Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı üzerine yapılan görüşmelerde: “Kürt sorununda devletin çözemediği meseleyi kadınlar doğurarak çözsünler istiyorsunuz. Bu böyle çözülemez. Bunun çözüleceği yer, dine, dile, etnisiteye bağlı bir ulus tanımından kendimizi ayrıştırmak, anayasal yurttaşlığa dayalı yani toplumun hiçbir kesiminin artış ya da azalışını bir tehdit ya da eksiklik olarak görmeyen, yurttaşlık bağıyla birbirlerine bağlanmış insanlardan oluşan modern, demokratik, özgürlükçü öz yönetimci bir devlete doğru Türkiye’yi dönüştürebilmek.” dedi.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, Sayın Bakan; Aile ve Sosyal Politikalar bakanlığı bütçesinin yapısına baktığımız zaman bütün diğer bakanlıklardan farklı olarak, en farklı Bakanlık olarak bütçesinin 2017’de yüzde 87,5’unu, 2018’de yüzde 85’ini dışarıya verdiğini yani kurum içinde personel gideri ya da SGK devlet primi giderleri olarak değil, cari transferler, mal ve hizmet alım giderleri, sermaye giderleri ve sermaye transferleri olarak harcadığını görüyoruz. Bunun pratik anlamı şudur: Bu Bakanlık esasen bütçesinin neredeyse tamamını sosyal yardımlar için kullanmıştır. Tabii, bu Bakanlığın aslında bir kadın bakanlığından dönüşerek geldiğini, kadının güçlendirilmesi ve kadının özgürleşmesi meselesinin üzerine kurulmuş bir tarihi olduğunu düşünecek olursak bu tarihin artık neredeyse bir gölge haline geldiğini ve esasen kadının güçlendirilmesi, korunması, erkek şiddetinden korunması, ayrımcılıktan korunması gibi işlerden çok, Bakanlık bütçesinin esasen kadınların da içinde olduğu ama esasen, sadece kadını değil, ailenin bütün bireylerini gözeten bir sosyal yardım bakanlığı haline gelmiş olduğunu görebiliriz. Tabii, bu, aslında kadının korunmasızlığını sürdüren bir durum, öte yandan yoksulluğu telafi eden değil, yoksulluğu yöneten bir ilişki biçimi çünkü esasen, yoksulluk bütün bu zaman içerisinde azalıyor olsaydı bu bütçenin her yıl artması gerekmezdi çünkü bütçenin neredeyse tamamının sosyal yardımlara gittiğini görecek olur isek eğer çalışan bireylerin sosyal sigortasına değil, çalışmayan, korunmayan, başka hiçbir koruması olmayan ailelerin açlık ve yoksullukla mücadelesini bir nebze olsun hafifletebilmek, telafi edebilmekle ilgili, şu halde süren bir yoksulluk ve bu yoksulluğun yönetilmesi ve bunun içerisinde de kadın yoksulluğunun sürdürülmesi gibi çok çapraşık bir durumla bizi karşı karşıya bırakıyor.
Aslında, hükûmet politikalarıyla, merkezî devlet politikaları ile Bakanlığın faaliyetleri arasında hem bir uyum hem bir çatışma var. Sürdürülen yoksulluğun telafisi için bir bütçe ayrılıyor ama öte yandan kadının üzerindeki yüklerin durmaksızın artırıldığı bir devlet siyasetini de devletin bir başka kurumu telafi etmeye çalışıyor fakat bu, bağdaştırılamaz bir çelişki.
