TBMM Genel Kurulu’nda konuşan Ertuğrul Kürkçü “5 bin asker ve polisin yani Türkiye’nin yoksul emekçi insanlarının en az bunun 8 katı yoksul emekçiyi öldürmesiyle elde edilecek olan bir huzur, huzur değil, sonu gelmez bir kan deryasıdır. Türkiye karar vermelidir: Ya medeni milletlerin arasında yer alacaktır ya bir haydut devlet olacaktır.” dedi.
HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu kanun maddesi hakkında konuşmamayı tercih ediyorum, bunun sebebini de sizinle paylaşmak isterim. Son on-on beş günde Türkiye ve çevresinde olanları bir arada ele alacak olursak, değerlendirecek olursak, neredeyse Türkiye’nin tarihi ve coğrafyası bakımından tektonik bir değişiklikten geçiyoruz. Yani Türkiye’nin çevresinde ve içinde yer yarılıyor ancak Meclis tamamen tesadüfi bir biçimde önüne gelmiş olan meselelerle ilgileniyormuş gibi yapıyor. Buna son vermek ve uykudan uyanmak zorundayız. Zaten, esasen iktidarın, yetkinin üçte birini Hükûmete, üçte birini Silahlı Kuvvetler ve Cumhurbaşkanına kaptırmış olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 15 Temmuzdan bu yana elindeki bütün yetkileri doğrudan doğruya yürütmeye ve Cumhurbaşkanına devretmiş durumdadır. Bu açıdan, (TBMM) hiç değilse, fiilen Türkiye’yi yönetemiyor olsa bile lafzen, ruhen, şimdi bizi buradan izleyen yurttaşlarımız karşısında Türkiye’nin dünyada ve bölgedeki değişen yerinin yarattığı büyük çalkantı hakkında bir kanaati olduğunu söyleyebilir, söylemelidir, bunu gündemine almalıdır, bunu almaması düşünülemez.
Bakın, Martın 1’inden beri neler oldu? Türkiye’nin kurucu üyelerinden birisi olduğu Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Anayasa Mahkemesini beklemeden başvuruları değerlendirmeye başlayacağını duyurdu. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Yani, Türkiye artık kendi iç yargı yollarıyla adalet dağıtamayacak bir ülke durumuna düşmüştür uluslararası hukuk karşısında. İki: Venedik Komisyonunun raporunun taslağı düştü ve Venedik Komisyonu raporu der ki: “Türkiye otokrasiye doğru büyük bir hızla kaymaktadır, gitmektedir.” Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Türkiye’yi, Birleşmiş Milletler Ceza Mekanizması yargıçlarından birini yetkisi olmadığı hâlde hapse atmış olmak dolayısıyla Güvenlik Konseyi gündemine aldı ve nihayet dün Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Denetim Komitesi Türkiye’nin 2004’teki duruma iade edilmesi yani demokratik haklar, özgürlükler, hukuk devleti, insan hakları, demokrasi bakımından özürlü, sakatlanmış bir toplum ve devlet konumuna gelmiş olduğu tespitiyle 2004’te Türkiye’den kaldırdığı denetim konumuna Türkiye’yi yeniden iade etme kararı verdi. Ve bu arada bakanlarımız, Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı çeşitli Avrupa ülkelerine karşı son derece sert bir ağız dalaşı içindeler. Yani, Türkiye aslında ait olduğu, kendisini başından beri ait iddia ettiği dünyayla son derece sert bir çatışma içinde.
Şimdi, bu durumda ağır bir krizle karşı karşıya olmadığımızı kim söyleyebilir? Türkiye’nin yüz yıllık demokrasi, insan hakları, adalet, halk egemenliği arayışının sekteye uğradığına, artık bu yolda yürüyen diğer toplumlarla birlikte yürüyemeyeceğine dair son derece sert bir eleştiri ve değerlendirmeyle karşı karşıyayız ve bu eleştiri ve değerlendirme karşısında Meclis hiçbir şey söylemiyor olamaz.
