Karadeniz’in yoksulları da barışa muhtaç

Karadeniz’in kentleri, dağları, kırları, suları, denizi Karadeniz’in emekçi halklarınındır; Onlar da barışa Kürtler kadar, Türkiye’nin öteki halkları kadar aç, onlar kadar susuz, onlar kadar muhtaçtırlar.

Ertuğrul Kürkçü

ekurkcu manset-5O unutulmaz 1968 yazında görmüştüm Sinop’u ilk kez… Bir akşam vakti, güneş yarımadanın öte yanında denize gömülürken, Sabahattin Ali’yi yâd ederek kötü ünlü hapisanenin yanından, Roma kemerinin altından geçip ıhlamur kokularının sardığı küçük meydana vardığımızda sanki bir kent müzesine gelmiş gibiydik. Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencileriydik. Kastamonu’nun Pınarbaşı beldesindeki mimarlık yaz stajına hafta sonu arası vermiştik. Merkeze bu kadar uzakta, geçmişine bu kadar sadık, bu kadar yaşanılası, bu kadar içinde nefes aldığınıza değen, insanları bu kadar sevecen, kızları bu kadar güzel bir kentin var olabileceğini keşfetmek mucize gibi gelmişti hepimize…

 

Sevinçle karışık bir hayretin yol göstericiliğinde çevremizi tanımaya çalışırken bu güzel kentin bir Amerikan üssüne de ev sahipliği yaptığını keşfetmekte gecikmedik. İstanbul’da Deniz Gezmiş’in başını çektiği devrimci öğrencilerin ABD bahriyelilerini Dolmabahçe’den kovaladığı günlerdi. Biz de dört arkadaş, kendimize durumdan vazife çıkarttık; gece bir sandalla yanaşıp, iskelenin ucuna beyaz boyayla sahilden görünecek büyüklükte, “Amerika Defol” yazdık… O sandaldakilerden Koray Doğan artık aramızda değil. 1972 kışında Ankara’da askeri diktatörlüğe direnişte bir polis kurşunuyla öldürüldü, daha binlercemiz gibi. Artık ABD üssü de yok… Koray’ın da hayatı pahasına verilen mücadeleler sonunda başka pek çok üs gibi o da tasfiye edildi… Ama galiba artık eski Sinop da yok…

 

Eski Sinop, o zamanlar Amerikan üssünü medarı maişet motoru sayardı, bu üssün kentin geçimine büyük katkısı vardı. Ama, Sinop bir sabah ansızın bu üssün sahiplerine “defol” diyen ODTÜ öğrencilerine cadı avı düzenlemeyi aklından bile geçirmemiş, Sinop valisi Kemal Paşaoğlu da peşimize polis takmaktansa kentten ayrılmamıza yol vermişti… Aynı Sinop, 1969 milletvekili genel seçimlerinde yüzünü sosyalistlere dönmeye başlamış, Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) Türkiye ortalamasının iki kat üzerinde -yüzde 4,64 ile – 3 bin 94 oy vermişti. Kürtlerin haklarına saygı çağrısı da burada karşılık bulmuş, Sinop 1995 seçimlerinde “Emek, Barış, Özgürlük Bloku”nu temsilen sosyalistlerle ittifak halindeki HADEP’e -hiç te beklenmediği halde- yüzde 1,79 ile 2 bin 120, 1999 seçimlerinde de yüzde 1,81 ile 2 bin 182 oy vermişti.

