyden önce bölgede seçime katılma oranı 7 Haziran’a ve 1 Kasım’a nispetle düşük oldu. O açıdan mutlak sayıların düşmüş olmasının anlaşılabilir bir tarafı var. Çünkü birincisi, insanlar sandıklara yaklaşmaktan alıkondu. Herkes şu ya da bu şekilde sandıkta kimliğini ibraz ettiğinde bir suç şüphesiyle karşı karşıya bırakılabileceğinden endişeliydi. Bu yüzden isteseler de sandık başlarına gitmeyenler oldu. İkincisi, özellikle yakılıp yıkılan kentlerde sandıklarla seçmenler arasındaki bağlar koptu. Sandık bölgeleri durmaksızın birbirine karıştırıldı, ayrıldı, birleştirildi. O nedenle mutlak olarak bir eksilme oldu. Üçüncü olarak, Kürt halkı arasında, referandum süreci başladığından beri, bu seçimde taraf olmanın Kürtler için bir şey ifade etmeyeceğine dair siyasi kayıtsızlık ve bedbinlik havası yaygındı. Bütün referandum süreci boyunca özgürlük hareketinin en büyük çabalarından biri referanduma katılmanın ve Hayır demenin önemini anlatmak oldu. Bir isteksizlik, hevessizlik vardı. Bunun tabii öncelikle HDP oylarına yansıması kaçınılmaz. Bunun da ötesinde, HDP gözlemcileri kimi yerlerde sandıkların önemli bir bölümünde bulunamadı. Mesela Urfa ve ilçelerinde, köylerinde, mezralarında, hemen hemen hiçbir yerde HDP müşahidi olmaksızın seçimler yapıldı. Burada HDP oylarının çiğ çiğ yendiğini düşünmek için çok ciddi sebeplerimiz var. Fakat metropollere baktığımızda, örneğin İzmir’de 7 Haziran ve 1 Kasım’da etkin olduğumuz ilçe ve mahallerde Hayır oyları 1 Kasım ve 7 Haziran’daki HDP ve CHP oylarının toplamını aşıyor. Kürt halkının metropollerde etkin bir biçimde referanduma katıldığını söyleyebiliriz. “Kürtler şöyle yaptı, Kürtler böyle yaptı” diye genellemelerle ve ırkçı imalarla konuşmak yerine, hangi bölgelerde Kürtlerin özgürce oy kullanma imkânları vardı, hangi bölgelerde yerel yöneticileri tutuklanmıştı, seçime katılma yolları kapatılmıştı, bunlara bakmamız lâzım. Böyle olunca Kürdistan’daki sonucun Kürtlerin tavrını değil, hükümetin baskısını ve Hayır oylarının sandığa gitme yollarını kapatma kapasitesini sergilediğini söyleyebiliriz.
Eşbaşkanlar ve hapisteki 14 milletvekili ve binlerce HDP’li yönetici dışarıda olsaydı nasıl bir tablo çıkardı ortaya?
Bu referandum idari ve hukuki düzenlenişi bakımından “laboratuvar koşulları”nda gerçekleşmiş olsaydı, AKP tarihi boyunca aldığı en ağır yenilgilerden birine uğramış olacaktı. Gözünüzün önüne getirin: HDP’nin, yani Hayır’a hava gibi, su gibi ihtiyacı olan tek politik gücün seçmeni, milletvekilleri, eşbaşkanları, yöneticileri, yayın organları, sivil toplum kuruluşları, belediyeler, üniversitedeki akademisyenler, yani HDP’nin hitap alanında bulunan herkesin ve her şeyin bu kadar zalimane bir baskı altına alındığı, öte yandan devletin AKP’nin yanına geçtiği, belediyelerin, bankaların, iş dünyasının, ticari medyanın, kamu medyasının, caminin, dinsel alanın, her şeyin Evet için manipüle edildiği böylesine bir eşitsiz durum yerine, bunların eşit fırsatlara sahip oldukları bir referandum yapılmış olsaydı, AKP’nin yüzde 40’la dahi çıkması söz konusu olamazdı. AKP gerçeklikte 7 Haziran durumuna geri döndüğü halde, sonucun böyle çıkmış olması sadece ve sadece hile, baskı, şiddet ve yalanla açıklanabilir. Biz bütün yapımızla düzenli ve sağlıklı bir biçimde çalışıyor olsaydık, Türkiye 17 Nisan’da tamamen başka bir güne uyanabilirdi. Fakat zaten bu tertip ve bu hileler bunun için yapıldı. Şunu çok açık söylemek istiyorum: YSK bu kararları verirken bunu sadece AKP tarafından rüşvet ve hile ile kazanılmış düşkün insanlar olduklarından değil, merkezi çöktürme planının içindeki rolünün bu olması itibarıyla böyle yaptı. MHP genel başkanı “referandumdan elde edilen sonuç, elde edilmesi gereken tek sonuçtu” derken, perde gerisindeki mutabakatı, “ya Evet çıkacak ya Türkiye’yi yerle bir edeceğiz” kararlılığını ifade etti. O yüzden bu koşullar altında referandumdan bu sonucun çıkmış olması son derece önemlidir. Şöyle diyebiliriz: Millet devlete karşı referanduma girmiş ve devlete hileyle kaybetmiştir, ama bu üzerinde oturulması imkânsız bir iskemledir. Bu bir iğneli fıçı üzerine oturmaktır. Devlet 7 Haziran’dan sonra Kürdistan’daki bütün hegemonya alanlarını kaybetmişti, şimdi bütün Türkiye’deki hegemonyasını kaybetmiş durumda. Rejim 7 Haziran’dan çok daha sert bir krize girerken HDP ise bütün bu şartlarda bir kutup yıldızı gibi parlayan bir rol oynamayı her şeye rağmen başardı. O açıdan, başa dönersek, HDP 7 Haziran öncesindeki HDP olarak referanduma girmiş olsaydı, sandıktan birinci ve iktidar alternatifi olarak çıkmış olurdu.
