Ertuğrul Kürkçü, Avrupa Komisyonu Türkiye İlerleme Raporu üzerine TBMM’de düzenlediği basın toplantısında: “Bu raporun yeni bir istikamet, Türkiye Avrupa ilişkilerine yeni olumlu bir istikamet kazandırmadığını ve Türkiye’de yaşayan ve mücadele eden halkların özgürlüklerini ancak kendi çabalarıyla kazanmalarının onların geleceğini aydınlatabileceği yolundaki temel ilkeyi bir kere daha ufkumuzda parlattığını söyleyebilirim.” dedi.
Günaydın sevgili arkadaşlar.
Bugün Avrupa Komisyonunun yayınladığı Türkiye ile ilgili İlerleme Raporu konusunda hem Dış İşleri Bakanlığının tutumunu değerlendirmek hem de raporu değerlendirmek için bu basın toplantısını düzenledik. Her şeyden önce şunu söylemek isterim: Bu raporla ilgili olarak basında genel olarak tekrar edilen bir klişe var, “Bugüne kadar yayınlanan en sert rapor” olduğu konusunda. Doğrusu bugüne kadar yayınlanan en sert rapor değil. En sert rapor -eğer bir sertlik derecesi politik tutumla ilgili olacaksa, en sert rapor- Avrupa Parlamentosunun geçtiğimiz Temmuz’da yayınlanan raporudur. Türkiye ile -burada belirtilen gerekçelerin daha çoğuna dayanarak Türkiye ile- üyelik müzakerelerinin dondurulmasını, askıya alınmasını talep eden rapordu.
Aslında komisyon raporu parlamentonun raporunun redakte edilmiş, yumuşatılmış, tevil edilmiş bir halidir. O açıdan baktığınızda zaten Dış İşleri Bakanlığının sadece bir yazılı reaksiyonla yetinmesini ve bu yazılı reaksiyonun daha çok sitemkarane bir reaksiyon olmasına bakacak olursak, bunun en sert rapor olmayı hak etmediğini söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra bu rapor Avrupa Komisyonu tarafından kaleme alınmış olabilir ama bu raporu Tayyip Erdoğan rejimi, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Dış İşleri Bakanlığı ile Türkiye hükümeti ve kurulu düzeni hep birlikte yazdılar. Olağanüstü hal ilan edildiğinden bu yana olan bitenin dökümünü yapan rapor ya da raporun olan bitenin dökümüne ilişkin bölümünde, hükümetin itiraz edeceği, yalan olduğunu söyleyeceği, doğru olmadığını söyleyeceği hiçbir şey yok. Ona baktığınız zaman hakikaten aslında Türkiye’nin sadece Avrupa Birliği üyeliği, müzakereler, bununla ilgili yükümlülükler faslı bakımından değil Birleşmiş Milletler ile olan hukuku bakımından da son derece sıkıntı verici bir durumda olduğu apaçık.
Türkiye’nin Olağanüstü Hal ilanından bu yana hala askıya alınmış olduğu haklar listesine kısaca bir göz atacak olursak; Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 9’uncu maddesi, Özgürlük ve Güvenlik Hakkı, 10’uncu maddesi, tutsakların, cezaevlerindekilerin hakları yani Tutuklu ve Hükümlü hakları, Madde 12 Seyahat Özgürlüğü Hakkı, Madde 13 Yabancıların Sınır Dışı Edilmelerine Karşı Usulî Güvenceler, Madde 14 Adil Yargılanma Hakkı, Madde 17 Mahremiyet Hakkı, Madde 19 İfade Özgürlüğü Hakkı, Madde 21 Toplanma Özgürlüğü, Madde 22 Örgütlenme Özgürlüğü, Madde 25 Siyasi Haklar, Madde 26 Hukuk Önünde Eşitlik, Madde 27 Azınlıkların Korunması. Bütün bu hakların askıda olduğu bir ülkenin kendisinin, Avrupa Birliği ya da herhangi bir medeni uluslar arası kurum[dan] eşit haklı muamele görme arzusu, aslında bir siyasi oburluktan ibaret olabilir. Ya Olağanüstü Hal’i kaldırarak bütün bu tartışmalara Türkiye girebilir, Türkiye Hükümeti girebilir ya da aslında bütün söylenenler mugalâtadan ibaret kalır. Kaldı ki Avrupa Birliği İlerleme Raporunda ifade edilen gerçeklerin hepsi Türkiye’de muhalefet tarafından, Adalet ve Kalkınma Partisine ait olmayan, Adalet ve Kalkınma Partisinin siyasi ortaklığına dahil olmayan herkes tarafından ifade edilmektedir. Yani Türkiye’nin yarıdan fazlası aslında bu raporda ifade edilen gerçekleri talep olarak, yakınma olarak, özgürlük hakkı ifadesi olarak talep etmektedir.
