Kürkçü, TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülen İç Tüzük değişiklikliği tasarısının Genel Kurul’a “döviz ve pankart getirme”yi yasaklayan 14. Maddesi tartışılırken “Dünyanın bütün hak mücadeleleri hep bir pankartla başladı,” dedi ve ekledi: “Diyorsanız ki, ‘Benim gıcık kaptığım şeyleri getiriyorsunuz, yani huzuru, düzeni bozmuyorsunuz ama onu orada görünce moralim bozuluyor.’ Bu da iktidarın diyeti. Hoşunuza gitmeyen şeyleri dinleyip iktidarın gücünden istifade ediyorsunuz. Bu kadar bir diyet de ödemeyecek misiniz? ”
Sayın Başkan, ben benden önce söylenilenleri tekrar etmeyeceğim, özellikle Mithat Sancar ve Şenal Sarıhan’ın ifade ettiklerini; esasen Türkiye’deki hem Yargıtay hem Anayasa Mahkemesi içtihatları hem genel hukuk yaklaşımı içerisinde neyin neden olmaması gerektiğine dair itirazların hepsini paylaşıyorum. Ben bunların daha iyi anlaşılması için bazı grafik, çarpıcı örnekler size vermek istiyorum. Ama önce düz mantık, herhangi bir hukukla baştan ilişkilendirilmese de, bir hukuk bilgisi gerektirmese de insanların mantıken anlamakta zorlanacakları bazı hususlar var, onlar üzerinde biraz tartışmak istiyorum.
“4. Türkiye Büyük Millet Meclisi bina, tesis, eklenti ve arazisine silahlı olarak girmek;” bir kınama cezasını ve dolayısıyla bir para cezasını gerektiriyor. Peki, bir milletvekilinin Türkiye Büyük Millet Meclisi arazisi içerisinde silahla dolaştığını nereden bilebiliriz, bunu nereden anlayabiliriz, eğer silahını çantasında taşıyor ya da kimseye göstermiyorsa, fakat bu madde hükmüne göre bu arazi içinde silahlı ise… Ben tartışmalar sırasında -ilk taslak açımlanırken yapılan tartışmalar sırasında- kulağıma şöyle şeylerin takıldığını anımsıyorum buna bakarken. Dendi ki: “Bunların olması gerekir çünkü adam yanında -milletvekili- bazı insanlarla geliyor, araçlarını arayamıyoruz; acaba canlı bomba mıdır yanında getirdiği, nedir, bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bunların anlaşılması, görülmesi lazım, bir denetim lazım.” vesaire Şimdi, yeni bir denetim dönemine mi giriyoruz? Yani, milletvekilleri bugüne kadar olmadığı şekilde bu hükmün araştırılması, bu hükmün uygulanması için üst baş aramasından mı geçecekler? Milletvekilleri “güvenilir ve güvenilmez milletvekilleri” diye iki kategoriden mi oluşacak? Ve bir kınama cezası peşine düştüğümüz apaçık ortada olduğuna göre demek ki, “silahlı milletvekili” peşine de mi düşeceğiz? Ben bu hükmü anlamakta zorlanıyorum. Ve bunun -özellikle Şenal Hanım’ın işaretinden sonra benim dikkatime geldi- 165’inci maddeden çıkartılıp buraya taşınmasının ya da bir başka maddeden alınıp buraya taşınmasının manası nedir? Ben bunu herhangi bir şekilde anlamış değilim. Bugüne kadar bütün bunların üzerinde böyle altı çizilerek durulmasını haklı kılacak bu Mecliste ne oldu? Ben henüz belki lise öğrencisiydim, üniversiteye bile gitmiyordum; Mecliste bir vekil bir başka vekili tabancayla vurdu. Ben, onun dışında, bir de, sanıyorum, Milliyetçi Hareket Partisinin bir iç tartışması dolayısıyla bir milletvekili gene silahının kabzasıyla birisinin başına vurdu. Yani, sonuçta yirmi otuz yıl içerisinde iki kere gerçekleşmiş, istisnai bir durum ihtimali üzerinden bu kadar kuvvetle altı çizilen bir müeyyideye geçmenin sebebi nedir? Bizim bilmediğimiz herhangi bir bilgi mi var? Bizim anlamadığımız, anlamamız gerekmeyen, bize açıklanması icap etmeyen herhangi bir yeni güvenlik kriteri mi oluştu? Ben bunları bilmiyorum fakat bu maddenin bu kadar kuvvetli bir biçimde altının çizilmeye başlanmasının olağan bir tartışmanın ötesine geçtiğimiz, milletvekilleri hakkında bazı kuşku uyandırıcı, onların itibarlarını tartışan bir alt bilgiyle bu meselenin gündemleştirildiğini düşünüyorum, bana bunu hissettiriyor. Bunun açıklanması gerekir.
