Ertuğrul Kürkçü
Küba Devrimi, yarım yüzyılı geride bıraktı. Adanın ABD karşısında SSCB olmasa devrimi sürdüremeyeceği söyleniyordu.10 ABD başkanını eskiten devrim SSCB çöktükten sonra da ayakta. Ertuğrul Kürkçü’nün makalesi Küba Devriminin özgünlüğünü yorumluyor.
Bu yazı 1989’da Küba devrimi henüz 30 yaşındayken Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi için “Castroculuk’un Olumlu Anlamı” başlığıyla kaleme alınmıştı. Küba Devrimi’nin bu yazı yazıldıktan 20 yıl sonra da ayakta kalmaya devam etmesinin onun kendine özgülüklerinden biri olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Elbette, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından giderek daha çok güç kazanan özgürlükçü ve çoğulcu bir sosyalizm yorumu ışığında Küba Devrimi’nin de sınırları ve kısıtları daha belirginleşiyor. Ama Küba Devrimi’nin Latin Amerika’nın yoksul ve emekçi halkları, dünyanın her yerinde ABD egemenliğinden kurtuluş için mücadele eden halklar için hala en güçlü esin kaynaklarından biri olmaya devam etmesinin de bir açıklaması olmalı. Aşağıdakiler bu doğrultuda bir açıklama girişimi olarak okunmalı.
Ernesto Che Guevara, “Küba Bir İstisna mı Yoksa Öncü mü” başlıklı bir Küba Devrimi değerlendirmesinde, devrimin genel yasallıkları yanı sıra kimi özgül özelliklerinin de bulunduğunu dile getirirken, “ilk, belki de en önemli ve orijinal etken Fidel Castro Ruz’un kendisidir”, diye yazmıştı. Devrimin tarihine içeriden bir bakış yalnızca Che’nin bu yargısını doğrulamakla kalmaz, Castro’nun devrimin önderliğinin tüm tarihsel gelişmesini kendi kişiliğinde cisimleştirmiş olduğuna ilişkin de pek çok kanıt sunar.
Küba Devrimi’nde önderliğin özgünlüğü
Birbirlerini izleyerek emperyalizmin sömürge sisteminin çöküşünü sağlayan tüm devrimler arasında Küba’nınkini özgün kılan yönlerden birinin önderliğin tarihsel evrimi olduğu söylenebilir.
Küba’da devrim Fidel Castro’nun deyimiyle bir “ulusal kurtuluş devrimi”nden sosyalist devrime doğru evrilirken, Moncada Kışlası baskınını gerçekleştiren Movimiento’dan sağ kalanların oluşturduğu önderlik de devrimci demokratizmden sosyalizme doğru açılarak öteki “ulusal kurtuluş devrimleri”nde aşağı yukarı eşbiçimlilik gösteren, gelişme eğilimlerinden farklılaşmıştı. Örneğin, Çin’de, Vietnam’da başka birçok Asya ve Afrika ülkesinde devrimin ulusal bağımsızlık ve halk egemenliği talebi ile geliştiği “devrimci demokratik” ya da “burjuva demokratik” evresinde genel olarak küçük burjuvazi ya da milli burjuvazinin örgütsel ve ideolojik hegemonyası hüküm sürer, devrimin emperyalist sistemle çelişkilerinin derinleşmeye başladığı momentte, komünist hareket genel ulusal demokratik kamptan kopup demokratik talepleri mantıksal sonuçlarına ulaştırırken sosyalist talepleri gerçekleştirmek üzere ileri doğru atılırdı. Bu neredeyse bir tarihsel yasallık halini almıştı. Küba devrimindeyse gelişme bütünüyle farklı bir doğrultu izledi.
Öncelikle, bütün devrim süreci boyunca Küba’da 26 Temmuz Hareketi dışında bir başka “ulusal kurtuluş” hareketi belirmiş değildi. Öte yandan Küba’da Komünist Partisi de Çin, Vietnam vb. ülkelerin Komünist Partilerinden farklı olarak devrim sürecinin gelişmesinde önderliği üstlenmeye kalkışmamış, Moncada Kışlası baskınını onaylamamış, 26 Temmuz Hareketi’nin “Granma” çıkartması ile başlattığı gerilla mücadelesiyle çok uzun bir süre ilgilenmek gereğini duymamıştı. Devrimin önderleri Fidel ve Raul Castro kardeşler, Camilo Cienfuegos, Frank Pais, Che Guevara ve diğerleri bütünüyle Komünist Parti geleneği dışında yetişmiş devrimcilerdi. Dünya proleter devrimleri tecrübesinden çok Küba’nın özgül devrimci deneyiminden esinlenmişlerdi. Marksizmle temasları ise Küba’daki komünist hareketle örgütsel ve ideolojik bir bağ kurmaktan çok, Marksist klasiklerin bağımsız olarak okunmasından ileri geliyordu.
