Daha çok polis ve askere değil daha çok özgürlüğe, uzlaşmaya, toplumsal örgüte ihtiyacımız var. Egemenlik ve güç sahiplerinin, egemenlik ve güçlerinin sınırlandırılması, halkın gücünün çoğaltılması halkın sesinin yükseltilmesi darbeden ve totaliter rejimden özgürleşmek için en önemli imkan.
Türkiye’deki son darbe girişimi bundan 36 sene önce olmadı. 28 Şubat’ı da darbe sayıyoruz. Çünkü parlamento dışı bir kurum -MGK- tarafından hükümet değişikliği dayatıldı ve gerçekleştirildi. MGK’nin Çiller-Erbakan hükümetini devirdiğini hatırlıyoruz. O yüzden hayatımızdan darbeler hemen hemen hiç çıkmadı desek yeridir.
Benim gözlemlediğim sonuncu darbe girişimi bu. 28 Şubat, 12 Eylül, 12 Mart’ı muhatabı olarak yaşamış, 27 Mayıs’ı bir ortaokul öğrencisi olarak görmüş bir insan olarak şunu söyleyebilirim: Gerçekleşmiş bir darbe kadar başarısız bir darbe de toplumun hayatında ciddi bir kesinti yaratıyor. En önemli sonuç toplumun, toplumsal mücadelenin olağan seyrini kesintiye uğratması; toplumsal hayat dışı mekanizmaların, devletin kurumlarının şiddetinin yurttaşları baskı altına alması…
Başarısız bir darbeyi önlemek için girişilmiş karşı darbe, esasen iktidarı elinde tutanlara hiçbir yasa ile sınırlanmamış zoru uygulama yetkisi veriyor. OHAL ilan etme yetkisinin kendisi çıplak iktidar gücü demek. AKP bu iktidarı ele geçirdi.
Artık, hayatımızdaki en önemli mesele gerçekleşmemiş, akamete uğramış, bastırılmış darbe değil onun ardından gelen karşı darbe.
Darbeyi sadece bir askeri harekatın sonucu olarak görmek darbeler hakkında yanlış bir fikir verebilir bize. Sokaktaki kalabalığın gücüyle, lümpen proleteryanın organize edilmesi ve örgütsüz kitleler üzerinde baskı kurmasıyla veya çeşitli başka mekanizmalar harekete geçirilerek de darbe yapmak mümkün. Bunların hepsi Türkiye’de gerçekleştirildi. Darbenin kendisi kadar darbenin içinde gerçekleştiği ortam da önemli. Genelleme yapmak güç, her darbenin kendi dinamiği, kendi çerçevesi, itici güçleri, karşıtları ve engelleri var.
Bugüne dair en önemli şey, hükümetin karşı darbesinin arkasından başlatılan darbe soruşturmalarının esasen sivil unsurları hedef alıyor olması. Darbenin ardından pek çok üniversite, okul, dersane, hastane, yayın organı, şirket, banka, işyeri, holding, dernek vb kurumlar kapatıldı; hükümet tarafından kontrol altına alındı. Darbeye kalkışan organize gücün dışında giderek sayıları yüz binleri bulmaya başlayan insan saf dışı edildi. Darbenin ertesi günü 2 binden fazla yargıcın meslekten ihraç edildiğini hatırlıyoruz. Bunları askerler ve bürokrasi izledi.
Nerede bir toplumsal, politik, askeri, siyasi, hukuki, ticari kurum ve kuruluş varsa içinde “FETÖ” aranıyor. Bu kapsamda bir milyona yakın insan darbe çevresinde, içinde oldukları gerekçesiyle mağdur edilmiş durumda. Okulsuz, işsiz, gelirsiz ve geçim olanaklarından yoksun kalanlar çok büyük bir mağdur kitlesi oluşturuyor. 40 bine yakın öğrenci ve öğretim görevlisinin mağdur olduğunu, 2 bin 500’ü aşkın gazetecinin işsiz kaldığını biliyoruz. Darbeyi bastırma ve savuşturma uygulamasının kendisi darbe gerçekleşse olabileceklerin bir temsili halini aldı. Eğer darbe başarı kazanmış olsaydı, bugün diğer yüz binlerce insanın başına gelecek olan AKP’lilerin belki hepimizin başına gelecekti. Bugünkü duruma bakıp ‘darbe olsaydı ne olacaktı’yı pekala gözümüzün önüne getirebiliriz.
