Kürkçü, TBMM Genel Kurulu’nda mültecilerle ilgili yaptığı konuşmada “Suriyelileri mademki kendi dış siyasetiniz dolayısıyla Türkiye’ye çağırdınız, davet ettiniz, o zaman bu ceremeyi çekeceğiz, ekmeği paylaşacağız.” dedi.
HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu uluslararası anlaşmalar bağlamında ben özellikle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Arasında Ev Sahibi Ülke Anlaşması ile Anlaşmada Değişiklik Yapılmasına İlişkin Notaların Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu üzerine partimizin görüşlerini ifade etmek istiyorum.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Türkiye’deki faaliyet alanını, etkinlik miktarını ve ilgilendiği meselelerin sayısını ve hacmini genişleten böyle bir anlaşmanın olması iyidir, bunu onaylıyoruz çünkü hakikaten başa çıkılması gereken mesele miktarı her yıl daha fazla artıyor ve daha da karmaşıklaşıyor. Ancak bu açıdan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin kendi başına yapacağı işlerin bir sınırı var. Çünkü özellikle Suriye iç savaşı sonrasında Türkiye’nin de müdahaleleri, sürece aktif olarak taraf olması, göçü kimi zaman özendirmesi, kimi zaman mülteci topluluklarının manipülasyonu yoluyla kimi etkiler elde edebileceği zannıyla geliştirdiği bu göç karşısında şu an Hükûmet ve devlet ne yapacağını tam olarak bilemez durumda yani kendi dış politikasının açmazlarıyla bir iç mesele olarak yüz yüze.
Türkiye’de 3 milyonu aşkın mülteci olduğunu biliyoruz fakat bunlara biz “mülteci” diyoruz, Türkiye Cumhuriyeti yasaları bunlara “mülteci” demeye elvermiyor. Bizim elimizde iki yasa var; birincisi, 1930’larda çıkarılmış olan İskân Yasası. Bu İskân Yasası esasen Türkiye’ye yalnızca Türk soyluların gelişine kapıyı açıyor, onlara eşit yurttaşlık hakkı tanıyor. İkincisi de 1951’de imzalanan Cenevre Sözleşmesi dolayısıyla Avrupa’dan gelen göçler ve bunlara tanınan eşit yurttaşlık statüsü. Şu an Türkiye’deki yeni dalgayla gelen 3-3,5 milyon insan geçici koruma statüsü altında ve misafirler. Aslında mevzuat gereğince bir üçüncü ülkeye de gitmeleri gerekiyor, burada ebediyen kalamazlar. Ya yasalar değişecek ya onlar gidecekler. O yüzden zaten şimdi Afrin’e hücum sırasında sık sık bu hücumun bir özendiricisi olarak “Suriyelileri memleketine götüreceğiz.” deniyor ama o Suriyeliler Afrin’den gelmediler; onlar Rakka’dan, İdlib’den, başka yerlerden geldiler ve Afrin onların yeri değil. Onlar zeytinci değiller; onlar tarımcılar, tüccarlar, öğrenciler, orada bir işleri yok, oraya yerleşemezler. Bu bile ne bu harekâtı mazur gösterebilir ne de bu göçe bir çare olabilir. Şu an Türkiye’nin özellikle beş şehrinde -Gaziantep, Kilis, Hatay, Urfa, Mardin- demografi neredeyse çok büyük ölçüde, bazı yerlerde tamamen, bazı ilçelerde çok büyük ölçüde, bazı illerde de önemli ölçüde değişti. Türkiye’de yeni bir durum var. Bu yeni durumla başa çıkabilmek bakımından yapılacak işler listesi Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğiyle ortak çalışmayla halledilemeyecek kadar karmaşık.
