Ertuğrul Kürkçü
Bugünün eşitsizlik dünyasının karşısına, göğsünde “Che”nin ölümsüz suretiyle çıkan bir genç 20. yüzyılın son büyük devrimci dalgasıyla özdeşleşen insanın hatırasının kendisini 21. yüzyılın gelmekte olan devrimci dalgasına bağladığını, bilmese de hissediyor…
Aradan kırk bir yıl geçti. Ernesto “Che” Guevara’yı Bolivya’nın Santa Cruz ilinin, La Higuera kasabasındaki ilkokulda kurşuna dizdirenler, geriye bir kırıntısı bile kalmasın diye ölüsünü gizli bir mezara gömseler, onun ayak izlerini takip edeceklere ibret olsun diye 1960’lar sonu dünyasına, morgdaki görüntülerini yaysalar da, tarih başka türlü tecelli etti işte…
ABD’den Arjantin’e göç etmiş bir aileden gelen, Latin Amerika’yı baştan başa kat edip, Guatemala’da ABD işgaline karşı koyan devrimcilerin arasına karışan, Meksika’da Kübalı devrimcilere katılıp, 30 yaşında Sierra Maestra’da commandante, 32 yaşında Havana’da İktisat Bakanı olan, 39 yaşında Bolivya’da bir gerilla foco lideri olarak ölürken katillerine “Ateş et korkak, yalnızca bir insan vuracaksın” diye meydan okuyan Buenos Aires’li bu hekimi, 1960’lar sonu gençliği ve devrimci aydınları yaşamayı ve ölmeyi anlamlı kılabilecek bir hayat tarzı arayışlarının en parlak modeli olabildiği için bağrına bastı. O, çağının statükoyu reddeden bütün aydınları ve gençliği için gerçekleşmiş bütün devrimlerin donduğu, devrimci kahramanların devlet adamlarına dönüştüğü bir tarihsel dönemde, başarılmış bir devrimden sonra devrimci kalmanın bir imkânının hâlâ var olduğunu kanıtlayan canlı bir örnek olduğu için de devrimciliğin çağdaş ahlaki modeliydi.
Uluslararası devrim
“Che”‘nin kendi çağının devrimcileri için önemi yalnızca bu yüksek insani ve entelektüel niteliklerinde değil, iki kutuplu “detant” –”Soğuk Barış”- statükosunda “emperyalist dünya sistemi”ne karşı dünya çapında bir devrim hedefini yükselten biricik anlamlı çağrının da sahibi olmasındaydı.
16 Nisan 1967’de OSPAAAL (Asya Afrika ve Latin Amerika Halkları Dayanışma Örgütü) yayın organı Tricontinental (Üç Kıta) dergisinde yayınlanan mesajında “Che” önerisini ana hatlarıyla şöyle özetlemişti:
“En sağlam kalesi olan ABD tarafından uygulanan baskıyı silahlı mücadeleyle ortadan kaldırarak emperyalizmin topyekûn çökertilmesi!”
Bu stratejik hedefin “taktik” ana halkası ise şuydu:
“Halkların teker teker ya da gruplar halinde tedricen kurtarılmasını sağlamak”, “düşmanı bütün ikmal üslerinden, yani kendisine bağımlı topraklardan yoksun bırakarak kendi topraklarından uzakta zorlu bir savaşa sürüklemek”.
“Che”, “bir dünya sistemi olduğundan ötürü”, “kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin dünya ölçeğindeki bir kapışma ile yenilmesi gerektiği”ni ileri sürerken de 1930’lardan beri dünya komünist hareketinin gündeminden kaldırılmış olan, “her yerel devrime uluslararası ölçekte bir devrimci sürecin bir parçası olarak yaklaşma” ilkesini ihya ediyor ve devrimcileri 1917 Ekim Devrimi’nden bu yana ilk kez sosyalist devrimin uluslararası niteliği üzerine yeniden düşünmeye çağırıyordu.