16 Nisan gecesi nasıl bir siyasal sonuç çıktığını düşündünüz? O günden bugüne düşüncelerinizde bir değişiklik oldu mu?
16 Nisan gecesi CNN International’ın Ankara’dan yaptığı canlı yayında referandumdan çıkan sonucu değerlendirirken AKP’nin hemen yakındaki genel merkezinde havai fişek gösterileri ve bağırtılar yükseliyor, Erdoğan da o sırada televizyonda “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyordu. Bense CNN’de bütün dünyaya referandum sonucunun gayrimeşru olduğunu söyledim. O zamandan beri de bu düşüncem değişmedi. Doğrusu, Erdoğan’ın ağzından bu mecazın kaçmasını bir lapsus olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bu mecaz esasen bir at hırsızlığı öyküsüdür. Toplumun desteğiyle başarıya ulaşmış birinin ilk aklına gelen şey bir at hırsızının aklından geçen şey olabilir miydi? Erdoğan bir hırsızlık planladı ve hırsızlık gerçekleşti. “Nasıl güzel bir hırsızlık yaptım” diye övünen hırsızın ifadesi bu. O nedenle Erdoğan’ın bu ifadesini meşruiyet konusundaki bütün iddialarımızın doğrulanışı olarak görebiliriz. Bunun ötesinde, bütün iddia ve kaygılarımız uluslararası gözlemciler tarafından da doğrulandı. Gerek Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT), gerekse Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) raporu hem referandum sürecinin hem oylama ve sayım sürecinin eşitlik ve şeffaflık ilkelerine uymaksızın gerçekleştiğini açıkça ortaya koydu. Referandum dönemi boyunca İzmir ve Ege bölgesinde yaptığım konuşmalarda, bana mikrofon uzatılan her yerde, her zaman bu referandumda bir tek sonucun, Hayır’ın meşru sayılabileceğini söylemiştim. Bunu kampanya sürecinde karşı karşıya kaldığımız haksızlık ve ihlâllere atfen söylüyordum. Oy kullanma, sayım ve döküm sırasında yapılanlar buna tuz biber ekti. Meşruiyet bahsinin hiçbir zaman silinmeyecek bir leke olarak bu referandumun üzerine yapıştığını söyleyebilirim. Çok ciddi bir meşruiyet bunalımı başgösterdi. Bunun telafisi için iki yol var: Biri sayımı yeniden yapmak, ki bunun yolu YSK’nın geçersiz oyları geçerli ilan etmesiyle kapandı. Hileli oyları tespit etmek artık imkânsız. İkincisi yeniden referanduma gitmek, ama Erdoğan’ın yüreği buna yetmez. Buna vakitleri de, arzuları da imkânları da, güçleri de yok. Bütün bu şartlar altında, bu meşruiyetten yoksun fiili durum sürecek. O açıdan, her geçen gün bizim düşüncelerimizi yeniden doğrulayacak. Yeter ki bunun arkasındaki toplumsal destek, toplumsal bilinç eksilmeden sürsün ve muhalefet blokunun içindeki siyasi özneler doğru davransın.
17 Nisan’da HDK ve HDP yaptıkları ortak açıklamada “sonucu tanımıyoruz” dedi. Şimdi Hayır blokunun önündeki soru “ne yapmalı?” Hukuk mücadelesinden başlayalım. Bu başlıkta gerçekçi, gerçekleştirilebilir yol-yöntem ne olabilir? Uluslararası kurumlar ve sözleşmeler nasıl bir rol oynayabilir?