Sabahleyin tartışma konusu oldu, arkadaşlarımız kızdılar ama kızmasınlar, düşünmemiz lazım. Bugün Türkiye’nin yürütme merkezi Cumhurbaşkanlığına taşınmış durumda ve oradan söylenen her söz kaçınılmaz bir biçimde ge nel politikayı ve toplumsal siyasetleri etkiliyor. Cumhurbaşkanı en son demecinde, tartışmaya konu olan demecinde “Müslüman’ın görevi çoğalmaktır, Kitap da böyle söylüyor, kadınların yükümlülüğü böylelikle artıyor, Müslüman kadının yükümlülüğü.” dedi ve karşı karşıya getirerek dedi ki: “Çoğalmak konusunda teröristler ellerinden geleni yapıyorlar, 5, 10, 15 nüfuslular, çocukları o kadar.” Şimdi, bunu neresinden tutsanız aslında hem kadın Bakanlığının ele alıp değerlendirmesi hem de bizim üzerinde düşünmemiz gereken bir husus.
Birincisi, yanlış olduğu için. Türkiye’de esasen “terörist” diye eğer PKK kastediliyorsa PKK üyelerinin genel olarak evlenmedikleri, evlenmelerinin teşvik edilmediği, çocuklu aileler kurmadığı gerçeğidir. Şimdi, gerçek bu olunca o zaman ister istemez “Ne kastediliyor?” diye düşünülünce bakıyoruz ki esasen – arkadaşlarımızın aklına gelen herkesin aklına gelmeli- Türkiye’de bir nüfus artış orantısızlığı var, Türkiye’nin batısında nüfus artış oranları, doğurganlık oranları binde 8 ile yüzde 1,3 arasında giderken örneğin Şanlıurfa, Hakkâri, Van ve diğer illerde bunlar yüzde 3’ten fazladır, Türkiye ortalamasının üzerindedir. Aile büyüklüklerine baktığımız zaman da gördüğümüz gerçek, ortalama aile büyüklüğü 2016’da Türkiye’de 3,5 iken -yani anne, baba ve 1 çocuk var ya da yok – Şırnak ve Hakkâri’de bu 6,7 ve 5,8’dir fakat gördüğünüz gibi, 5, 10, 15 burada söz konusu değildir. Peki, o zaman tartışma nereden doğuyor, niye böyle bir tartışmaya ihtiyaç var? Aslında, bu, çoktan beridir, on yıllardır, 19 30’lardan beri Türk devletçiliğinin değişmez problemidir. Nüfus artış oranları batı ve doğuda, Kürtler ve Türkler arasında farklıdır. Bu iki farklı etnisiteden özellikle meydana gelen toplumda bir Türk devletçiliğini yaşatabilmek bakımından yarattığı geril imler dolayısıyla nasıl ele alınsın? Bu sorudan kaçamayız çünkü Genelkurmay bu sorunla uğraşıyor, Millî Güvenlik Kurulu bu sorunla uğraşıyor ve tabii ki Cumhurbaşkanı da bu sorunla uğraşıyor, bunu bazı sözlerin arasına sıkıştırıyor. Doğurganlık oranlarının düşmesinin Türkiye’nin sürdürülebilir genç nüfusa sahip olmasını tehlikeye düşürdüğünü söyleyerek bunu zaman zaman ifade ediyor ama Türkiye’nin bugün nüfus artış oranları bakımından sürdürülebilir bir nüfus artış oranına, doğurganlık oranına sahip olduğu ortadadır; 2,1 civarındadır, bu aslında eşik değerdir. Dolayısıyla, düşen, yok olan, azalan bir doğurganlık artışı söz konusu değildir ama toplama baktığımız zaman bu nüfus bileşiminde, bu, Türkiye’nin batısında genel ortalamanın altındadır, Kürtler arasında genel ortalamanın üstündedir. Dil, ağrıyan dişi kurcalar. O yüzden dönüp dönüp buraya geliyor bu mesele.