Kesintisiz devrim
Öte yandan “Che” kendi çağında neredeyse bir tür “komünist” dogma halini almış olan “aşamalı devrim” –önce milli ve demokratik, sonra sosyalist”- şablonuna karşılık Marksist geleneğin 1848 devrimlerinden çıkarken kurduğu “kesintisiz devrim” yaklaşımını da ihya ediyordu. Geleneksel Komünist partilerin (KP) “demokratik” ve “antiemperyalist” ittifaklar dolayımıyla, “milli burjuvazilerin desteğini alarak önce demokratik bir devrim gerçekleştirme, daha sonra sosyalizme yönelme stratejilerine “Che” şöyle karşılık vermişti Tricontinental’e mesajında:
“…Yerel burjuvaziler emperyalizme karşı koyacak güçlerini –eğer hiç var olmuşsa- bütünüyle tüketmişlerdir… Yapılacak başka bir şey yok, ya sosyalist devrim [yapacağız] ya da bir devrim karikatürü…”
Bu çağrının peşinden giden yüz binlerce insanın çabaları emperyalizmi “bir dünya sistemi” olmaktan çıkarmaya yetmedi. 1970’ler ve 80’ler bazı kısmi zaferlere karşın “Che”nin yolunu izleyenleri program hedeflerine ulaştırmadı. Aralarında arkadaşlarımızın, Türkiyeli devrimcilerin de olduğu farklı halklardan pek çok devrimci İran’da, Filistin’de, Oman’da, Sri Lanka’da, Bolivya’da Venezüalla’da, Uruguay’da, Paraguay’da, İspanya’da, Bask’ta, dünyanın bütün kıtalarında Ariel Dorfman’ın deyimiyle “kendilerini bekleyen kurşunlar”la, darağaçlarıyla buluştular, işkencehanelerde, sorgu merkezlerinde azap çektiler, ceza evlerinde uzun esaret yılları geçirdiler… Her yerde Amerikan harp doktrinleriyle yetişmiş generallerin çizmeleri, genç kadın ve erkek devrimcilerin, emekçilerin, yoksulların bedenleri üzerinde tepindi…
Ama tarihin cilvesine bakın: 41 yıl sonra yalnızca Bolivya’dakiler değil, Arjantin’dekiler, Şili’dekiler, Brezilya’dakiler, Venezüella’dakiler, Uruguay’dakiler, Paraguay’dakiler, Peru’dakiler ve diğerleri, Latin Amerika’nın, Akdeniz’in, Asya’nın bütün askeri diktatörleri ve oligarkları da gittiler- cehenneme ya da hapisaneye… Vallegrande morgunda “Che”‘nin cansız bedeni başında onu delik deşik eden mermilerin izlerini parmağıyla gösteren Bolivyalı subayların esamisi okunmuyor artık ama “Che” şimdi her yerde, Alberto Korda’nın 1960’ta çektiği bereli fotoğrafı her yerden bize bakıyor… Dünyanın bütün ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de, “Che” tişörtlerin bağrında, anahtarlık ve takıların ucunda, sigara paketlerinde, “içerseniz ölürsünüz” uyarısının yanı başında, içki şişelerinin etiketlerinde, video-kliplerde, posterlerde, resim-heykel sergilerinde, fotoğraf yıllıklarında, çorap, kemer, diş fırçası, terlik ve akla gelecek ya da gelemeyecek her tür ticari nesnenin bir yerinde, onu görebilirsiniz, görebiliriz…
Ariel Dorfman, TIME dergisinin 20. yüzyılın en önemli yüz insanı arasında gösterdiği “Che” Guevara için yazdığı makalede bu paradoksal ve ironik durumu şöyle açıklıyordu:
“Boylu boyunca bir siniklik, çıkar ve çılgın tüketim dünyasına gömülmüş oldukları için asla onun ayak izlerini takip etmeyecek olanların gözünde hiçbir şey ‘Che’nin maddi refaha ve gündelik arzulara sırt çevirişi kadar hoş olamaz. ‘Che’yi bu kadar çekici kılanın, onun bize bu kadar uzak, onun hayatını tekrar etmenin imkânsızlığının bu kadar aşikâr oluşu olduğunu söyleyebiliriz.”