Uluslararası kurumlar ve sözleşmelerin bu mücadelede önemli bir yeri var. Önemli, fakat belirleyici değil. Aslında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland bu konudaki bir soruyu yanıtlarken hiçbir uluslararası kuruluşun bir ülkede gerçekleşen referandumun sonucunun ne olması gerektiğine ya da ne olabileceğine dair bir karar alamayacağını ve bunu uygulatamayacağını söyledi. Bu, devletler hukuku bakımından tamamen doğru. Fakat Jagland bir şey daha söyledi, ki o an asıl önemli olan o olsa da AKP sözcüleri, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı birincisine balıklama atladılar, ama arkasından gelen yargıyı duymazdan geldiler. Jagland dedi ki: “YSK kararına AİHM’de itiraz edilebilir, itiraz yolu açık.” Bu çok önemli, bu yolun açılması referandumun sonucunu değiştiremez, ama bu sonucu ebedi bir parantez içine alabilir. Şu nedenle: AİHM, YSK’nin seçimin orta yerinde, kendisini yasa yerine koyarak seçimin bütün sürecini değiştirdiğini tespit edebilir. Bu tespit ömür boyu YSK’ye ve AKP’ye yeter. Peşlerinde bir gayrimeşruluk kuyruğuyla dünyayı dolaşmaya devam edebilirler. İçeriye “Biz bir seçim yaptık, buna kimse karışamaz” diyebilirler, ama Türkiye sınırları dışına çıkıldığında, peşlerinde bir kuyrukla dolaştıklarını herkes görür ve onlara o şekilde muamele eder. Tekrarlayayım, AİHM’e başvuru yolu açık. İkincisi, bu yolu YSK kendi kendine açtı. Yasada açık hüküm olmasına rağmen kendilerinde olmayan bir yetkiyi kullanarak oy pusulaları ve zarflarının nasıl mühürlenmesi gerektiğine dair yasa hükmünü değiştirdiler. Ve kendilerini o kadar sıkışmış hissettiler ki, yol ortasında yaptıkları kanunsuzluğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin seçme ve seçilme hakkı ve özgürlüğü esasına dayandırarak açıklamaya çalıştılar. Fakat böylelikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, dolayısıyla AİHM yargı alanını devreye kendileri sokmuş oldular. Bu devreden içeriye mutlaka girilecektir. Bu mesele AİHM’in önüne gelecektir. Daha önemli olan bir başka mesele de AGİT gözlemcilerince hazırlanan ön rapor ve bunu izleyecek olan esas rapordur. AGİT şu açıdan önemli: Avrupa’dan daha fazlasını ifade ediyor. Üyeleri arasında ABD, Kanada ve Rusya da var. Dolayısıyla, AGİT raporu hem ABD hem Rusya için de bağlayıcıdır ve Erdoğan’ın bütün telaşına rağmen ne Trump’ın ne Putin’in “seni başkan olarak selamlıyoruz, bravo, kulübe hoşgeldin” dememelerinin sebebi budur. Hatta Erdoğan’ın sırnaşmalarından ötürü, Trump’ın makamından “referandumun sonuçlanmasından memnuniyetimizi ifade etmemiz bu sonuçları tanıdığımız anlamına gelmez” diye bir açıklama ihtiyacı doğdu. AGİT raporu da Erdoğan’ın sakat doğmuş olan rejiminin ABD ve Rusya tarafından tanınırlığını önemli ölçüde zedeleyecektir. Dolayısıyla, hukuk mücadelesinin çok önemli bir anlamı var. Hukuk mücadelesinde sağlanacak başarı politik olarak Erdoğan kampında tereddüt, şaşkınlık, yarıklar ve çatlaklar oluşturacak, öte yandan Hayır kampında direniş iradesini ayakta tutacaktır. Bu yüzden hukuk mücadelesi deyip geçmememiz lâzım. Elbette mücadele içeride ve politik zeminde tayin edilecek.
İlk akla gelen politik zemin Meclis ve sokak. Meclis konusunda CHP “sine-i millet” seçeneğini gündeme getirdi. Siz bu seçeneğe nasıl bakıyorsunuz?
Şu anda Meclis’ten çekilme talebinin sağlam bir argümana dayalı olarak ifade edildiğine henüz tanık olmadım. Meclis’ten çekilindiği takdirde Meclis’te olmanın sağlamış olduğu avantajların daha yüksek bir kitle hareketi potansiyeli ya da daha yüksek bir kitle hareketini tetikleme olasılığı ile ikame edilebileceğine ilişkin bir olasılık gözükmüyor.
Ekim 2016 sayımızdaki söyleşide şöyle demiştiniz: “Parlamento meselesinin bir ısrar meselesi olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Biz başından beri parlamentoyu kararların alındığı yer olmaktan ziyade sözün söylendiği yer olarak gördük, en azından ben böyle gördüm. Söz parlamentoya geldiğinde, hep Dr. Hikmet’in (Kıvılcımlı) mecazına başvurdum: ‘Müslüman için minare neyse, siyaset için Meclis odur. Oradan söylenen söz her yerden duyulur.’ Türkiye’nin geleceğine ve bugününe dair doğru hüküm vermek isteyenler, bütün öznelerin sesini bir arada duymak isteyenler, Meclis’e bakacaklar. Bu sebeple, bu kapı kategorik olarak kapanmadıkça burada yapılacak iş olduğunu düşünmeye devam ediyorum.”
