TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Milli Savunma Bakanlığı Bütçesi görüşmelerinde HDP adına konuşan Ertuğrul Kürkçü “NATO’nun en yıkıcı birimi Gladio’dur. Bütün 1960’lar, 1970’ler, 1980’ler bu örgütün haklarımıza karşı açtığı savaşla geçti. O yüzden NATO’yla mesele çözecek, NATO’yla hesap göreceksek buradan başlamayı tavsiye ediyorum. Hükümet Gladyo’yu tasfiye için kollarını sıvamadıkça NATO’yla ciddi bir tartışma yapıyor olamaz” dedi.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Bakan, sevgili arkadaşlar, Sayın Başkan; Millî Savunma Bakanlığı bütçesinin tartışılması bağlamında partimizin tutumunu ifade etmek için söz aldım.
Her şeyden önce bu savunma bütçesinin daha önceki yıllara nispetle askerî harcamalarda çok büyük bir artışa gittiğini görüyoruz. Neresinden baksanız Millî Savunma Bakanlığı 40 milyar, Savunma Sanayii Destekleme Fonu 15 milyar, çeşitli vergi kalemlerinden gelecek 5 milyar ve eğer buna savunma ve güvenlik faaliyetlerine katılan diğer birimler, Jandarma Millî İstihbarat Teşkilatı, Sahil Güvenlik Komutanlığı harcamalarını da kattığımızda bütçeden Maliye Bakanlığı dışında en yüksek payı alan bir faaliyetler toplamıyla karşı karşıyayız. Bu bizim için ve Türkiye için bir imkân değil, bir sorun olarak gözüküyor.
Niçin böyle olduğunu anlatmak isterim. Birincisi, askerî harcamalar hiçbir zaman hiçbir yerde toplumun üretken faaliyetini desteklemez; tüketen, yerine hiçbir şey koymayan, halkın ve toplumun tasarruflarından götüren harcamalardır. Bu açıdan hem üretim perspektifi açısından hem barış perspektifi açısından sürekli olarak sorun yaratan harcamalardır. O yüzden, bu harcamaların böyle olağanüstü artışını bize izah edebilecek olan toplumun çok büyük bölümü için geçerli sebeplere ihtiyacımız var. Örneğin, bir istila tehdidi böyle bir geçerli sebep olabilir. Bir uluslararası askerî ambargoyla karşı karşıya kalma, bir dış tecavüz ve benzeri meseleler bunları düşünülebilir kılar.
Ancak benim gördüğüm kadarıyla bunları mazur gösterecek, geçen yıldan bu yıla ya da dört yıl öncesinden bu yıla bunları mazur gösterecek olan herhangi bir tehdit artı şı algısını ben sizin yaptığınız sunuşta görmüyorum. Örneğin, bu tehdit algılarından bir tanesi Fetullah Gülen terör örgütünün yarattığı sorunlar ancak bildiğim kadarıyla sizin ortaya koyduğunuz delillere bakarak bu kalkışmanın tamamen bastırıldığını, bu unsurların saf dışı edildiğini ve bunların kontrolündeki bütün silahların ve askerî birliklerin geri alındığını, bunların Silahlı Kuvvetlerden temizlendiğini görüyoruz. Yani onlarla birlikte tanklar, toplar, tüfekler, gemiler, füze savunma sistemleri, uçaklar, helikopterler gitmiş değil; onlar gitmiş, silahlar orada kalmış. İkincisi, DAİŞ’le mücadele. DAİŞ’le mücadeleye ayrılan kaynakların son derece sınırlı olduğunu biliyoruz ve Suriye için de yapılan harekâtın boyutlarının öngörülen harcamalarla kabili telif olduğu kanısında değiliz.
Bunları kanıtlayan -daha doğrusu böyle bir döküm de yok ama- sosyal haberleşme ortamlarından, basından, diğer analizlerden gördüğümüze göre bu da söz konusu değil.