Gene de dünyanın her yerinde kadın/erkek yüz binlerce milyonlarca gencin başka herhangi bir popüler politik ikonu değil de “Che”yi göğüslerinin orta yerine yerleştirmelerinde, özentiden, stereotip düşkünlüüğünden, “Che”nin artık zararsız bir imge haline geldiği bilgisinin sağladığı güvenden başka bir şey arayamaz mıyız?
Neden, örneğin, ABD’de yüzbinlerce genç tişörtlerinde J(ohn) F(itzgerald) K(ennedy), ya da George Washington imgesiyle dolaşmıyor, neden örneğin hiçbir faşistin, hiçbir liberalin imgesini kendisiyle bağlamak için en ufak bir arzu duymuyor dünyanın hiçbir yerinde hiçbir genç insan; neden liberal hediyelik eşya imalatçıları, liberal bir kahramanın (öyle biri varsa eğer) anahtarlıkların ucundan bize bakmaları için yardımcı olmuyorlar? Neden “Che”den başkası para etmiyor acaba?
Belki de tılsım başka bir yerdedir!
1968’de, eski kuşaklar, “Che”nin çağrısına kulak kabartanlara dünya ölçeğindeki büyük güç analizlerinden dem vurur, bu güç analizleri her bir ülkede yalnızca sınırlı bir reform imkanına işaret ettiği halde, silahlı mücadeleye girişmenin taktik yanlışlıkları üzerine diskur çekerlerdi. Büyük olasılıkla, “mümkün olan”ın sınırları bu güç analizleriyle çiziliyordu. “Che”nin kahramanca ölümü bu sınırların aşılamazlığının somut bir göstergesiydi onlara göre. Öyleyse, niçin 1968’de bir devrimin hâlâ mümkün olduğuna inanan milyonlarca insan “Che Si!” diyerek bu “yanlış”a onay vermiş olabilirlerdi?
“Che”nin ölümü, dünyayı değiştirmede bireysel insan iradesinin olanaklarının sınırlarına olduğu kadar, bunun içerdiği potansiyellerin çokluğu ve sınır tanımazlığına da işaret ederek, “nesnel” denilen toplumsal süreçlerin “bireysel öznellikler”in organik bir toplamı olduğunu bir kere daha düşünmemize ve bir devrimi istemenin onu başarmaya yetmediğini, ama ancak bir devrimi hakikaten istemenin ve onun için bu dünyadaki bütün çıkarlardan vazgeçebilmenin onun yegâne öznel imkanı olabileceğini somut olarak kavramamıza hizmet ettiği için, kendi çağının en parlak insanlarının bu örneği hayatlarının ilkesi kılmalarına yol açtı. Bu, “Che”nin “emperyalizmi topyekün çökertme” stratejisinde kazandığı en büyük zafer oldu. İnsanları mantıksal bir “yanlış”a tarihsel bir onay vermeye yönelten, bu zaferi kutlama arzusuydu da.
“Che”nin imgesiyle kendi varlıkları arasında bir ilişki kuran genç insanların onun mücadelesinin anlamını gerçekten kavradıklarını ya da bunu devrimler tarihinin içinden okumayı başardıklarını düşünmek çok iyimserlik olurdu. Ama onların “Che”nin hakikatinden tamamen habersiz olduğunu düşünmek için de insanlıktan umudu kesmiş olmak gerekir doğrusu. Bu sınırsız tüketim, marka düşkünlüğü, piyasa idolleriyle örtülü, eşitsizlik ve haksızlık dünyasının karşısına bir sportif eşya firmasının, ya da bir pop ikonun imgesiyle değil, göğsünde “Che”nin ölümsüz suretiyle çıkan bir genç bu dünyaya itiraz ettiğini dile getirmenin en dolaysız, en az dolambaçlı göstergesine başvuruyor. 20. yüzyılın son büyük devrimci dalgasıyla özdeşleşen insanın hatırasının onu 21. yüzyılın gelmekte olan ilk büyük devrimci dalgasına bağladığını, bilmese de hissediyor… “Che” devrimin yüzü, onlar bu yüzü seviyor!
12.10.2008
http://bianet.org/bianet/bianet/110166-devrimin-yuzu-che
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.