Milyonlarca çocuk var, milyonlarca kadın var. Kadınlar ve çocuklar bu göç sürecinden en kötü biçimde etkilenenler. Türkiye dışarıya söz söylemek sırası geldiğinde, kısmen de haklı olarak “Biz bu insanlara bakıyoruz, ceremesini çekiyoruz, dolayısıyla bizim daha çok söylemeye hakkımız, serzenişte bulunmaya hakkımız var.” diyor ama sonuç olarak Türkiye’de bu insanlar asude bir hayat yaşamıyorlar. Şu an 1 milyona yakın çocuktan 600 bini okul yüzü görmemiş durumda. Yükseköğrenim çağına gelmiş olanlar üniversiteye giremezler çünkü dil bilmezler. Kadınlar son derece mağduriyetler altındalar, çalışamazlar. Kendilerine tanınan en önemli imkân gizli kapaklı bir ikinci eş olma imkânı. Bunun dışında, eve gelmeyen ekmeği pişirmekle yükümlü binlerce, yüz binlerce kadın var. Büyük şehirlerin sokaklarında mendil satan çocukları hepiniz görüyorsunuz, yaşıyorsunuz bunları. Bunlar asude hayat değil. Yüzde 10’u kamplardadır bu insanların. “Kamplardaki hayat mı, büyük şehrin sokaklarındaki hayat mı?” diye sorsanız, hangisinin iyi olacağına ne bunu yaşayanlar ne onlara dışarıdan bakanlar bir şey diyebilir. Ne orada bir kuru ekmeğe bir çadırda talim etmek ne de hayatını aramak için dilini bilmediği, kendisine dost olmayan bir büyük şehir cangılında ekmek parası peşinde çocuk yaşında koşturmak. Bütün bu trajediyle başa çıkabilmek bakımından belki de bize şunu düşünme fırsatı vermelidir: Birincisi, mülteci statüsünü tanımak, böylelikle onlara eşit yurttaşlık hakkı dolayısıyla eşit yükümlülükler veren adil bir yönetim sağlamak. Bu olabilir mi? Bence bunu düşünmemiz lazım. Samimiyetle bir öz eleştiri borcumuz da olabilir: “Evet, biz böyle söylüyoruz ama biz de genel ilkeleri tekrar etmenin dışında bunun için yerel yönetimlerimizde, kendi etkin olduğumuz çevrelerde etkin bir model ortaya koymayı başaramadık. Ama biz bir partiyiz, biz bir yoksullar hareketiyiz, bizim imkânlarımız sınırlı ancak gönlümüzü yeterince zengin kılıp kılmadığımızdan söz edebiliriz ama devlet zengin, devletin elinde sonsuz sayıda imkân var ve bu imkânlar içerisinden bu insanlara bakacağız.” Çağırmak kolaydı, geri göndermek kolay değil. Beş yıl içerisinde 5 yaşındaki çocuklar 10 yaşında oldular, 10 yaşındaki çocuklar 15 yaşında oldular, 15 yaşındaki çocuklar 20 yaşında oldular. Şimdi, bu insanlar artık hayatlarının en önemli beş yılını geçirdikleri ülkeden kendi doğdukları yere bile gidemezler. Nasıl Türkiye’den Almanya’ya gidenler her yıl dönecekler, hiçbir bir yıl dönemezler, işte onlar da dönemeyecekler. O zaman, onlara hem mültecilik hakkını tanımak hem de bunun peşi sıra eşit yurttaşlık hakkını tanımak hem de eşit ve adil bir biçimde bu yurttaşlara davranmak lazım.
Ben İzmir’de siyasi çalışma yapıyorum. İzmir’in bütün sanayi sitelerine gittiğimde üç kategoriden insan görüyorum. Birinci kategoride ustalar var, ikinci kategoride yerli çıraklar var Türk ya da Kürt, üçüncü kategoride hiç kimsenin görmediği yerlerde, merdiven altlarında çalışan 13-15 yaş arasında kapkara çocuklar var. Bütün işi onlar yapıyor. Şimdi, Türkiye’nin en alt sınıfını bu göçmen işçiler oluşturuyor. Bunların hakkını teslim edebilmek önce hukuklarını teslim etmekle ilgili. O nedenle, ben övünmek yerine bu kadar çok… Biz onları aldık ama siz onları almayı istemiştiniz Suriye’de nüfuz sahibi olmak için; sonuçta, nüfus sahibi oldunuz. Şimdi, bu nüfusa bakmak, bu nüfusu geçindirmek zorundayız, zorundasınız. Bu, işte, var olanların ekmeğini elinden alıyor vesaire. Ha doğarak nüfus artmış ha göç yoluyla artmış; önemli olan, burada yaşayan herkesin bizimle eşit haklara sahip olarak yaşaması.
Şuna da değinip bitireyim: Avrupa Birliğiyle yapılan bu göç anlaşmasının bence ahlaki ve insani olarak son derece yüz kızartıcı bir yanı var. Biz, Almanya’ya okumuş Suriyeli göçmeni veriyoruz ve onların “çöp” addettiği okumamış olanı geri alıyoruz. Bunun karşılığında da 3 milyar dolar pazarlığı yapıyoruz. Şimdi, bu okumuş ve okumamış Suriyelileri mademki kendi dış siyasetiniz dolayısıyla Türkiye’ye çağırdınız, davet ettiniz, o zaman bu ceremeyi çekeceğiz, ekmeği paylaşacağız. Almanlar ekmeğini paylaşıyor, paylaşmıyor tartışması bahsi diğer, uymasaydınız Almanlara, almasaydınız başınıza nüfusu; aldınız, çaresini bulacaksınız.
Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.