Şimdi, bu meselenin çözümü, dini araya sokarak, milleti araya sokarak, millî beka meselesinden dem vurarak bu meseleyi çözmeye çalışmak değildir. Çünkü Cumhurbaşkanı yaklaşık 2005’ten beri “Üç çocuk yapın.” diye haykırıyor fakat doğurganlık artış oranlarına baktığımıza göre, en çok çocuk yapması istenenlerin çocuk sayıları durmaksızın düşüyor. E şimdi, ya, kadına reva görülecek iş mi bu? Devletin çözemediği meseleyi kadınlar doğurarak çözsünler. E, nasıl yapacaklar bunu? Dolayısıyla, ev içine giriyoruz, insanların yatak odasına giriyoruz ve onları yönlendirmeye çalışıyoruz. Bu böyle çözülemez. Bunun çözülebileceği bir tek nokta var. Bu, kadın Bakanımızı aşan mesele ister istemez ama Hükûmetin üyesi olduğu için ister istemez o da bu eleştiriyle muhatap oluyor. Bunun çözüleceği yer, dine, dile, etnisiteye bağlı bir ulus tanımından kendimizi ayrıştırmak, anayasal yurttaşlığa dayalı yani toplumun hiçbir kesiminin artış ya da azalışını bir tehdit ya da eksiklik olarak görmeyen, yurttaşlık bağıyla birbirlerine bağlanmış insanlardan oluşan modern, demokratik, özgürlükçü öz yönetimci bir devlete doğru Türkiye’yi dönüştürebilmek. Yoksa, bu yollar tarihte çok denendi, hepiniz biliyorsunuz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da endişeler vardı, 1930’lar bunlarla geçti. Elimizde, işte, var olan bir rapor, ta 1930’larda yazılmış, Abidin Özmen’in raporu. O da aynı şeyleri tartışıyor, diyor ki: “Ölçtüm, saydım, biçtim. Bölgede Türk’ün sayısı 20 bin artmasına rağmen Kürt’ün sayısı 250 bin artmış. 1935 nüfus sayımı bize bununla başa çıkmamız gerektiğini gösteriyor.” Şimdi, o zamanlar devletin kuruluş dönemleri sırasında dünyada bu kadar çok kimliklerin birlikte yaşaması, kimliklerin hak sahibi olması fikri gelişmiş olmadığı için, hadi, ırkçılık demeyelim ama otoriterlik bunu mazur görebilir de ama bugün artık böyle düşünebilir miyiz, böyle konuşabilir miyiz? – Bu meseleye başka bir çözüm önerdiği için insanları haşlamak ama asıl konudan uzak durmak ve Kadın Bakanlığının huzurunda da aslında onun korumaya çalıştığı toplum kesimlerine devleti korumak için doğurma vazifesi vermek ve böylece işin içerisinden çıkılabileceğini sanmak, bizi 1930’ların da gerisine doğru düşürebilir ve bu zamana kadar kat ettiğimiz mesafeleri, kadın özgürlüğü, kadın kimliği, Kürtlerin özgürlüğü ve Kürtlerin kimliği bakımından katettiğimiz bütün mesafeleri dolu dizgin, yanlış kurulmuş bir beka tartışması dolayısıyla katedemeyiz.
O nedenle, ben, doğrusu, bugünkü bütçe dolayısıyla bu müdahalenin kabul edilemezliğinin bir kere daha etraflıca düşünülmesini öneriyorum. Çünkü eğer öbür yola, bundan on yıl, on beş yıl önce hep beraber terk edilmesi gerektiği konusunda az çok mutabık kaldığımız yola geri dönecek olursak o zaman her şey geri döner, hiç merak etmeyin; militarizm geri döner, ırkçılık geri döner, kadın düşmanlığı geri döner, patriarka, tarihte hiç olamadığı kadar güç sahibi olur ve onun açtığı savaşlarda, doğmuş olanlar kadar doğmamış çocukların da kaderi feda edilir. Bu bakımdan, ben kadın Bakanlığımızın bu konuda uyanık olmasını, aslında bir kadın Bakan olarak burada ses çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, aslında yapmaya çalıştığı işi tamamen güçleştiren bir merkez siyaset, onun zaten elekle su taşımak diyebileceğimiz işini elinden eleğini de alarak yapmasına yol açıyor. Bu güçlüklerle başa çıkar umarım. Teşekkür ederim.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.