Devam edeyim: Ama en önemli mesele bu değil. Çünkü eski İç Tüzük’te de bu vardı fakat yeri başkaydı ve böylesine bir yaptırımın parçası değildi. İkincisi: İçeriğine gireceğim 6’ncı bendin ama her ikisi için de söz konusu edilen cezaların bir para cezasıyla tamamlanması konusuna, yapılmış olan bütün hukuki itirazları benimsemekle birlikte bunun neden yapılamayacağına dair bir kere kısmen işittiğim fakat altının çizilmesi gereken bir başka gerekçeyi sizinle paylaşmak istiyorum, o da şudur: Milletvekilinin “ödenek ve yolluğu” dediğimiz şey ne? Bu meseleyi İç Tüzük’ü hazırlayanların kendileri milletvekili, kendileri bu Mecliste görevli insanlar oldukları hâlde bu ödenek ve yolluğun anlamı üzerinde düşünmemişler gibi ben görüyorum. Çünkü ödenek ve yolluklar aslında toplumda yaygın olarak tartışılan konulardır, genellikle bu ödenek ve yollukların yüksekliği konusunda halk arasında ciddi bir tartışma vardır ve dolayısıyla Meclisin, bir bakıma milletvekillerinin hak etmedikleri kadar yüksek ücretlerle ödüllendirildiklerine dair bir yargı vardır. Bence böyle bir yargıyı, böyle bir olumsuz yargıyı harekete geçirerek toplum önünde, aslında bu ödenek ve yollukların gerisindeki mantığın tamamen tersine bir biçimde, “zaten çok yüksek gelire sahip, bunu da hak etmemiş olanların aslında bir de toplumun kabul etmeyeceği işler yaptıkları zaman bu ödeneklerinin, bu gelirlerinin kesilmesi” gibi bir mantığa dayanıyor. Bu, bence, hiçbir şekilde hakikatle ilgili değil.