Ve Başbakan dün olağanüstü hâlin üç ay daha devam ettirilmesinden yana, buna kararlı olduklarını ilan etti. Oysa, Denetim Komitesinin Türkiye’nin yeniden denetime iadesi kararı esasen olağanüstü hâl altında işlenmiş bulunan vahim, ağır insan hakları ihlalleriyle ilgilidir ve Türkiye Nisan’ın 24’ünde bu kararla karşı karşıya kalacaktır.
Bir yıldır Dışişleri Bakanlığı ve AKPM Türk Delegasyonu Başkanlığı bu sonuçtan kaçınabilmek için çeşitli mazeretler, çeşitli özürler dile getirdiler. En son, 7 kişilik başvuru komisyonunu gerekçe göstererek bir önceki oturumda bu sonuçtan kaçınabildiler ama bu komisyona henüz bir atama dahi yapılmamış olması, bunun, aslında bir rüşveti kelamdan ileriye gitmediğini herkese gösterdi. Bu şartlar altında şimdi Türkiye bir karara mı gidiyor? Yürütme eliyle şöyle bir karara mı sürükleniyoruz: Türkiye aslında başka bir dünya -bugüne kadar yüz yıllık demokrasi ve insan hakları mücadelesinin kendisini ilişkiye, ortaklığa, dayanışmaya soktuğu âlemle ilişkilerini kopartıp- kendisine başka bir âlem mi arıyor? Eğer böyleyse onun tartışılacağı yer burası. Yürütmenin başını elde tutan dar bir oligarşi, dar bir seçkinler grubu buna karar veremez, Meclis buna el koymalıdır.
Ve bizim tarihsel yürüyüşümüz içerisinde, cumhuriyetin ilanıyla birlikte İstiklal Harbi döneminde Türkiye’yi oluşturan topluluklar stratejik bir kararla İstiklal Harbi’ne girdiler ve cumhuriyeti, Ankara’daki Birinci Meclisi kurdular. Türkler ve Kürtler ve Türkiye’nin bütün toplulukları Sivas ve Erzurum Kongrelerinde ve Ankara’daki Mecliste bir cumhuriyet için, sultanlığa karşı ve hilafete karşı yeni bir toplum için bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmanın akması gereken tarihî yatak 1930’larda bozuldu. Irkçı, despotik bir anlayışla bir millet inşası fikri, Kürtleri bu rejimden yabancılaştırdı.
Şimdi, Türkiye’yi yönetenler, bugün yönetenler bir karar verdiler, dediler ki: “Biz bu anlaşmazlığı aşacağız.” Ve bugün geldiğimiz yer, aslında kuzeyin Kürtlerini aşarak güneyin Kürtleriyle ilişki aramak, Kürtleri aşarak Araplarla ilişki aramak ama Türkiye’yi oluşturan toplulukların yeni bir ortaklık kurmasının karşısında şiddet, zor ve zulümle egemenlik kurmaktan ibaret.
Bugün internet medyasına düşen yeni bir haberle karşı karşıyayız. Önümüzdeki (günlerde) mart ayında, İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı, 16 ilde, sonunda 5 bin güvenlik gücünü kaybetmeyi göze alarak yeni bir güvenlik operasyonu başlatacağını ilan etti.