Öyle düşünmeye devam ediyorum. (gülüyor) Bugün itibarıyla HDP’nin parlamentodan çekilmesini gerektiren bir durum olduğunu düşünmüyorum. Meclis’te çok önemli iki yıl var önümüzde. Çünkü bu anayasa değişikliğine denk gelecek değişikliklerin yasalarda yapılması gerekiyor ve Erdoğan’ın ipini çekmeye çalıştığı Meclis şimdi büyük bir avantaj kazandı. AKP’deki çatlak da derinleşirse, MHP ve AKP arasındaki gerilimler artarak devam ederse, Erdoğan’ın başkanlık rejiminin yolunu döşeyecek olan yasaların Meclis’ten iki yıl içinde geçmesi ihtimali sanıldığı kadar güçlü olmayabilir. Ve her şey tersine dönebilir. AKP referandumun hemen arkasından Meclis’i mayısa kadar tatil ederek meşruiyet tartışmasını Meclis gündeminden kaldırmak istedi. Ama 2019’a kadar her gün Meclis’te bu meşruiyet tartışması sürecek. Meclis’te olmak bu tartışmaya dahil olunmasına imkân verecektir. Bu, Meclis ile sokak arasında daimi bir diyalog kapısının açılması demektir ki, bundan daha kıymetli bir şey olamaz. Ayrıca, şu da var: “Sine-i millete dönmek” meselesi hukuken AKP’nin keyfine bağlı. Bu konu genellikle doğru bilinmiyor. Bir parti Meclis’ten çekildiğini beyan ederse, milletvekilleri istifalarını Meclis’e sunarsa, bu istifalar Meclis çoğunluğu tarafından kabul edilmedikçe geçerli olmuyor yürürlükte olması için. Aksi takdirde hukuki bir sonuç yaratmıyor. Meclis’ten çekilmek otomatik olarak milletvekilliklerinin sona ermesi anlamına gelseydi, zaten esas büyük değeri o olurdu: Türkiye derhal bir erken seçime doğru yol almak zorunda kalırdı ki, bu gireceği ilk seçimden yenilgiyle çıkması kaçınılmaz olan AKP’ye vurulmuş büyük bir darbe olurdu. Fakat hukuken bu elde değil. İstifaların Meclis çoğunluğu tarafından onaylanması gerektiği için sine-i millet dönmek ancak fiili bir durum olabilir. Parlamentoya uğramayarak ve parlamentodaki faaliyeti tanımadığını, kabul etmediğini ilan ederek halk arasında çalışmaya devam edebilir milletvekilleri. Bu açıdan bir engel yok, fakat o zaman da esasen Meclis’te mücadele ederek başkanlık rejimine giden yolda kanunların yapılmasının karşısına kuvvetli bir itiraz bloku koymak ve bu itirazların toplumda dalga dalga yankılanmasını sağlamak gibi büyük bir avantaj da elden kaçırılmış olabilir.
Önümüzdeki iki yıl boyunca Meclis’in asli gündemi başkanlık rejimine “uyum yasaları”. Bu tabii sokak muhalefetinin de gündemi olacak. Nasıl bir tablo öngörüyorsunuz?
Şimdi ortaya çıkan yeni tablo, hem AKP hem de Erdoğan bakımından tam bir “ava giden avlanır” tablosu. Çünkü 2019’a kadar bu anayasa paketine uydurulması gereken çok sayıda yasa değişikliği var. Bunlar idari teşkilatın yeniden düzenlenmesi, bakanlıklarla ilgili yeni yasaların yapılması, seçim kanunu ve buna ilişkin olarak YSK’nin yapısında meydana gelmesi gerekecek olan değişiklikler, yani muazzam ölçekli yasal değişiklikler var ister istemez gündemde. Bunların bir bölümü, onlar açısından her şey yolunda giderse, 2019’dan sonra da yapılabilir, ama pek çok şeyin 2019’dan önce yapılması gerekecek. Bunun pratikteki anlamı şu: Her gün parlamentoda 16 Nisan seçimlerinin meşruiyeti tartışma konusu olacak. Ne önlem alırsa alsın Erdoğan ve AKP, kendilerini bizzat yaptıkları anayasa değişikliğine bağladılar. Bu anayasa değişikliklerinde sadece iki husus geçerli: Birincisi, Erdoğan’ın yeniden partisinin başına geçmesinin kapısı açılabilir. İkincisi de yargıya, HSK’ye yapılacak atamalar. Onun dışında bu referandumdan doğmuş olan anayasal hiçbir yetki kullanılamayacak. Bu koşullar altında hiçe saydığı Meclis’e muhtaç hale gelmiştir Erdoğan. Buradaysa işleri daha zor, çünkü AKP tabanında ve milletvekilleri arasında kırılmalar var. Bunların her gün yansımalarını görüyoruz. AKP ve MHP arasındaki ilişkiler de daha çatallı şimdi. Öte yandan muhalefet çok daha kararlı. Gerçi, neticede bu yasaların yapılmasını