İster darbe ister karşı darbe, toplumun ve bireylerin özgürlüklerinin herhangi bir yasa tarafından sınırlandırılmamış despot bir zümre tarafından ortadan kaldırılmasını sağlıyor. İster darbe ister darbeyle mücadele adı altında girişilen karşı darbe, bu toplumun hayatından bir an önce çıkarılmasını istediğimiz olağanüstü bir durumdur.
Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL uygulamasından ve karşı darbe koşullarından çıkışın en önemli imkanı toplumun, bunun istenmediğine dair net ve açık işretler vermesi, dahası, despotizme, totaliter baskı rejimine karşı örgütlü bir mücadele ortaya koymasıdır. Daha önce yaşanan darbe dönemlerinden çıkarılacak en önemli ders, halkın hükümete karşı darbeye rızası olmadığına dair net göstergeler ortaya koymasıdır.
Darbe girişimi sonrası en vahim hataların CHP tarafından işlendiğini düşünüyorum. 15 Temmuz sonrası takınılan tutum, idam cezasının geri getirilmesi dahil her şeyi tartışmaya açık olduğunu ifade eden bir genel başkan tarafından, sözüm ona ‘terörle mücadele’ için ‘Ne isteniyorsa vermeye hazırız’ denilerek verilen açık çekin, hiçbir iyi niyete ve toplumsal faydaya yönelik bir projesi olmadığını bildiğimiz AKP hükümetine vaat edilmesi, sadece OHAL’in ebedileşmesine yardımcı olabilir, olacaktır.
Bu ortamdan çıkılması için en önemli imkan, demokrasi, özgürlükler, hukuk devleti, eşitlik ve adalet talebinde bulunan milyonların organize olmasıdır. OHAL’in uzatılmasına gerekçe teşkil edecek olan çatışmalı ortamdan çıkılabilmesi için Kürt halkının taleplerine net ve açık bir yanıt verilmesi, toplumsal muhalefetin de buna yönelik bir tutum alması gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde KCK tarafından yayınlanan ve çatışmasızlığa geri dönüş için her türlü işbirliğine açık olunduğunu ifade eden yaklaşım çok önemli. Bunun mutlaka değerlendirilmesi gerekir. “Topunuz birden gelin. Hiçbirinizle görüşecek bir şeyimiz yok” gibi yaklaşımların aslında tamamen boş bir palavra olduğunu bilecek anlayacak kadar bu toplumun aklı var. Toplumun hükümetten beklediği, bu tür böbürlenmeler efelenmeler değil, içinde güvenlik kadar özgürlüğün de gerçekleşebileceği uzlaşma koşullarının yaratılabilmesidir. Şimdiki durumdan çıkılması için en önemli imkanın OHAL mağdurlarının, itirazlarını dolaylı biçimlerde de olsa ifade etmeye başlamaları, demokrasi güçlerinin de şimdi gerçekleştirmeye başladıkları ortaklık ve ittifakları derinleştirilmesi olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de bir daha darbe yaşanmaması için en önemli imkan darbelerin gerçekleşme şart ve nedenlerini doğru analiz etmektir. Bence, birinci neden devletin elinde birikmiş olan aşırı güç kapasitesidir. İkincisi de bu güç kapasitesinin keyfi bir biçimde harekete geçirilebileceği kadar büyük bir özerkliğin güvenlik ve savunma güçlerine, ordu ve polise verilmiş olmasıdır.
Darbenin nedeninin, örneğin, kışlaların şehir içerisinde olması olduğunu düşünmek kadar aptalca bir şey olamaz. Kışlaları şehirlerin en uzak yerlerine koyun, bazı şehirlerden kışlaları tamamen kaldırın, çözüm bulamazsınız. Asıl mesele Türkiye’de bir siyasi krizin mevcudiyeti ve bu siyasi krizle baş edebilmek için hükümetin güç kullanmayı başlıca çare olarak görmesidir. Bugün silahlı kuvvetleri tamamen lağvedebilirsiniz. Onun yerine hükümete bağlı polis güçlerine savunma görevi verebilirsiniz, değişen hiçbir şey olmaz. Yine siyasi kriz ve aşırı güç kullanımı dolayısıyla bu sefer polis darbeleriyle karşı karşıya kalırsınız.