Ödenekler ve yolluklar esasen Türkiye Cumhuriyeti’nde bir teamül hâline gelmiş olan siyasetin finansmanının milletvekiline ödenen ödenek ve yollukla tesis edilmesine dair bir uygulamanın sonucudur. Pek çok başka ülkede, başka yerde milletvekillerinin ödenek ve yollukları ya da ücretleri nispeten o ülkedeki ortalama gelire göre, nispeten Türkiye’ye oranla daha mütevazıdır fakat siyasetin finansmanı için gereken her şey kamu tarafından üstlenilmektedir. Bizde ise milletvekiline nispeten toplumsal ortalamaya göre daha yüksek bir ödenek ve adı üzerine yolluk, yol masrafları için bir gelir, sağlanırken milletvekiline “Siyaset yapacaksan al sana ücret git siyaseti yap.” demektedir devlet. Dolayısıyla bu, milletvekilinin bir işe girip almış olduğu bir ücret değil, toplumsal bir iş yaparken, toplumsal bir ödev yaparken bu ödevin kamu tarafından finanse edilmesinin sonucudur. Burada ben bütün milletvekili arkadaşlarımın hayatlarını şöyle ya da böyle biliyorum. Bizim gibi, nispeten daha yoksul partilerde bu gelirler kısmen parti faaliyetinin desteklenmesi için de bir katkı olarak kullanılıyor ama onun dışında bu ücretler ödenek ve yolların hepsi topluma gitmek, siyaseti halkın arasına taşımak, yasamayı tabanda, temelde yapmak için kullanılan kıymetlerdir. Dolayısıyla, siz böylelikle seçmeni, bizi seçip buraya gönderenleri de bir bakıma cezalandırıyorsunuz ya da onunla aramızda bir siyasi ilişki kurulmasının maddi vasıtalarını da ortadan kaldırıyorsunuz. Bunun aynı, tırnak içinde, suçtan ötürü iki kere cezalandırmanın ötesinde bir de başkalarını cezalandırmaya sonuçta indirgenebilecek bir neticesi var. Ben bunun o yüzden mutlaka ve mutlaka bir kere daha düşünülmesi, bu İç Tüzük isterse buradan bu şekilde geçmiş olsun sonuçta aklın galip geleceğini, hırs yerine akılla hareket edilerek buradan başka bir sonuca varabileceğimizi söylemek isterim. Çünkü burada ben bir cezalandırma hırsı görüyorum. Var olan, varit olan bir düzen bozma eğilimine karşı güçlü bir müeyyide getirmek değil, tam tersine, karşıtlarını, şu anki egemenlik biçimine kuvvetle itiraz edenleri ve bu itiraza devam etmek isteyenleri meşkuk, sübjektif sebeplerle cezalandırmak ve onları siyaseten de hareket edemez hâle getirmek, siyaset mefruç kılmak gayesiyle, arkasında böyle bir maksatla hazırlanmış bir tasarı olarak görüyorum, bunun çekilmesini istiyorum.
BAŞKAN – Sayın Kürkcü, toparlayabilir misiniz?
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Toparlarım. Bu, döviz, pankart ve diğerlerine gelince; bununla ilgili olarak da arkadaşlarımız [anlattılar]. Esasen modern anlatım biçimlerinin artık bir fantezi değil birer ihtiyaç hâline geldiği, toplumun fikirleri okuyabilmek bakımından göstergeler olmadıkça, fikirlerle aralarında irtibat kurmakta giderek zorlandıkları, medyanın, toplumun bütün zihnine, göz alışkanlıklarına, bakma biçimlerine, görme biçimlerine egemen olduğu bir yerde bundan Meclisi yoksun kılmak üzere bir tedbir almanın ben anlaşılamaz olduğunu düşünüyorum.
Buna iktidarın da ihtiyacı var, herkesin ihtiyacı var çünkü çağdaş iletişim biçimleri ve yöntemleri, usulleri artık bunları gerektiriyor. Bakın, size bu usullerin işimize geldiği zaman nasıl beğenildiğine dair bir şey göstermek istiyorum. Burası Avrupa Parlamentosu ve Türkiye’ye tarih verilmiş. Bütün Avrupa Parlamentosu milletvekilleri de kendi dillerinden “evet” pankartlarını kaldırmışlar. Şimdi, sonuç olarak Avrupa Parlamentosunda bu tüzük geçerli olmuş olsaydı bu kadar çok sevinemeyebilirdiniz. Belki de aslında Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesini istemeyen başkan bunu pekâlâ bir kınama cezası sebebi olarak görebilirdi. Dünyanın bütün hak mücadeleleri hep bir pankartla başladı. Bu, 1908’de Britanya’da süfrajetlerin yani kadınlara eşit oy hakkı için mücadele edenlerin Avam Kamarasının balkonunda sarkıttıkları pankart ve parlamento tarihi ile pankartların tarihi arasında çok yakın bir ilişki var.