Geriye kalıyor PKK’yle sürdürülen çatışma. Bu çatışmanın boyutları askerî boyutlarla ölçülemeyecek kadar sert ve şiddetli; tükettiği insan kaynakları, tükettiği mali kaynaklar, tükettiği iktisadi kaynaklar, kültürel kaynaklar bakımından Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi mesele. Fakat çatışma burada bir sonuçtan ibaret ve Türkiye Büyük Millet Meclisi bu çatışmanın sonlandırılması bakımından iki önemli hamle yaptı. Hükûmetin bu iki önemli hamleyi şimdi artık niçin geçerli saymadığını ve savaş opsiyonunu tercih ettiğini ben ikna edici bir biçimde ortaya koyduğunu görmedim. Yaptığı iki hamleden -hatta üç hamleden söz edebiliriz- birincisi, çözüm ve çatışmayı sonlandırma müzakereleri başlatmaktı. İkincisi, çatışma çözümünü güvence altına alan bir yasa Meclisten geçirdi. Bu yasa hâlâ yürürlükte. Aslında sorulması gereken şey bu yasa hükümlerinin niye yerine getirilmediğidir ve nihayet bir komisyon topladı Mecliste ve bu komisyonda süreci analiz etti. Bu komisyonun müktesebatı, yaptığı işler toplamı Meclis tutanakları içerisinde var.
Burada komisyon süregiden çatışmanın salt askerî sebeplerle açıklanamayacağı, bunun tarihsel, politik, toplumsal, kültürel bir gerilimin ürünü olduğunu ve bu gerilimi bertaraf etmek için çok boyutlu faaliyetler göstermek gerektiğini ortaya koydu. Siz de çok iyi biliyorsunuz, partimiz de bu süreçte gönüllü olarak ve çatışan taraflar arasında Hükûmetin çeşitli kuruluşlarının bilgisi dâhilinde bilgi değiş tokuşu yaptı, tasarruflarda bulundu ve nihayet 28 Şubat 2015’te bir çözüm deklarasyonu Hükûmetiniz ile Halkların Demokrat Partisi temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda, Dolmabahçe’de deklare edildi. Şimdi, bunun terk edilişi ve kaynakların çatışmaya tahsisi bakımından ne olduğuna dair, ne toplum ne Meclis ne çeşitli politik güçler yeterince bilgilendirilmiş değildir.
Apansız başlayan bir çatışma süreciyle karşı karşıya kaldık ve bu çok büyük ölçüde bizim tarafımızdan 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçlarıyla ilişkilendirilmektedir. Çünkü bu seçim sonuçlarıyla birlikte iki şey ortaya çıktı. Birincisi, çözüm yanlısı politik güçlerin toplumsal destek görmekte olduğu ama öte yandan bu çözümü geçersiz sayan Hükûmet partisinin toplumdaki desteğinin düşmüş olduğu. Ne yazık ki Hükûmet kurulamayışı sonucunda ortaya çıkan boşluk savaşa tahvil edildi ve biz bugüne geldik. O yüzden, ben diyeceğim ki, eğer bütün bu kaynakların böyle kullanılmasının biricik sebebi bu ise o zaman dönüp Meclisin ve Hükûmetin bu 2013, 2014, 2015 varsayımlarına geri bakması lazım. Elde kanun var, bu kanunun niçin icra edilmediğine bakması lazım. Yani bir anda en önemli savunma ve güvenlik tehdidi olarak ortaya çıkan şeyin bir dönem önce en önemli insani kaynak olarak görülmesi arasında 180 derece bir zıtlık var ve bu zıtlığı bu izah etmiyor.
Geriye Suriye ve Irak’taki durumla ilgili tasarruflar kalıyor. Ben tek yanlı bir süreçle yüz yüze olduğumuz kanaatinde değilim, diyalektik bir süreç var. Yani sadece Suriye’den ve Irak’tan Türkiye’ye yönelen bir çatışma riski, bir saldırı riski değil aynı zamanda Türkiye dış politikasının ima ettiği çok önemli uluslararası hukuk aşımları vardır. Hatırlayın, sıfır sorun politikasından bugüne geldik ama sıfır sorun politikasının orta yerinde Başbakan Ahmet Davutoğlu Suriye’de ortaya çıkan toplumsal hareketler sonucunda iç çatışmanın bir tarafıyla kendisini, Hükûmeti yan yana koyarak öbür Hükûmeti devirmek üzere girişilen faaliyetlerin yanında yer aldığını ifade etti. Sadece bununla kalmadı, “Emevi Camisinde namaz kılacağız, Şam’a gideceğiz.” dedi ve o günden beri Türkiye’nin bir Suriye meselesi oldu.