pratikte önleyemeyebiliriz, ancak her bir yasa etrafında yapacağımız tartışmalarla halkın düşüncelerinin en yüksek kürsüden ifade edilmesi ve toplumun tamamının birbiriyle iletişime geçmesi sağlanabilir. Bu hâlâ büyük bir avantaj, bunu şimdiden elimizden çıkarmanın bir lüzumu olduğunu düşünmüyorum. İkincisi, Meclis’teki bu mücadele sokakta sürüp giden mücadelenin meşruiyetini ve haklılığını da gölgelemez. Tam tersine, sokak Meclis’i iradesinin kuşatması altına alabilirse, Meclis’teki ses sokağa, sokaktaki ses Meclis’e ulaşır, daha güçlü bir iradenin oluşması ve birbirini beslemesi pekâlâ mümkün olabilir. AKP’nin ava giderken avlandığını söylerken bunu düşünüyorum. Onlar şöyle varsaymışlardı: O kadar güçlü bir Evet oyu çıkacak ki, onun üzerinde her şey yürüyecek, dolayısıyla hızla yasalar yapılacak. Şu an hem AKP içinde hem de AKP ile müttefikleri arasında derin bir gerilim var ve ortadan kaldırmaya çalıştığı parlamento şimdi AKP’nin karşısındaki en önemli mücadele zeminlerinden biri haline geldi. Dolayısıyla, burada çok esaslı bir yeni imkân yakaladığımızı düşünüyorum. Öte yandan, bizzat yeni rejimin tesisi bakımından kurulmuş bulunan düzeneğin de zannedildiği gibi işlemeyebileceği ihtimali giderek kuvvetleniyor. Bu nedenle, parlamento eline yeni bir momentum geçirmiş sayabilir kendisini. HDP bu açıdan çok önemli bir sorumlulukla yüz yüze ve tabii ki çok daha büyük bir baskı kapısı da açılmış olabilir. Bunları göreceğiz. Fakat bugünkü meşruiyetin sınırlılığı zemininde, AKP bundan sonra her milletvekiline yöneldiğinde dokuz kere ölçüp bir kere biçmek zorunda kalacaktır, o açıdan da durumu zordur. Dolayısıyla, siyasi mücadele bakımından parlamentonun, demin söylediğim çerçevede topluma muhalefetin yol göstermesi için bir kürsü oluşturması bakımından eline yeni avantajlar geçtiğini düşünebiliriz. Ama en az bunun kadar parlamento dışı muhalefet çok büyük bir önem kazandı.
Oraya gelelim, “ne yapmalı”nın üç unsurundan biri –hukuk mücadelesi ve Meclis mücadelesiyle birlikte– sokaktaki mücadele. Referandum sürecinde en aktif, etkili Hayır kampanyası yürüten sokak muhalefeti oldu. Ve 16 Nisan’dan beri de her akşam –yalnız İstanbul’da değil, Tekirdağ’dan Konya’ya ülkenin dört bir yanında– sokaklar ayakta. Bu sokak muhalefetinin lokomotifi Hayır Meclisleri. Bu tabloya baktığınızda ne görüyorsunuz?
Son derece sahici, içten gelen bir demokrasi arzusu ve iradesinin hiçe sayılmasına karşı duyulan büyük bir öfke görüyorum. İşin başa düşmüş olduğuna dair derin bir görev duygusuyla harekete geçmiş olan büyük bir kadın, genç ve emekçi topluluğu…
Özellikle kadınları vurgulayalım, çünkü bu sokak muhalefetinde ve Hayır Meclisleri’nde kadınlar ön safta…
Bu çok anlaşılır, OHAL’in ilanından beri kadınlar çok önemli roller oynadılar, çünkü hem baskılar hem de iktidarın kazandığı ataerkil ve mezhepçi yönelim herkesten önce kadınları büyük bir kuvvetle etkiliyor. AKP’nin sandığından çok daha yaygın, sosyal hayatta aktif müthiş bir kadın topluluğu var. Siyaseten her türlü sorunu üstlenmeye hazır, yeni bir genç kadın kitlesi her yerde oluşuyor. Sanıldığı gibi sadece seküler, yüksek eğitimli kadınlar değil, aynı zamanda emekçi kadınlar, aynı zamanda dindar kadınlar, aynı zamanda ev kadınları, şu ya da bu şekilde sağ spektrumda yer alan kadınlar, fakat hepsi hem adalet hem hakikat için üzerlerine sorumluluk düştüğünü çok net olarak görüyorlar. Bu boyutuyla yepyeni bir enerji kaynağının devreye girdiği kanaatindeyim. İkincisi, politik partilere dahil olmayan, belki de referandumda ilk kez oy kullanan ve Hayır demiş olan yüz binlerce genç insan var. Bununla ilgili de Erdoğan ve AKP yanlış bir hesap yaptı. “18 yaşa seçilme hakkını verirsek gençler bize gelir” diye düşündüler, fakat gençler bununla yetinmeyeceklerini, bir diktatörlükle Türkiye’nin geleceğinin olmayacağını düşündüklerini açıkça ifade eden bir politik tutum takındılar. 