Hayat ve barış onların baktığı yerde değil, oğullarının ve kızlarının amaçları peşinde cezaevi kapılarında yürekleri çarpan anne-babaların baktığı yerde.
Ertuğrul Kürkçü
“Bizdeki açlık grevlerini Mahatma Gandhi’nin açlık oruçlarına benzetmek mümkün değildir” buyurmuş Hürriyet’in fetvacıbaşısı Taha Akyol. Gerçi benzetmeye çalışan yok, “açlık orucu” demekle ne demek istediğini anlamak da imkansız ama derler ya “dil ağrıyan dişi kurcalar.” Taha Bey’in bu çapraşık konulara dalması, aslında bir başka örtük soruya yanıt aramasından. Açlık grevleri başladığından beri, aslında onun da aralarında yer aldığı, maksatları “tecrit” siyasetini sürdürmek olanlar grevlerin konusuyla değil meşruluğuyla ilgili bir tartışma yaratma peşindeler.
Meşruiyeti tehdit arayışları önce “yaşam hakkının kutsallığı”na yapılan atıflarla başladı. Ancak, Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu gibi “açlık grevlerine müdahale hakkı”nı savunanların da teslim etmekten kaçınamadıkları gibi “açlık grevi, düşünceyi açıklama ve yaymanın meşru yollarından biridir” görüşü kamuoyunda yaygınlık kazandı. Elbette bu sonuca giderken “açlık grevi”ne tarihsel bir bağlam kazandıran en önemli kişilerden biri olan Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin öncüsü Mahatma Gandhi’nin gölgesi altında kalma endişesi de pek çoğunu açlık grevlerinin meşruiyetini tartışmaktan caydırdı.
Şimdi de şunu işitiyoruz: “Gandhi’nin açlık grevleri silahlı bir terör hareketini desteklemek için” değilmiş! Doğrusu, Gandhi’ye yüklenen ebedi barışçılık, ve mutlak şiddet aleyhtarlığı imgesiyle Gandhi’nin başını çektiği İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelenin hakikati arasında kocaman bir uçurum bulunduğunu söylemeden geçemeyiz.
Antonio Gramsci Hapisane Defterleri’nde şöyle yazar: “(…) Hindistan’ın Britanya’ya karşı mücadelesi üç savaş tarzıyla bilinir: Manevra savaşı, mevzi savaşı ve yeraltı savaşı. Gandhi’nin pasif direnişi mevzi savaşıdır, belirli zamanlarda manevra savaşı başka zamanlarda da yeraltı savaşı halini alır. Boykotlar mevzi savaşları, grevler manevra savaşları, silah ve ve muharip birliklerin hazırlıkları yeraltı savaşıdır. Bir tür komando savaşına bile rastlanabilir (…)”
Gandhi’nin kendisi de “şiddet aleyhtarlığı” söyleminin Hindu-Müslüman çatışmaları baş gösterdiği sırada mücadeleye zarar verdiği eleştirileriyle karşılaştığında şöyle demişti: “Bir zamanlar insanlar beni dinliyorlardı çünkü onlara silaha sahip değilken İngilizlere karşı silahsız mücadele etmenin yollarını göstermiştim […] ama bugün şiddetsizliğimin Hindu-Müslüman ayaklanmalarına çare olmadığı söyleniyor, öyleyse halk özsavunma için silahlansın.”
Hindistan’ın bağımsızlığını “oruç” tutarak kazandığı efsanesinin, Türkiye’de Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ederken hapsedilmiş tutsak açlık grevcilerine hakaret için kullanıldığını duyacak olsa Gandhi herhalde herkesin şu sözünün üzerinde bir kez daha düşünülmesini isterdi: “Eğer ödleklikle şiddet arasında seçim yapmak gerekseydi, şiddeti tavsiye ederdim.”
Gerçi şu sıra açlık grevcilerinin taleplerinin haklılığını savunan kimse Gandhi gibi “şiddet tavsiye” ediyor da değil. Tersine grevcilerin taleplerinin dinlenmesini ve hepsi haklı ve meşru olan bu taleplerin yerine gelmesi için hükümetten yasaya karşı şiddet uygulamaya son vermesini istiyor. “Şiddetsizlik” çağrılarının muhatabı gerçekte hükümettir. Çünkü hükümet şiddet uygulamakla yetinmiyor, şiddeti de yalanla örtüyor.
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun hükümlülere “meslek kimliklerinin ibrazı üzerine, tatil günleri dışında ve çalışma saatleri içinde, bu iş için ayrılan görüşme yerlerinde, konuşulanların duyulamayacağı, ancak güvenlik nedeniyle görülebileceği bir biçimde” avukatları ve noterlerle görüşme hakkı verirken, Bülent Arınç hükümet adına şu -Akyol’un tabiriyle- “şefkat dolu” açıklamayı yapıyor: Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum olan bir insanın (…) hakkındaki karar kesinleşmişse ki Öcalan hakkındaki karar da böyledir, avukatlarıyla bu konuda görüşmesinin uluslararası hukuk çerçevesinde karşılığı yoktur.”
Taha Bey herkese tanınan bir hakkın bir kişi -Abdullah Öcalan- için zor yoluyla ortadan kaldırılmasına değil de kendi hayatlarını bu hakkın iadesi için ortaya koyanları suçluyor: “Silahlı bir terör hareketini destekliyorlar.”
Buradan bakınca açlık grevleri sürecinde Tayyip Erdoğan ve onun “düşman ceza hukuku” uygulayıcıları dışında “silahlı terör hareketi”ne başvuran kimse görünmüyor. Taha Akyol ve benzerleri ise iktidarın kamaştırdığı gözleriyle bu açık yasa ihlalini görmeyerek ve görünmez kılmaya çalışarak açlık grevcilerini yaşamın sonuna doğru iteklemekten başka hiçbir şeye hizmet etmediklerini fark etmiyorlar. Hayat ve barış onların baktığı yerde değil, oğullarının ve kızlarının amaçları peşinde cezaevi kapılarında yürekleri çarpan anne-babaların baktığı yerde.
10.11.2012, Özgür Gündem
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.