 

1968’den 45 yıl sonra bugün Karadeniz’i kendi özerk bölgesi sayan bir özel harp gücü, aynı Sinop’u kendi mülkü ilan edebiliyor. Bu özel harpçilerin bu hafta Halkların Demokratik Kongresi milletvekilleri üzerine saldıkları güruhun her türlü saldırganlığı meşru görebilmesinin asıl zeminini Türkiye’nin bütün ana akım politik partilerinin son 30 yılın savaş iklimi boyunca benimsedikleri tekçi, ırkçı, şöven söylem oluşturuyor. Sinop’ta HDK vekillerini kuşatıp linç havası estirenler arasında parmaklarıyla Bozkurt işareti yapanlar kadar, silah işareti yapanlar da, “Bizler Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykıranlar da, üç hilalli yeşil bayrak taşıyanlar da vardı. Ana akım partilerin hepsi bugün Sinop’taki linç girişiminden ötekileri sorumlu tutarken sonuna kadar haklılar, çünkü hepsi yıllardır hep birlikte kurdukları savaşçı söylemin zehirli meyvelerinin yetişmesinde eşit pay sahibi oldular.

 

Ancak bütün bunlar bu linçin ardındaki özgün unsuru, “düzenleyici eli” görmemizi engellememeli. Sinop’ta HDK vekillerini taşa tutanlar; Samsun’da TKP’lileri, Halkevcileri, 78’lileri HDK niyetine taşlayanlar bu milliyetçi, ırkçı koalisyonun kafasını karıştırdığı emekçiler değildi. Her daim işbaşı yapabilsinler diye “taraftar” derneklerinin ağabeylerince istim üzerinde tutulan çapulculardan oluşan bir güruhun; Hrant Dink’in katlinin simgesi beyaz bereyi bir şeref nişanı gibi taşıyacak kadar akıldan gayri müsellah çocukların Sinop’un ve Karadeniz’in tarihsel eğilimini yansıttığını söylemek kadar büyük haksızlık olamaz Sinop’a da, Samsun’a da. Bu saldırganlığın gerisinde bir özel harp tezgahının, yerel emniyet teşkilatını da pençesine alan bir “kontrollü gerilim” siyasetinin yattığını görememek için sadece Taha Akyol kadar apolejetik olmak, yani milliyetçi saldırganlığa mazeret icat etmeyi meslek edinmiş olmak gerekir.

 

Bay Akyol’a sorarsanız “BDP’lilere bakılırsa, Sinop ve Samsun olaylarını “gladio” yapmış… Bu “gladio, derin devlet”gibi esrarengiz kavramlar Hitler’in “Yahudi komplosu”na, Bolşevizm’in “emperyalizm”ine döndü, her yerde hazır ve nazır! Bir kanıt var mı, yok, yakıştırma sadece.

 

“Sinop ve Samsun olaylarında iktidarın da muhalefetin de görmesi gereken gerçek, toplumdaki gerilimdir. Türkiye’de etnik kutuplaşma o boyutlara gelmiştir ki, en kolay alevlenebilir genç kesimlerde böyle hareketler patlak veriyor!” (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22645693.asp)

 

Aynı Akyol, aynı akılla 2007’de “Zirve Katliamı” sonrasında şunları yazabilmişti:

 

“Önce rahip Santoro, sonra Hrant Dink… Ve şimdi de Malatya’da ‘misyoner’lere karşı vahşi katliam! Bu vahşi cinayetleri aynı ‘gizli el’ yapmıyor; aynı hastalıklı psikoloji yapıyor! Aynı ‘tip’ten gençler aynı saiklerle “düşman” öldürüyorlar!

 

“Her şeyden önce toplumsal yapımız bakımından ‘Ogün Samast’ların az olmadığını dikkate almalıyız. Topluma entegre olmamış, gergin, asosyal tipler… Dünyanın her yerinde bu gruplar aşırı sağ şiddete yatkındır ve farklı bir politik ortamda kolayca sol (goşist) şiddete de kayıvermeler mümkündür… Bunlar mariz duygudaşlıklarla kolayca çetemsi yahut tam çeteleşmiş küçük topluluklar oluşturuyor…”(http://www.milliyet.com.tr/2007/04/20/yazar/akyol.html)

 

Oysa bu operasyonlara bizzat maruz kalmış olan dönemin Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir bambaşka bir gözlemde bulunuyor:

 

“Dink davası, TAYAD olayları ve Rahip Santoro olayında mahkeme süreçlerine baktığımız zaman; sadece tetikçi durumunda olan kişiler mahkemelerde cezalandırılmış, perde arkasında kimlerin olduğu hususu hiçbir zaman ortaya çıkarılamamıştır.”