BAŞKAN – Sayın Kürkcü, toparlar mısınız lütfen.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Toparlayacağım Başkanım. Şimdi, tabii bizim Meclisimizde de var. Mesela, şimdi size göstermek istediğim bir başka fotoğraf şudur: Türkiye Büyük Millet Meclisinde Milliyetçi Hareket Partisi sıralarının yanında bizim tutuklu vekillerimizin fotoğrafları. Ben bakıyorum Milliyetçi Hareket Partisi sıralarına, hiç, bir şeye uğramış, bir haksızlığa uğramış ya da bir kötü sözle karşılaşmışlık duygusu yok. Hatta Bahçeli’nin üzüntüyle baktığını görüyorum bu fotoğraflara, Erkan Bey’in de hiçbir olumsuz reaksiyonu yok. Şimdi peki, başka ne oldu bu Mecliste, başka ne pankartları gösterildi? Belki buna kızmış olabilirsiniz ama “Bu iş yerinde açlık grevi vardır” diye. Benim buradaki. Şimdi, o zaman da Meclis Başkanıyla bizim aramızda hiçbir tartışma olmadı, hatta bir şekilde bunu işte aramızda hallettik. Şimdi, o zaman bütün bunların kullanılmasını engellemek için tedbir almak yerine aslında Mecliste milletvekillerinin kendilerine dinleyici sıralarında toplantıları izleyenlere ve televizyondan izleyenlere dertlerini daha iyi anlatmaları için bütün bu görsel malzemeleri elektronik ortamlarda, dijital ortamlarda kullanabilecekleri vasıtaları vermesi, sunması lazım. Meclis kürsüsünde şu arkamızda gördüğümüz gibi bir ekranın olabilmesi lazım. Belki de bu materyali orada göstermek hakkımız olması lazım. Şimdi, bütün bunları…
BAŞKAN – Sayın Kürkcü…
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Başkan, pankartı elimden almaya çalışıyorsunuz. Ya “Vermem.” diyorum, sözümü de kesmeye çalışıyorsun[uz].
BAŞKAN – Ben bir şey almaya çalışmıyorum ama Komisyon üyesi olmayan milletvekili arkadaşlarımıza fiilî uygulamada yaklaşık kendileri bir sınır koyarak bir uygulamayı yapıyoruz. Siz tabii çok güzel ve akıcı konuştuğunuz için sürenin farkında değilsiniz, biz de sizi güzel dinliyoruz.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Çok teşekkür ederim Başkanım övgüler için fakat…
DİDEM ENGİN (İstanbul) – Hatiplerin konuşmalarını sürekli olarak bozup insicamlarını bozuyorsunuz.
BAŞKAN – Bırakın ben yöneteyim, her seferinde lütfen müdahale etmeyin, lütfen müdahale etmeyin. Lütfen toparlar mısınız, lütfen.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, şöyle de düşünebilirsiniz: Aslında çoğunluğu oluşturdukları hâlde hiç konuşmayan vekillerimiz yerine biz konuşuyoruz değil mi?
BAŞKAN – Sayın Kürkcü, diğer milletvekili arkadaşlarımız söz sırası bekleyen, lütfen toparlar mısınız.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Biz birbirimizi bekliyoruz Başkan, toparlayacağım.
GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) – Beklemekte sorun yok, bekleriz.
BAŞKAN – Peki, o zaman Komisyon bu gece bitene kadar ben buradaki bütün milletvekili arkadaşları bekliyorum. Buyurun değerli arkadaşlar, buyurun, benim için sorun yok; ikinci sisteme dönüyoruz, buyurun. Herkes kendi hukukunu kendi koruyacak. Buyurun arkadaşlar.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Ya yüzdük kuyruğuna geldik Başkan, üç madde daha var.
BAŞKAN – Şimdi, Sayın Atila Sertel var, Sayın Musa Çam var, Sayın Nurhayat Hanım var, Sayın Meral Danış Beştaş var. Bu madde bitmeden yemeğe gitmiyoruz. Buyurun arkadaşlar.