Suriye meselesi sadece ve sadece Suriyeli Kürtlerin kendi kendilerini yönetme iradesiyle IŞİD’le savaşarak yaşadıkları topraklar üzerinde öz yönetim ilan etmeleriyle ilgili değil; bu, aynı zamanda Türkiye ile Şam rejimi arasında ilan edilmemiş bir çatışmanın doğmuş olmasıyla ilgili çünkü satın almak istediğiniz füze sistemleri Kürtlerin elinde bulunmuyor. Bu, olsa olsa Suriye’de olabilir -bilmiyorum var mı- Irak’ta olabilir. O zaman, demek ki bunu PKK’yle savaş, terörle mücadele rasyonalitesiyle de açıklamak mümkün değil. İkincisi, bu savaş bizim kanaatimizce rasyonel değil çünkü içeride kendi yurttaşlarına yönelik bir çatışma yürütmektedir Türkiye Hükûmeti. Ölen, öldürülen, takip edilen, hapsedilen, hayatları ellerinden alınan insanlar da, onları takip edenler de devletin siyaseti sonucunda ortaya çıkmış olan bir çatışmanın iki tarafında yer alan yurttaşlarımızdır. Bir hükûmetin en önemli başarısı, yurttaşlarının bir bölümünü tenkil ve tediple meseleyi ortadan kaldırma olamaz. Kaldı ki tarih, yakın tarih ve bu Meclis çatısı altında yapılan analizler bunun böyle gerçekleşemeyeceğini bize gösteriyor. O nedenle, buraya tahsis edilen kaynaklar da aslında başka türlü değerlendirildiğinde, bu kadar büyük bir savunma ve savaş giderine ihtiyaç olmaz.
Dolayısıyla hem iç politikada hem dış politikada konulan yanlış teşhisler, Türkiye’nin bölgesel avantajlarını bir yumuşak güç hâlinde kullanarak bütün komşularıyla sürdürebileceği anlamlı ilişkiler yerine komşuları için dominant, yönetici, hâkimiyet tesis edici bir güç olarak kendisini ifade etmesiyle birlikte ortaya çıkan bir dizi gerilimin sonucunu yaşıyoruz. Bu, öte yandan abartılmış askerî tehditler olarak karşımıza çıkıyor.
Bir diğer önemli mesele, bu kaynağı aslında özel sektörle birlikte girişilen silah, askerî araç gereçler, çeşitli teçhizatın yapımı için harcayacağız ve Eisenhower’ın Amerika için söylediği problemi biz şimdi elli yıl sonra Türkiye’de yaşayacağız, bir askerî endüstriyel kompleksin doğuşuna tanık oluyoruz. Esasen, bütün kazancı ve nüfuzu devletten aldığı silah ve teçhizat siparişi olan bir sermaye kesimi devletle organik ilişkiler içerisinde ve sadece bir sermaye gücü olarak kalmıyor, aynı zamanda medyada, aynı zamanda çeşitli başka üretim ve toplumsal etkinliklerde yer alarak Hükûmeti sistematik olarak bir savaş psikozu içerisinde tutacak bir faaliyet izliyor.
Eisenhower en büyük tehlikenin bu olduğunu söylemişti, bir kere daha isabetli bir görüş olduğunu söylüyoruz. Üstelik -düşünün- bu, dünya hâkimiyeti peşinde koşan bir devletin başkanıydı. Bizim için durumun ne kadar vahim olduğunu buradan görebiliriz. Bu hatalı iç ve dış politikanın sonucu Türkiye’de çatışmanın süreğen hâle gelmesi, komşularla daimî sorunlar yaşamak ve bütün bunların gerisinde içeride çözülememiş Kürt meselesinin, komşularımızda Birinci Dünya Savaşı sonrasında 4’e bölünmüş bir toplumun, her bir komşuda yaşarken karşı karşıya kaldığı politik meselelerin Türkiye’nin o devletlerle meselesi hâline dönüşmesi.
Bugün Irak’la mesele dediğimiz şey güney Kürtlerinin, Suriye’yle mesele dediğimiz şey batı Kürtlerinin, İran’la mesele dediğimiz şey doğu Kürtlerinin, Türkiye’deki iç çatışma dediğimiz şey kuzey Kürtlerinin altında yaşadıkları devletlerle karşı karşıya kaldıkları meleseler. Türkiye, burada aslında bir çözüm modeli ortaya koyarak uzun vadede bütün bu devletler karşısında da kendisine tanzim edici bir rol üstlenebilirdi fakat ne yazık ki bunu yapmadık, bunu tercih etmedik çünkü bu, öyle görülüyor ki bir devlet siyaseti olmaktan çok hükûmet partisinin istikbal siyaseti olarak gözüktü ve bir anda Türkiye bu siyasetin peşinde sürüklenmeye başladı.