 

“Trabzon’da yaşanan olaylar elbette benim de yöneticilik alanında deneyimlerimi artırdı. Kontrgerillanın devlet teşkilatı içindeki etkinliğini ondan sonraki süreçte daha iyi değerlendirebildim. Trabzon’da yaşanan olayların tesadüfi olmadığını ve devlet teşkilatı içinde yuvalanmış kontrgerilla tarafından tezgahlandığını düşünüyorum.“
(http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=66194)

 

Karadeniz’in sırtına musallat olmuş, halkın duyarlıklarını emen, insan kanından beslenen, insan eti yiyen bir Gladyo çetesi AKP iktidarı altında da icrai sanat eylemeye devam ediyor. Türkiye’nin geleceğine meydan okuyor. Ama ne özel olarak Sinop, ne de Karadeniz bölgesi özel harpçiliğin özerk bölgesidir, ne de öyle kalacaktır. Karadeniz’in kentleri, dağları, kırları, suları, denizi Karadeniz’in emekçi halklarınındır; Onlar da barışa Kürtler kadar, Türkiye’nin öteki halkları kadar aç, onlar kadar susuz, onlar kadar muhtaçtırlar. Onlar da Türkiye’yi kasıp kavuran tekçilikten, asimilasyondan ve tenkilden mağdurdurlar. Karadeniz’in yoksullarının kaderi Kürdistan’ın yoksullarının üzerine asker olarak sürülmek, asker dönüşü ırkçı çetelere yazılmak olamaz.
Bu çete bugün, ve bu Kürtlere karşı savaştan doğmuş da değildir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de boğduran Kayıkçı Kahyası Yahya’dan, Karadeniz otokton halklarını, Rumları, Ermenileri, Lazları, şiddet, yağma, tecavüz ve katliamla yerinden yurdundan ederek malına mülküne konma geleneğini bu topraklara bulaştıran Topal Osman’dan başlayarak bugüne sarkan bir “devlet terörizmi” mirasından söz ediyoruz. O nedenle, kimse bizden “bunlar milliyetçi çocuklar, hepsi o yüzden” masalına kanmamızı beklemesin. Bu kadim yönetim geleneğinin bir gayri resmi istihdam kapısı haline getirdiği devlet çeteciliği için daimi bir insan kaynağını koruma amacıyla sürekli yanar halde tutulan bir ocak bu çete geleneği. Karadeniz’in “milliyetçiliği” denen şey bundan ibarettir. İnsanın Karadenizlilerin Türkiye’nin bir başka yerine nispetle ırkçılığa daha çok layık, ya da yatkın olduğuna inanması için bir beyni olmasına gerek yok. Bunun için ırkçılığın doğuştan olduğuna inanması, yani ırkçı olması yeter.

 

Bu geleneği Karadeniz’in toplumsal-politik kültüründen temizlemek için parmaklarını kıpırdatmayan Türkiye’nin hakim ve yaygın politik güçlerinin, Sinop’taki saldırı dolayısıyla bir başka “Madımak” korkusu ve utancıyla titreyecek ve birbirlerini suçlamakla yetinmek yerine kendilerine sormaları gerekir: “Nasıl oldu da hepimiz birbirimize benzedik? Nasıl oldu da, bir çetenin parti teşkilatlarımızın orta yerine tezgah açmasına rıza gösterdik ve ipimizi onlara teslim ettik?” diye.

 

Türkiye’nin politika dünyasının, bu çetenin operasyonlarının beslendiği ırkçılık ve şovenizm gübreliğini eşelemeye son vermedikçe, “bu çocukları kim kışkırttı” diye boş yere kafasını kaşımasına gerek yok. Rakiplerinin kendilerine uzattığı, beyaz berelilere “gaz verirken” çekilmiş fotoğraflarına bakmaları yeter.

 

Radikal İki, 24.02.2012