15 büyük şehirde alev alev yanan bir itiraz topu büyüyor. Bu hareket bu ölçekte, belki de büyüyerek uluslararası alanda durum görünür oluncaya kadar mutlaka devam etmeli diye düşünüyorum. Bu sonsuza kadar bu şekilde devam edemez. Sonsuza kadar devam edemezden kastım, her akşam meşaleyi eline alıp yürümek. Bu hareketin bir tek işi yok, buna da indirgenemez. Yürümek bir kararın sonucunda oluşuyor. Bu kararı alan kitlenin şimdi karşısına pek çok yeni seçenekler çıkacak yapılması gereken; dalganın büyümesine, küçülmesine bağlı olarak yeni tutumlar takınacak vs. O nedenle bu manifestasyon halinin uluslararası alanda referandumla ilgili yargı netleşinceye kadar mutlaka devam etmesi gerekir, çünkü ona işaret edilecektir. Zaten AKP şu an görebildiğimiz kadarıyla olanca şiddetiyle bu protestoları bastırmaya yönelmiyor, bunun yanıp sönmesini, içindeki ateşin bitmesini bekliyor. Bu onlar açısından ne zaman bir doyma noktasına gelir? Erdoğan’ın mutlaka dikkatleri bir milli davaya çevirecek tertipler peşinde olduğunu, Suriye’ye, Irak’a yönelik askeri hamleler başlatabileceğini, ülkeyi bir savaş haline sürükleyerek buradan kendisini kurtarmaya çalışabileceğini düşünüyorum. O yüzden bu hareket ne kadar hayatta olur, ne kadar etkili olur ve geniş olursa ve ne kadar AKP’deki tereddüde de seslenecek bir kabiliyet gösterirse, o kadar iyi olacağını düşünüyorum. Bu bütünüyle kendi reyine, kendi kararına ve kendi geleceğine sahip çıkan insanların iradesidir. Dolayısıyla, büyük ölçüde parlamento onları takip edecektir. Burada büyük problem şu: Parlamentonun ana muhalefet kanadında bu hareketi anlama ve buna yanıt vermede büyük bir kabiliyetsizlik ve korku görüyorum.
Ana muhalefetin “maçın ikinci yarısı 2019’da” demesini nasıl yorumluyorsunuz?
Teorik ve teknik olarak muhalefet bloku AKP karşısında başkanlık tercihine doğru yönelecek olursa, bütün yetkilerin toplandığı Erdoğan’dan gayrı bir başkanla Erdoğan’ın tayin ettiği parlamento, dolayısıyla yetkilerin tamamı başkanda, yetkisiz bir Erdoğan parlamentosu şeklinde bir sonuç da tecelli edebilir. Bu da ikinci bir büyük mesele olarak AKP’nin önünde bir kâbus senaryosu. Ancak, şunu söylemek isterim: CHP’de –özellikle Deniz Baykal’da ve bir başka açıdan Kılıçdaroğlu’nda– gördüğümüz “2019’a hazırlık” kapısının ardına kadar açılması eğiliminin sokağı son derece zayıflatacağını ve kitleleri rejimin peşine takacağını da ifade etmek isterim. O yüzden HDP ve HDK’nin ortaklaşa ifade ettikleri “referandumun meşruiyetini tanımıyoruz” iddiası, tanınmasından doğabilecek bütün diğer süreçlere de meşruiyet atfetmekten kaçınılamayacak olmasıyla ilgilidir. O nedenle, şimdiden bu tür 2019 hayalleri görerek kitlelerin muazzam protesto kapasitesini düzen içi ya da rejim içi kanallara doğru sevketmek, beyhude konuşulmuş sine-i millete dönme iddiası kadar beyhudedir. Yapılması gereken sokağın kendi kendini örgütlemesine yardımcı olmak, dinmeyen bir itiraz kapasitesini sürekli olarak beslemek ve Meclis’in de bu itiraz gücünün ilan edildiği yer olarak gerçekte sahip olduğu yüksek kürsü rolüne iade edilmesi pekâlâ mümkün olabilir. Ve Meclis’le sokak arasında HDP’nin kurduğu gibi bir ilişki pekâlâ dönüştürücü bir rol oynayabilir. Bunun için HDP Meclis grubunun iki dönemdir ortaya koyduğu çabaların ne kadar önemli olduğu daha iyi görülecektir. Niye vekillerimizin hapiste yattığı, niçin eşbaşkanların siyasi hayatlarına son verilmek istendiği, niçin HDP’nin rejimin önündeki başlıca engel addedildiğini de anlamak böylece daha kolaylaşır.
Hayır Meclisleri’ne dönersek, önceki söyleşilerde sabit temalardan, leitmotif’lerden biri birleşik mücadele zeminiydi. Bu referandumun en büyük hayrı Hayır Meclisleri’nin doğması galiba. Bu meclisler birleşik mücadelenin zemini olabilir mi?