CEMAL OKAN YÜKSEL (Eskişehir) – Yani, yemekle mi tehdit ediyorsunuz Abdurrahman Bey, hiç gitmeyelim.
BAŞKAN – Hayır, gündemi söylüyorum. Buyurun, buyurun Sayın Kürkcü.
DİDEM ENGİN (İstanbul) – Nasıl bir konuşma bu böyle!
BAŞKAN – Tehdit değil arkadaşlar. Arkadaşlar, biz Başkanlık Divanı olarak…
DİDEM ENGİN (İstanbul) – Çocuk gibi, yaramazlık yapana ceza…
BAŞKAN – Değerli arkadaşlar, burada bir çalışma yapıyoruz, fiilî bir durum oluşuyor, Anayasa Komisyonu olduğu için müdahale etmek istemiyorum, Komisyon üyesi olmayan milletvekili arkadaşlarımız, burada diğer partilerden arkadaşlarımız, ilk defa konuşan arkadaşlarımız kendileri bir sınır koyarak gittiler. Sayın Kürkcü’ye her maddede söz verdik, ben sadece toparlamasını istiyorum. Ben on iki-on üç dakika hiç müdahale etmedim. Çok müdahale etmek istemiyorum. Takdir sizin diyorum. Buyurun.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Çok teşekkür ediyorum Başkan. Demek ki aslında on iki dakikadan fazla konuşmamışım, bu da…
BAŞKAN – Hayır, şu an on yedinci dakikadasınız. Devam edin, buyurun.
AYTUĞ ATICI (Mersin) – Beşini sen kullandın zaten ya.
BAŞKAN – Valla hep beraber kullanıyoruz. Buyurun.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Peki, tamam. Zaten maksat hasıl oldu. Ben sadece şunu demek istiyorum: Buradaki, “Genel Kurulun çalışma düzeninin ve huzurunu bozucu döviz, pankart ve benzeri” materyalin ben bu Meclise gelmemiş olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, böyle bir ihtimal çok yüksek bir ihtimal gelecekte de olmayacak. Ama şöyle diyorsanız: “Benim gıcık kaptığım şeyleri getiriyorsunuz, yani huzuru, düzeni bozmuyorsunuz ama onu orada görünce moralim bozuluyor.” Şimdi, buna yapacak bir şey yok, bu da iktidarın diyeti. Hoşunuza gitmeyen şeyleri dinleyip iktidarın gücünden istifade ediyorsunuz. Bu kadar bir diyet de ödemeyecek misiniz? Bence bu diyeti ödemeye razı olun, pankartlarımızı da biz ne zaman sesimizi, düşüncemizi kuvvetle ifade etme ihtiyacını duyarsak o zaman getirelim ve Meclis de bunun için aslında bize kolaylık göstersin, böyle ortamlar hazırlasın, hatta Meclis renkli fotokopi makinaları vesaire getirerek bu hizmetleri bize temin etsin. Böylelikle mümkün olan en güçlü biçimde herkes ifade özgürlüğünü kamu alanından aldığı destekle ortaya koysun. Böylelikle iktidar belki de farkında olmadığı, duymadığı, önemini ve hassasiyeti hissedemediği şeyleri hissedebilir. Belki de sonuçta bir uzlaşmanın kapısını böylece açabilir veya bunun gereğini yapmaya kalkar. O zaman da ben size söyleyeyim: Her ne kadar bu seçmenlerimizin, bizi seçenlerin, esasen bütün milletin vekili olduğumuza göre milletin önüne hizmet götürmek, söz götürmek, siyaset götürmekten eğer çoğunluk bizi bu para cezaları yoluyla engellerse, ne yapar eder biz o hizmeti götürmenin yolunu buluruz, lafımızdan da dönmeyiz.
Hepinize teşekkür ederim.
BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.