“Devrimci demokrasi”den komünizme
Daha önemlisi, 26 Temmuz Hareketi kendisini ilke olarak “Marksist” diye tanımlamış değildi. Özetle, Küba Devrimi’nin öncü gücü olan 26 Temmuz Hareketi kendisini özgül olarak Küba işçi sınıfının değil, ABD emperyalizmi ve Batista oligarşisi karşısında tüm Küba ulusunun ortak çıkarlarının sözcüsü addeden asli karakteri itibarıyla devrimci demokratik bir hareket olarak doğdu.
Beri yandan 26 Temmuz Hareketi üyeleri ve özel olarak da hareketin beyni ve ruhu olan Fidel Castro’nun ideolojik yapısı, sömürgelerdeki öteki “ulusal kurtuluşcu” hareketlerden farklı olarak Marksizmle ideolojik ve siyasal bir çatışma mirasına dayanıyor da değildi. Hareketin üyelerinin çoğu, üniversite eğitimleri sırasında Marksizmle tanıştıkları gibi, antikomünizmle aralarında sürekli olarak bir mesafe bırakmışlardı. Moncada baskını sonrasında da hapishanede ve sürgünde bağımsız komünistleri aralarına almakta pek tereddüt etmemişler, Ernesto Che Guevara ile böyle ilişki kurmuşlardı. Bununla birlikte bu ideolojik olarak sola doğru açık devrimci demokratizm, devrim için ikinci defa yola koyulduğunda hareketin karakterinin değişmiş olduğuna dair hiçbir belirti ortaya koymadı. Ne. Havana Deklerasyonu ne başka bir bildiri ya da belgede önderliğin sosyalist yönelimi hakkında hiçbir açıklama da bulunulmuş değildi. Kaldı ki, devrimin karakteri hakkında devrimden hemen sonra ABD’de bir açıklama yapan Fidel Castro kendi ağzıyla “komünist olmadığını” belirtmeyi gerekli görmüştü.
Ancak devrimin ulusal ve demokratik siyasal hedeflerine ulaştırılmasının ardından devrimin temel dayanağı olan işçi sınıfı ve köylülerin toplumsal ve ekonomik taleplerinin gerçekleştirilmesine sıra geldiğinde kapitalist mülkiyete müdahale zorunluluğu devrimin burjuvalar ve toprak sahipleriyle kurmuş olduğu ittifak temelini parçaladı ve önderliğin özgünlüğü bu momentte kendisini açığa vurdu. Devrimci önderlik, demokratik evre tükenip, proleterlerin, yarı proleterlerin ve yoksul köylülerin özlem ve taleplerinin doğrudan takipçiliğini üstlenirken Küba Komünist Partisi ile yakınlaşmaya başladı ve kendi içinde ciddi bir kopuşa uğramaksızın açıkça sosyalist bir konum aldı. Bu geçiş sürecinin kilit unsuru olarak Fidel Castro, ulusal kurtuluş devrimi ile sosyalist devrimi, her iki evrenin dolaysız sözcülüğünü üstlenerek birbirine bağlayan istisnai bir tarihsel rolün üstesinden gelmeyi başarabildi. Bu andan başlayarak Fidel, bir ulusal önderden çok daha yüksek bir kapasite ile sosyalist hareket içinde özgün bir işlevi yerine getirmeye başladı.