HDP ve HDK olarak başından beri bu zeminlerin ortaya çıkarılması, yaşatılması ve var kalması için ne lâzımsa yapma kararıyla hareket ediyoruz. Fakat bu Hayır Meclisleri’nin parçalı, heterojen yapısı ve hassasiyetlerinin, önceliklerinin farklılığı dolayısıyla mümkün mertebe baskın görünmemeye, nüfus olarak aslan payına sahip olsak da, olmasak da baskın görünmemeye ve yersiz öncülük iddialarından kaçınmaya çalışıyoruz. Bu sürecin kendi doğası var, Gezi gibi gelişmesi gerekir. Nasıl Gezi, başlangıcında bir sürü milliyetçi sloganla, çerçöple sürüklenip geldi ve daha sonra akması gereken halk yatağına doğru akmaya başladıysa, burada da bu akışın mutlaka ve mutlaka kendi ritmi içinde gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. O nedenle her yerde bunun teşvikçisiyiz. Gene de Gezi’de olduğu gibi şöyle bir ikilem ortaya çıkabilir: Örneğin Diyarbakır’da, İstanbul’da olduğu gibi güçlü kalabalıkların sokağa çıkmaması, Kürt özgürlük mücadelesinin ve Kürt halkının bu sürece kayıtsızlığı anlamına gelmeyecek. Bu noktaya çok çalışılıyor. Evet oylarının Kürtler sayesinde elde edildiğine dair hükümetin yaydığı bir dezenformasyon referandumda hükümete çalışmış olan araştırma şirketleri tarafından da doğrulanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla bu Kürdistan-Batı ittifakının Kürt ayağının mümkün mertebe denklemden dışlanması yönünde çabalar var. Biz hem bu ayağın güçlendirilmesi hem de bu mugalataya yanıt verilmesi bakımından bir yükümlülüğe de sahip olduğumuzun farkındayız. Fakat Kürtler için şöyle bir hakikat olduğu apaçık: OHAL altında, her türlü zulüm altında yaşarken insanların en büyük öncelikleri Ankara’da zaten daha başlarken çalınmış olan referandumun nasıl geri getirileceği değil, bizzat her gün yüzleştikleri OHAL hakikatinden nasıl çıkılacağına ilişkin endişeler, beklentiler olabilir. O nedenle en önemli şey metropollerdeki HDP kitlesinin kendi yaşam ve çalışma alanlarında bu havayı sürdürmesi ve bu genel gidişe ayak uydurması. Bu yönde gerekli bütün kararlar parti meclisinde alınacaktır diye düşünüyorum.
Bu süreçte HDK nasıl bir rol üstlenmeli?
Şu dönemde HDK, HDP’nin toplumsal mücadele alanındaki dinamizm kaynağı haline gelebilirse tarihi misyonunu yeniden yakalayacak. O yüzden HDK’ye çok büyük bir rol düşüyor. HDK bu rolü üstlenebilirse, HDP’yi de kendine ait olmayan bazı sorumluluklardan kurtarmış olacak. Örneğin kitle hareketini sevk ve idare etmek HDP’nin sorumluluğunda olan bir şey değil. Bu esasen tarihen ve kurumsal olarak HDK’nin sırtında olan bir sorumluluk. HDP üyeleriyle HDK faaliyeti arasında tam bir örtüşme ânı ortaya çıkıyor. HDK burada özgül bir faaliyeti çekip çevirmeyi, örgütlemeyi başarabilirse, Hayır Meclisleri’ne de daimi, ölümsüz bir güç kaynağı bağlamış olacak. Nitekim, 23 Nisan’da toplanan –Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi toplantısı için Strasbourg’da olmam gerektiği için katılamadım– HDK 7. Genel Meclisi, “Hayır’la simgeleşen bu demokrasi mücadelesinin içinde yer almaya ve destek vermeye devam edeceğini”, kendisini “sokaktaki dinamizmi örgütleme ve Hayırları büyütme” ile görevli saydığını sonuç bildirgesinde dile getirdi. “Sokağın nabzına uygun bir biçimde yerelde en geniş ittifakı sağlamak ve bu ittifakla direnişi örgütleme”nin sürecin en önemli ihtiyacı olduğunu kayıt altına aldı. “Olanaklara odaklanmaya ve demokrasi, barış, özgürlük için tüm güçleri demokratik eksende birlikte hareket etmeye, faşizme karşı demokratik direniş için safları sıklaştırmaya” çağrıda bulundu. Kalp kalbe karşıymış derler! (gülüyor)
Genel kurula katılabilseydiniz orada neler söylerdiniz?