Bunun yol açtığı diğer sonuçlar arasında Türkiye’nin şimdi bir ittifaksızlaşma durumuyla karşı karşıya kalması var çünkü bu hatalı iç ve dış siyaset öte yandan sadece bölgesel değil, küresel siyasette de bazı sonuçlar yaratıyor. Ben derim ki: Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’yle ihtilafında yüzde 100 haklı bile olsa şu an içine girmiş olduğu açmazlar dolayısıyla bu çatışmayı, bu ihtilafı bir avantaja da dönüştürecek durumda değil çünkü sonuç olarak, öylesine bütün komşularla çatışan bir konumdayız ki nereye dönsek orada sadece bir imkân değil, aynı zamanda ondan daha yüksek bir tehditle karşı karşıyayız. Bu manada, Rusya’dan beklenilen katkıyı, Şanghay İşbirliği Örgütünün NATO’ya alternatif ya da Avrupa Birliğine alternatif olabileceği hayallerini bence mantıklı stratejiler ve kurmaylar paylaşmazlar fakat kamuoyunda bunun ne kadar kuvvetle dalgalandırıldığı ve kamuoyu algısının nasıl böyle kurulduğu belli.
Partimiz, bütün askerî tehdit yaratan uluslararası paktlardan, uluslararası askerî anlaşmalardan, hegemonyacılıktan, istilacılıktan uzak durulmasını savunan bir programa sahip. Bu açıdan biz Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını sadece bugün değil, Türkiye’nin sol muhalefeti, sosyalist hareket NATO kurulduğu günden beri savunageldi. Ama NATO’yla ihtilaf hakikaten bir egemenlik, bağımlılık ihtilafı mıdır yoksa bölgesel hâkimiyet iddiası bakımından farklı çıkarların çatışması dolayısıyla mıdır? Çünkü, eğer Türkiye’de NATO’nun topluma verdiği çok önemli bir zarar varsa o da NATO Anlaşması’nın gizli bir maddesinin NATO’ya üye olacak bütün devletlerin sivil yurttaşlarından kurulan bir antikomünist örgüt ihdası mecburiyetidir. Türkiye bu örgütü kurmuştur ve bu örgüt soğuk savaş sona erdikten sonra bütün öteki ülkelerde tasfiye edilirken Türkiye’de tasfiye edilmemiştir. Türkiye’nin derununda bu NATO örgütü yaşayagelmektedir. Kim tarafından kontrol edildiğini ben şimdi bilmiyorum ama bütün 1960’lar, 1970’ler, 1980’ler bu örgütün haklarımıza karşı açtığı savaşla geçti. O yüzden NATO’yla meseleyi çözecek, NATO’yla hesap göreceksek buradan başlamayı tavsiye ediyorum. Bu gizli örgütü, gladyoyu tasfiye yönünde Hükûmet kollarını sıvarsa işte o zaman hakikaten NATO’yla ciddi bir tartışma yapıyor demektir.
Beri yandan, NATO’suz yaşanır; NATO üyesi olmayan Avrupa ülkeleri var, NATO’yla çeşitli zamanlarda askerî ittifakını askıya almış olan ülkeler var, geri dönüşler var. Türkiye o bakımdan böyle bir opsiyonu hakikaten değerlendirecekse o zaman Türkiye’ye lazım gelen, artan savaş politikaları, artan militarizm değil, yurttaşlarıyla uzlaşma, yeni bir uzlaşma kapısı açma ve askerî harcamalarını minimize etme, bunun yanında bütün komşularıyla barışçı ilişkiler kurabileceği bir dış siyaseti benimsemek olabilir. Biz bütün bu nedenlerle ve bu askerî harcamaların “fait accompli” bir oldubitti olarak “Ya, böyle öngördük, böyle olacak.” yerine geniş ve yaygın bir iç ve dış politika tartışmasını bütün toplumda yaparak halledilmesini isteriz.