Bir tavır olarak “Castroculuk”
Marksist teori ve siyaset açısından bakıldığında Fidel Castro’nun işlevinin belirgin bir biçimde teorik olmadığı kolayca görülebilir. Marksist harekette doğrudan doğruya Fidel Castro’ya özgü bir teorik katkıdan söz edilmekte değildir, ancak zaman zaman “Castroculuk” yada “Castrizm” diye anılan bir ideolojiye atıfta bulunulduğu görülür. Ne var ki, bu “Castroculuk” daha çok burjuva iletişim araçlarının dilinde Küba Devriminin özgül gelişme çizgisini emperyalizme bağımlı tüm ülkelerdeki kurtuluş mücadelesi için bir model ve bir tarihsel yasallık olarak gören silahlı hareketlerin keyfi bir biçimde böyle adlandırılmasından fazla bir anlam taşımaz. Bir başka yandan liberter basında da “Castroculuk” Latin Amerika’da devrimci hareketi hegemonyası altına alan bir tür “pederşahi bürokratizm”e ilişkin bir niteleme halini alır. Gerçi, bu uygun olmayan adlandırmalar bir yana, Küba Devrimi’nde Fidel Castro aracılığı ile temsil edilen bir dizi özelliğin onun adıyla anılmayı hakettiği söylenebilir. Bu bakımdan yaygın pejoratif kullanımının ötesinde olumlu bir “Castroculuk”tan bir ideoloji olarak değilse de dünya ölçeğindeki etkileri dolayısıyla sosyalist mücadele içinde “klasik” olandan ayrılan bir davranış çizgisi, bir tavır alış olarak söz edilebilir.
Fidel Castro ve yeniden kurulan Küba Komünist Partisi uluslararası hareket içinde daha çok ’60’lar ve ’70’lerde özgün bir rol oynamış olsalar da Castro’nun çehresinde ifadesini bulan devrimci Küba imgesi, ’80’ler dünyasında komünizmin devrimci kalabildiği bir izi sürmemizi mümkün kılar.
Komünist Partisi ve kitleler
Bu, olumlu “Castroculuk”un göreli değeri, iktidardaki “klasik” Komünist Partilerin yerleşik davranış kalıplarından birkaç düzeyde kararlı ve kasıtlı kopuşundan ileri gelir. Bu anlamda “Castroculuk”un kendisini kuvvetle duyurduğu birinci alan Komünist Parti önderliği ile kitleler arasındaki ilişkidir. Küba Devrimi dışında tüm sosyalist devrimler devletle iç içe geçen ve hızla bürokratikleşen partilerin yığınların özlemlerinden hızla kopup birer “savaş örgütü” olmaktan çıkarak “düzen örgütü”ne dönüşmesiyle sonuçlanmıştı. Oysa Küba’da önderlik temel önemdeki tüm kararların alınışını kitlesel kampanyalara dönüştürerek hem kitleler hem parti için sürekli bir geri besleme mekanizması oluşturmayı başardı. Yerel yönetimler düzeyinden, ulusal ve uluslararası kararlara varıncaya kadar her konu, bir yandan “halk iktidarı” örgütlerinde tartışılarak karara bağlanırken, Fidel’in Havana ve öteki kentlerdeki ünlü konuşmaları ile de bu kararların paylaşılması için dolaysız bir temas kurumu sağlandı. Bu ilişki, Küba önderliğinin bürokratikleşme hızının asgaride tutulmasının en önemli etkenlerinden biri oldu.
“Castroculuk’un olumlu anlamını tartmamızı sağlayan bir başka ölçüt, sosyalist kuruluş sürecinde maddi özendiricilerin rasyonel öneminin kabul edilmesine karşın, sürecin ana halkası olarak manevi değerlerin yaratılması ve korunmasının kazanmış olduğu önceliktir.
Fidel Castro’nun ağzından “Hiçbir zaman insanların yürekleri ve zihinlerinde dolar işareti ile damgalanmış bir komünist vicdan oluşturmayacağız” biçiminde ifade edilen bu tutum ya da özlem, parti önderliğinin maddi refahın paylaşılmasından bilinçli bir geri çekilişle, daha çok manevi kalkınmanın hem neden hem de sonuçlarından yararlanarak sürecin önderliğine sahip çıkmasını sağladı. Böylece sürekli olarak kitlelere danışan, onlardan beslenen ve onları besleyen bir ilişki mekanizmasıyla parti, yasal muhalefetin olmadığı koşullarda kitlelerin nabzını elinde tutabileceği özel bir ilişki imkanı yaratarak halk ile önderlik arasındaki kopuşmayı önleyebildi. “Castroculuk”a yüklenebilecek olumlu bir anlam öncelikle böyle liderlik kavrayışını dile getirir.