Tarihte yıldızın parladığı anlar var. Bu anları sezmek, bunu yakalamak aslında bir siyasi hareketin geleceğinde de son derece belirleyici. HDK için de yıldızın parladığını düşünüyorum ve HDK’nin bütün gövdesiyle bu büyük halk muhalefetinin güç kaynağı olarak hiçbir fedakârlıktan kaçınmaması gerekiyor. Bunu söylerdim. Çünkü artık Gezi tecrübesine de sahibiz. Neyin kalıcı, neyin geçici olduğunu çok iyi gördük, o açıdan tereddüde mahal yok. Doğu Perinçek’in Hayır demiş olması bizim Hayır cephesinde Hayır’ın bütün mesuliyetlerini yüklenme sorumluluğumuzu ortadan kaldırmıyor. Ergenekoncuların mevcudiyeti Gezi’yle ilgili tereddütlere yol açmıştı. Oysa maddeci tarih görüşü açısından baktığımızda, onların bu süreçte bir çapaktan ibaret olduğunu daha birinci dakikada görmemiz gerekirdi. Bu deneyimi artık geçirdik. Şimdi, Gezi deneyiminden sonra, Hayır cephesinin sürdürülebilir bir halk hareketi için kollarını sıvamış sorumlu bir topluluk olduğunu görerek, HDK’nin hiçbir külfetten kaçınmaması gerekiyor. Kürt özgürlük hareketiyle, Kürt toplumsal muhalefetiyle bu Hayır cephesi arasında tam bir örtüşme sağlamak için de ne lâzımsa yapmamız gerekiyor. Bunları söylerdim. Bunun pratikteki mânâsı bizim açımızdan şudur: Kadıköy’de sürüp giden hareketin Esenler’de, Bağcılar’da bir mukabilini görmemiz icap eder. Bu ister aynı biçimlerde olur, ister olmaz, ama mutlaka bu kabarışın oraya yansıdığını görmemiz gerekir. Avcılar’daki hareketin Ümraniye’de, Sultangazi’de karşılığını görmemiz gerekir ki, Hayır hareketi süregiden bir özgürlük zemini olarak yerine yerleşsin. Tabii hükümet bunu elleri kolları bağlı izlemeyecek. Mutlaka elinden geleni ardına koymayacaktır, ama önemli olan bu ânı yakalamak. Çünkü bir psikolojik eşik açılmış olacak. Hükümetin 2019 hedefi nedir, bizim 2019 hedefimiz nedir, bu ikisi arasında nasıl bir ilişki kurulacaktır diye bakacak olursak, en kritik karar bence oradadır. Biz onların 2019 hedefinin gerçekleşemezliğini ispatlamakla yükümlüyüz. Deniz Baykal diyor ki, “Maçın ikinci raundu var. 2019’da ikinci raund”. Yani, “benim cumhurbaşkanı adaylığım seni yener”. Deniz Baykal bu topa girmeye kararlı, ama bence mesele bugünü 2019’a taşıyacak olan bu köprüyü kurulamaz kılmak ve hükümeti hem siyaseten hem hukuken hem kanunen 2019’a giden yolda yaya bırakmak olmalıdır. Ondan sonra yeni bir tartışmanın kapısı açılacaktır. Belki de hükümet 2019’a gitmeden önce bir erken seçim yapmak zorunda hissedecektir. Ya da bunu biz talep edebileceğiz. İki yıl çok uzun bir süre. O yüzden CHP’nin ve Deniz Baykal’ın yaptığı gibi 2019’a kitlenemeyiz. Biz “geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye” diyemeyiz. At nerede, Üsküdar nerede, eşek nerede, Niğde nerede, bunların hepsi tartışmalı. Biz hırsızların tabirleriyle siyaset tartışamayız ya da o zihniyetle durumu analiz edemeyiz.
Bugün (25 Nisan) Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulu’ndaki “Türkiye’de Demokratik Kurumların İşleyişi” konulu oturumda, Türkiye’nin “2004’te çıktığı denetim sürecine yeniden alınmasıyla ilgili karar tasarısı” onaylandı. Böylece Türkiye “bir ilke imza attı” ve “denetim sürecinden çıkarılıp yeniden alınan ilk Avrupa ülkesi” oldu. Oylamadaki 45 ret oyuna karşılık 113 kabul oyundan biri de sizinkiydi. AKPM’nin bu kritik kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKPM’nin Türkiye’yi izleme sürecine alışı AKP ve Erdoğan’ın baskıcı, ayrımcı ve inkârcı siyasetlerinin uluslararası meşruiyet kaybının ürünüdür. Karardaki eleştiri ve uyarılar demokratik ve toplumsal muhalefetin eleştirilerinin uluslararası alanda kabul gördüğünün somut kanıtıdır. AKPM’de HDP iki dönemdir, uyarılarını hükümet ve TBMM ile paylaşmak, önlemlerin alınmasına yardımcı olmak için elinden geleni yapmıştır. AKP uyarılara kulaklarını tıkamanın bedelini ödüyor. Türkiye’yi Avrupa’nın demokratik kurum ve zeminlerinden uzaklaştırmak çare değildir. AKP’nin baskı, savaş ve korku politikalarını terkederek Türkiye’yi içine düşürdüğü uluslararası yalnızlıktan çıkarmak dışında çaresi yoktur. Türkiye halkları ne bu yalnızlaştırılmayı, ne bu hükümet politikalarını ne de halkın haklarını savunamayan bir muhalefeti hak ediyor. 17 Nisan’dan bu yana sokakları terketmeyenler AKPM kararını Hayır haykırışının Avrupa dillerine tercümesi olarak da okuyabilirler.
Ekim 2016’daki söyleşide, “amok koşusu son sürat devam ediyor” demiştiniz. Koşucunun 16 Nisan itibarıyla durumuna ne diyorsunuz?
Amok koşucusu tökezledi, sendeledi, yoruldu, buna rağmen içindeki koşma hırsı devam ediyor. Kaçınılmaz sona yaklaştığını biz görsek de o görmüyor olabilir, ama sürüklenerek de olsa koşmaktan başka çaresi yok.
_____________________________________
Söyleşi: YÜCEL GÖKTÜRK
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.