Doğrusu, Türkiye’deki çatışmayı inkâr edecek, bu çatışmanın insanların ölümüne, şiddete, çoğu zaman karşılıklı insanlığa karşı suçlara yol açtığını bilmezden gelecek değiliz fakat sonuçlarla ilgilenmemeyi, en önce sebeplerle ilgilenmeyi teklif ediyoruz. Sebeplere baktığımız zaman, kimlik inkârı, kültür inkârı, bunların baskı altına alınması, Türkiye’nin dâhil olduğu uluslararası sözleşmeler, insan hakları sözleşmeleri kapsamında yerine getirmesi gereken hususlar, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti, bunları yerine getirmemişliğinin ortaya çıkan ihtilaflarda daima kendi tarafında ikna edici bir argümantasyon ileriye sürememesi ve sürekli olarak şiddet üreten yollar benimsendikçe bu yolların yeniden sorunu üretmekten başka bir sonuç vermediğini hepimizi görüyoruz.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – O nedenle 2015 Temmuzundan beri başlamış yeni çatışma sürecinin… Bitiriyorum Sayın Başkan, iki üç dakika daha…
BAŞKAN – Buyurun.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – …bir versiyonunu İçişleri Bakanlığının sunumunda dinledik. İçişleri Bakanının bize anlattığı tabloya göre bu çatışma -tırnak içinde- son terörist öldürülünceye kadar sürecek. Fakat hepimiz biliyoruz ki “terörist” dediğimiz insan ne doğduğu zaman teröristti ne de bundan belki de iki üç sene önce -tırnak içinde- teröristti. Koşullar, çözümsüz meseleler, bu meselelerin çözümü için politik yolların tıkanması. Örneğin partimizin önünün kapatılmış olması, milletvekillerimizin ve eş başkanlarımızın hapsedilmesi. Bütün bu çözüm olanaklarını Parlamentoda ifade etme yolunun kapatılmış olmasının aslında “terörist” dediğiniz insanların yani bir isyanda çareyi bulan insanların ortaya çıkmasına yol açtığını unutamayız. O yüzden, bir kere daha çözüm tartışmaları sırasındaki argümanları hatırlamayı herkese tavsiye ediyorum. Nihayet şunu söyleyip bitirmek isterim: Türkiye’nin bugün hem Avrupa Konseyi’yle düşmüş olduğu ihtilaf hem NATO ülkeleriyle, NATO’da olmalarından değil NATO’yu oluşturmuş olan Avrupa ülkeleri olmaları dolayısıyla girdiği ihtilafın en önemli boyutu Konseye 2004’te geri dönerken söz vermiş olduğu 12 işten sadece 1’ini, ombudsmanlık tesisini yerine getirmiş olması, geri kalanların hiçbirini yerine getirmemiş olması. Bir de yarım görev var. O da yurt dışındaki seçmenlerin oy kullanmasını sağlamaktı.Ama barajın düşürülmesi de buna dâhildi.
Geriye kalanlar arasında sizi ilgilendiren en önemli mesele vicdani ret hakkının tanınması. Vicdani ret hakkının tanınması konusunda hiçbir adım atılmadığı gibi şimdi savaş ruhunun, militarizmin, erkeklik değerlerinin, kıyıcılığın yüceltildiği bir sosyal politik iklimde yaşıyoruz. Oysa Anayasa’mız “vatan görevi” denilen şeyin askerlik mi, başka usullerle mi yapılacağını kanunla kayıt altına alınacağını söyler. Dolayısıyla Askerlik Kanunu’nda ve diğer buna bağlı olarak çıkarılacak kanunlarla birlikte vicdani ret hakkının tanınması pekâlâ mümkündür. Böylelikle aslında toplumsal olarak gerekli olan fakat kimsenin buna verilen ücreti, işi yapmaya değer görmediği için yapılmayan pek çok toplumsal görev, askerliği değil de bunu seçecekler tarafından yerine getirilebilir bir üretici imkân olarak bu ortaya konulabilir. O yüzden, size şunu söylemek isterim sonuç olarak: Bize sunulan bütçe, esasen bir savaş ve savaş hazırlığı bütçesidir. Bu savaşı ve savaş hazırlığını haklı kılabilecek askerî ve politik argümanlar yoktur. Bu Türkiye’deki iktidar mücadelesinin bir iç gerilime, bunun da bir bölgesel gerilime tekabül edeceği endişesi -hadi paranoya demeyeceksek- dolayısıyla abartılmış tehdit algısıyla ortaya çıkmış olan ve bu askerî sınai kompleksin de sistematik olarak zorladığı bir bütçe kavrayışı olduğunu görüyorum. Bizim önerimiz, bu bütçede silahlanmaya ayrılan giderlerin buradan alınarak Çalışma Bakanlığı bütçesine, Millî Eğitim Bakanlığı bütçesine, Çevre Bakanlığı bütçesine aktarılması yönünde olacaktır. Savaşsız, çatışmasız, kimsenin hayatını kaybetmediği, askerlerin ya da sivillerin bu çatışmadan zarar görmediği, insanların doğdukları köylere tabutlar içerisinde dönmedikleri bir gelecek dileğiyle, bütçenize hayırlı olsun diyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.