Manevi kurtuluşa biçilen değer
“Castroculuk”un içinde gerçekleştiği ikinci düzey, sosyalist inşa sürecinin, maddi refah unsurlarının durmaksızın hesaplanıp sayıldığı, insanların gözünün tüketim hırsıyla karardığı bir hareket değil, tersine kültürel ve ahlaki olarak “yeni tipte” insanın yaratıldığı bir uluslararası devrim süreci olarak kavranması oldu. Kıt kaynakları ve yetersiz sanayisiyle, sosyalist inşa dönemine “tek ürün tek pazar” ülkesi olma özelliğinden sıyrılamamış olarak giren Küba’da tüketim heveslerinin kışkırtılmasının bir felaket olacağını kavramak özel bir meziyet sayılmayabilirdi. Ancak, Küba’daki sürecin ayırt ediciliği, bunu “otarşik” bir biçimde dünyaya kapanarak değil, tam tersine ABD emperyalizminin yanı başında, Küba’ya karşı özel olarak harekete geçirilmiş ideolojik aygıtlara meydan okuyarak gerçekleştirmiş olmasıydı. Fidel Castro, Küba halkına, Küba’da elde edilmiş olanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğunu hiçbir zaman telkine kalkışmayarak, komünizmin bir “bolluk toplumu” olacağı ilkesini peşinen kabul ederek ve bu bolluk ülkesine ancak bencillikten kurtulmuş, maddi refahı paylaşmakla yetinmeyen her şeyden çok entelektüel mülkiyet ve refahı yeniden üreten ve paylaşan insanların yaratılmasıyla varılabileceğini açıklayarak Küba halkına önderlik etmeye girişti.
Bütün sosyalizm pratiklerinin taşlaşmaya başladığı ’60’ların ortalarında Küba’dan esen bu gürbüz komünizm rüzgârı dünyanın bütün ülkelerinde özellikle komünizmin manevi hegemonyasının kendisini tazelemesine, geleneksel partilerin kendilerini tüketmeye başladıkları bir dönemde bütün bir genç devrimciler kuşağının, yüzlerini komünizme çevirerek yeni bir dünya perspektifine bağlanmalarına yol açtı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul ve geri ülkelerinde olduğu kadar, Avrupa ve ABD’de de Küba Devrimi, kapitalizmle yarış içinde, giderek onun normlarına kendisini alıştırmaya başlamış olan sosyalizme, kapitalizme asıl meydan okuyacağı alanı bir kere daha gözden geçirme, yeni düşünceler üretme esini kazandırdı. Bu noktada Fidel’in bir önder olarak oynadığı adanmış rol, dünya sosyalizmi için de paha biçilmez bir değere sahip.
Tek ülkede komünizmin imkansızlığı
“Castroculuk”un, kendisini “klasik” Komünist Partisi iktidarlarından kopardığı üçüncü düzey Komünist devrim mücadelesinin uluslararası kavranışına ve anlamına ilişkindir. Kökeni itibarıyla Komintern partileri geleneğinden gelmeyen Fidel Castro’nun bu özelliği uluslararası komünist hareketin önderliğinde hak iddia eden partilere karşı sürekli bir eleştirelliği koruyabileceği bir konumu kazanmasını sağladı. Küba ekonomisini ayakta tutabilmek için tek ihraç ürünü şeker ve şeker kamışını dünya fiyatlarının üzerinde bir fiyatla satın alan, ABD emperyalizminin istila tehditleri altında askeri ve ekonomik yardımına gerçekten muhtaç olduğu SSCB karşısında bile Fidel, hiçbir geleneksel partinin göstermiş olmadığı bir ideolojik bağımsızlık örneği ortaya koydu. SSCB’nin komünist bir toplum kurulmasına ilişkin bakış açısını Castro en sert eleştiriye tabi tutan önderdi:
“Komünizm ve sosyalizm bir bakıma birbirleriyle paralel bir biçimde kurulmalıdır. Kendine göre bir süreç icat etmek ve ‘şuraya kadar sosyalizmi kuruyoruz, şu noktadan sonraysa komünizmi kuruyoruz’ demek bir hata, büyük bir hata olabilir. Çünkü, hedeflerimize erişme hırsı içinde komünist insanın gelişim ve oluşumunu ihmal etmememiz ya da tehlikeye atmamamız gerektiği açıktır (…) Bazı ülkelerde komünizmin inşa edilmiş olduğundan sözediliyor. Dahası, bir ülke komünizmi kurmaya hazır olduğunu ilan ettiğinde bütün komünist partileri bunu hep bir ağızdan onayladılar. Ancak, biz alçak gönüllülüğü elden bırakmaksızın, önce şunun bir kere daha gözden geçirilip cevaplanması gerektiğini düşünüyoruz: Sanayileşmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler, yüksek emek üretkenliğine erişmiş ülkelerle emek üretkenliğinden yoksun ülkeler halinde bölünmüş olan bir dünyada üretici güçler ve teknoloji ilkin dünyanın geri kalmış ülkelerinde geliştirilmeksizin her hangi bir ulus tek ülkede komünizmin kurulmasına kalkışabilir mi? (…) Ben sosyalizmin tek ülkede kurulabileceğine komünizmin de belli bir dereceye kadar kurulabileceğine inanıyorum. Ama bir mutlak bolluk formülü olarak komünizm, bu istenmiş ya da kastedilmiş olmasa bile, gelecek yıllarda kendilerini inanılmaz yoksulluktaki ülkelerle ticaret ve pazarlık yaparken bulmaları tehlikesini göze almaksızın tek bir ülkede kurulamaz (…)
“Çevremizde, bizim devrim yaptığımız bir çağda devrim yapma fırsatına ya da talihine sahip olamadıkları için önümüzdeki on yıl içinde bugünkünden daha büyük bir sefalete mahkûm insanlar yaşamaya devam ederken nasıl olur da biz komünizmin yarattığı bu süper bolluk içinde yaşayabiliriz (…) Yoksul, azgelişmiş bir ülke olarak bugünkü görevimiz kendimizi, yoksulluk ve sefaletten kurtarmaktır. Ancak gelecekte başka ülkelerin hala yardımımıza ihtiyacı varken büyük bir refahı hayal etmememiz gerekir. Şimdiden çocuklarımızı öyle yetiştirmeliyiz ki, bütün acil ihtiyaçlarımız karşılandığında hedefimiz sırf bolluğun ötesine geçsin. Başlıca idealimiz ve görevimiz geride kalmış olanlara yardım etmek olmalıdır.”
Devrim savaşçısı olmayana Komünist denmez!
SSCB’yi onaylamaktan daha tutarlı bir enternasyonalizmi temsil eden bu düşünceler yalnızca düşünceler olarak kalmadı. Fidel Castro önderliğindeki Kübalı devrimciler, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki devrimlere o an için ellerinde olan tek şeyi, hayatlarını verdikleri bir idealizm içinde katıldılar ve bunun ideolojik savunucusu oldular. 1960’lar ve ’70’lerin dünyasında “barış içinde birlikte yaşama” ilkesinin bir yansıması olarak kendi egemen sınıflarıyla “barış içinde” yaşama siyaseti güden muhalefetteki “resmi” komünist partileri karşısında Fidel Castro şu itirazı yöneltiyordu: “Bize göre, uluslararası komünist hareket her şeyden önce komünistlerin, devrim savaşçılarının hareketidir. Ve devrim savaşçısı olmayanlara Komünist denemez!”
“Castroculuk” SSCB ve ÇHC’nin tekil devlet çıkarları doğrultusunda uluslararası komünist harekete yön vermeye çalıştıkları ’60’ların ve ’70’ların dünyasında Leninist enternasyonalizm ilkesine yaklaşabilen tek etkili tavır oldu. Kübalı savaşçılar Bolivya’da Ernesto Guevara’nın yanında savaşırken can verdiler. Angola devrimi ABD ve ÇHC tarafından desteklenen karşı devrimci çeteler tarafından çökertilmeye çalışıldığında “Carlotta Harekatı”yla Angola’ya savaşmaya gitmek için tüm Kübalılar gönüllü yazıldılar, Grenada devriminin adayı işgal eden ABD askerleri tarafından ezilmesine, bu ülkede çalışan Kübalı inşaat işçileri gönüllü silahlı direnişle karşılık verdiler.
Küba Devrimi, üzerinden 30 yıl geçtikten sonra da enternasyonalizmin pratik bir hayat tarzı olarak yaşar kaldığı tek örnek; “Castroculuk” kendine özgü bir Marksizm versiyonu olma iddiasını hiç taşımadı ama bu canlılığı mümkün kılan pratiklerin gerisindeki zihniyetin ve moralin Castro’nun adıyla kaydedilmeyi hak ettiğine kuşku yok.
02.01.2009
http://bianet.org/bianet/bianet/111714-havanada-direnen-devrim
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.