Sevgili arkadaşlar, otuz yıldır bu çatışmanın içinde yaşıyoruz. 5 bin güvenlik gücünün kaybının hesap edildiği yerde otomatikman bunun vereceği sonuç 5 bin sivilin, 30-40 bin muhalifin ortadan kaldırılacağı anlamına gelir. Yani önümüzdeki birkaç ay içerisinde bir kan banyosunun içine mi gireceğiz, Türkiye böyle bir süreçten mi geçecek? Ben buradan çoğunluk partisine soruyorum: Hakikaten böyle bir hesapla karşı karşıya mıyız? Bu, Türkiye’yi sonu gelmez bir badirenin içine sokacak demektir. 16 ilde ve 81 ilde de bunun sonuçlarını göreceğiz çünkü Türkiye’nin Kürtleri sadece 16 ilde değil; 81 ilde, esasen Türkiye’nin batıdaki en büyük 10 ilinde yaşıyorlar ve oradaki çalkantı, kayıplar, sivil ölümleri, asker ve gerilla ölümleri netice olarak Türkiye’nin her tarafını yerinden oynatır. Bu şartlar altında mı referanduma gideceğiz? Çünkü burada diyor ki, bu plan içerisinde: “Güvenlik kuvvetleriyle iş birliği yapmayı reddeden, ayak sürüyen, isteksiz davrananlar derhâl cezalandırılacak.” Allah’ınızı severseniz “Güvenlik kuvvetleriyle iş birliği yapmakta istekli olmak.” ne demek? Ne demektir bu? Komşusunu ihbar etmek, komşusunu yakalayıp, elini kolunu bağlayıp teslim etmek, onun peşine düşmek, “Yürü.” dendiğinde yürümek, “Arabanı ver.” dendiğinde arabasını vermek, bunlar mı? Bunların yapıldığı bir yerde bir referandumun emniyet içerisinde sürdürülebileceğine kim karar verebilir?
Aslında bu operasyonun gösterdiği gerçek şudur: Olağanüstü hâl altında değil sadece, bir özel operasyon, bir yok etme operasyonu çerçevesinde gidilecek bir referandumda Kürt halkının sandığa gitmesi ve “hayır” demesinin engellenmesi için bir yeni mazarrat çıkartılmak üzere yeni bir karar alınmıştır. Bunun güvenlikle, Türkiye’de asayiş sağlamakla, olağanüstü hâlin icaplarını yerine getirmekle hiçbir ilgisi yoktur. 5 bin asker ve polisin yani Türkiye’nin yoksul emekçi insanlarının en az bunun 8 katı yoksul emekçiyi öldürmesiyle elde edilecek olan bir huzur, huzur değil, sonu gelmez bir kan deryasıdır. Türkiye karar vermelidir: Ya medeni milletlerin arasında yer alacaktır ya bir haydut devlet olacaktır.
NACİ BOSTANCI’ya CEVABEN
Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; uyarı milletvekillerinin birbirlerine karşı görevi. Toplumun dikkatini çekmek, toplumu tartışmaya davet etmek bizim işimiz. Her uyarıya “kışkırtma” veya “tehdit” diye yanıt verecekseniz biz birbirimize hiçbir şey diyemeyiz.
Bakın, ben size ne diyorum: Bilmiyorum, gördünüz mü bu haberi, diyor ki: “Operasyon güçlerine yardımda isteksiz davranan unsurlar gözetim altına alınacak…” vesaire. Şimdi, “Operasyon güçlerine destekte isteksiz davranan unsurlar…” ne demek? Mesela mahallemde operasyon yapılsa işi gücü bırakıp operasyonun peşinde mi koşacağım? Böyle bir şey yok, yurttaşların böyle bir görevi yok. Yurttaşlara onlara ait, onların üstünde olmayan görevler yüklemek ve bu görevleri yerine getirmedikleri gerekçesiyle hepsinin derdest edileceğine, suçlanacaklarına, gözaltına alınacaklarına, cezalandırılacaklarına ve bu cezalandırılma işleri sırasında merhamet edilmeyeceğine dair böyle ibarelerle dolu bir hukuk devleti genelgesi olabilir mi? Osmanlı Devleti’nin fermanlarında bile bu tür ifadeleri bulamazsınız. O yüzden, imdi biz şu soruyla karşı karşıyayız: Hakikaten, Kürt halkının milyonlarca yaşadığı bir bölgede bu tür “Yardımda isteksiz davrandı.”, “Bana haber vermedi.” vesaire gerekçesiyle insanlara karşı yaptırım uygulanacak ise eğer bunun nerede biteceğini biliyoruz 1990’lardan. Bütün bunlardan ötürü özür dilemedik mi? Bu tür komisyonlar kuruldu, başına bir tanesinin de siz geçmediniz mi? Buralardan geçip gelmedik mi buraya? Şimdi, yeniden 1990’lara değil 1930’lara iade oluyoruz, farkında mısınız? Buna dikkat çekmek istiyorum.
‘]
‘]
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.