En önemli mesele çatışma ve kriz dinamiklerini ortadan kaldırmak ya da etkisizleştirmek. Bunun için Kürt meselesinin çözülmesi, yolsuzlukların önlenmesi, Türkiye halkları ile Türkiye’yi yönetenler arasındaki büyük gelir farklılıklarını ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek şart. Böylelikle hiç değilse sosyal çatışma ve gerilim dinamiklerini devreden çıkartırsanız, darbenin gerekçesi ve meşru zemini de çok daralmış ve zayıflamış olur. Halkın örgütlenmesinin önünü açmak, yurttaşların örgütlerinin devlet örgütünden daha güçlü ve kapsayıcı olmasını sağlamak, yurttaşların oluşturacakları öz savunma mekanizmalarına meşruiyet tanımak, böylelikle Türkiye’de, bölgede şiddet tekelini elinde tuttuğu için emniyet ve savunma güçlerinin yurttaşlardan çok daha büyük bir yetki ve güç sahibi olmasının önüne geçme, bu kurumların yurttaşları, potansiyel suçlular olarak karşılarına almalarının olanaksızlaştırılması, “düşman” kavramının ülkeye dışarıdan saldıranlarla, “suç” kavramının bireysel ve toplumsal hak ve özgürlüklerin, insan haklarının ihlaliyle sınırlandırılması, onları [asker ve polisi] gerçekte bulunmaları gereken yere iade eder.
Şu an TSK Türkiye’de bir iç savaş düzeni içerisinde toplumda yer alıyor. Gerekmediği kadar asker barındırıyor ve her yerde askerler asayiş önlemlerinin bir parçası olarak şehirlere yerleşiyorlar. Vatan savunmasından ziyade, yurttaşların devlete yönelik protesto ya da itirazlarının bastırılması göreviyle donatılmış durumdalar. Bu ordu ile yurttaşları karşıt ve hasım haline getiriyor, aynı şekilde polis için de şehir merkezlerinde bu durum geçerli. Daha çok polis ve askere değil daha çok özgürlüğe, uzlaşmaya, toplumsal örgüte ihtiyacımız var. Egemenlik ve güç sahiplerinin, egemenlik ve güçlerinin sınırlandırılması, halkın gücünün çoğaltılması halkın sesinin yükseltilmesi darbeden ve totaliter rejimden özgürleşmek için en önemli imkan.
İzmir darbeden doğrudan etkilenen kentlerden birisi değil. Karşı darbe uygulamaları İzmir’i çok tedirgin etse de kent yaşamı ve toplumsal yaşam Ankara, İstanbul ve Diyarbakır’dan daha az hasar gördü. İzmir’in özgürlükçü havasından doğan kendine özgü bir direnme kapasitesi var. Baskıcılığın, totaliterliğin, aşırı güç kullanımının, ultra milliyetçiliğin İzmir’de, toplumda dolaysız kabul görmediğini biliyoruz.
İzmir bu özgürlükçü kapasitesini hem darbeye hem OHAL’e karşı ortaya koymalı. İzmirliler sokaklarda, meydanlarda, özgürlük, eşitlik, adalet ve barış için orada olduklarını göstermeli. İzmir Türkiye’de barışın köprü başı haline gelmeli, Diyarbakır’a uzanacak barış köprüsünün başını tutmalıdır. Zaten öyledir ama bunu belirgin kılmalıdır. İzmirlilerin milletvekili olmanın verdiği ayrıcalık ve gururla bizler de bunu Meclis’te her zaman dile getiriyoruz ve getirmeye devam etmeliyiz.
(http://www.izgazete.net/haber/9337/artik-meselemiz-bastirilmis-darbe-degil-akpnin-karsi-darbesi)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.