Rapordaki kısıtlamalara değinilen bölümlere bakacak olursak; “ifade özgürlüğü kısıtlandı.” Yalan mı? İfade özgürlüğü kısıtlanmadı mı? “Olağanüstü Hal tedbirlerinden hukuksuz bir şekilde etkilenenler için etkili bir başvuru mekanizması” oluşturuldu mu? Oluşturmadığını hepimiz biliyoruz: 150 bin kişi gözaltına alındı, gerçek rakam daha fazladır. 78 bin kişi tutuklandı, 110 bin kamu çalışanı görevden alındı ve bunların 40 binin iade edildiği söyleniyor. Bunun da ne kadar gerçek olduğunu bilmiyoruz. Tahkik edebilecek durumda değiliz. Saydam denetim mekanizmalarına sahip değiliz, bunlar yalan mı? “Yürütmeden mahkeme kararlarını etkileyen açıklamalar” geldiği ve bunun sonucunda Anayasa Mahkemesi kararlarının yerel mahkemeler tarafından uygulanmayacağı konusundaki diretmeler olmadı mı? “Olağanüstü Hal”in bu rapor açıklandığı gün uzatılması için bir dönem daha karar alınmadı mı? “Referandumda hile” yapılmadı mı? Referandumda hile yapıldığını bizzat Yüksek Seçim Kurulu ilan etti. “Hile meşrudur” dedi ve şimdi bu meşru denilen hile kanun haline geldi, kanuna karşı kanun, kanunu çelen kanun çıkartılmadı mı? Bu kanun şöyle demiyor mu? “Mühürlü olmayan zarflar da geçerlidir.” Gözünüzün önüne getirin böyle bir hukuksuzluk karşısında bir eleştiri olmaması halini. Herkesin kendi bağlandığı ilkeyi inkârı anlamına gelmez mi bu? Referandumla ilgili olarak iki büyük uluslararası hak kuruluşunun; Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının yayınladıkları raporlar esasen kendine saygısı olan bir hükümeti yerin dibine sokacak raporlardı. Her şeyden önce referanduma konu olan tartışmanın bir tarafı devletin bütün gücüyle desteklenirken öbür tarafının devletin bütün şiddetiyle ezildiğine dair son derece açık bulgular ve belgeler ortaya konmadı mı?
“Parlamentonun gücünün ve fonksiyonunun, yeni referandumdan çıkan anayasa değişiklikleriyle kısıtlandığı” yalan mı? Bunlar böyle değil mi? Şu an Tayyip Erdoğan fiilen ve Kasım 2019’dan itibaren -eğer bir seçimle daha öne alınmazsa- hukuken yasa çıkartma hakkına, bütçeyi hazırlama hakkına, Türkiye’nin iç ve dış siyasetini tayin hakkına, üniversitelere rektör, mahkemelere yargıç atamaya, doğrudan doğruya yetkili olmayacak mı? Bütün bunlar bir tür sultanlık ihtirası değil mi? Ve bütün bunlar Avrupa Konseyinin ve dolayısıyla Avrupa Birliğinin en önem verdiği anayasal danışma kurulu olan Venedik Komisyonunun tavsiyelerine hiç kulak asmadan, hiç aldırmadan gerçekleştirilmedi mi? “Kanun Hükmündeki Kararnamelerle cumhurbaşkanının olağanüstü bir yürütme yetkisi kazandığı” yalan mı? “Askeri ve istihbarat servislerinin parlamentoya hesap verme zorunluluğu yeterli değil” hatta sıfır mesabesinde olduğu gerçek değil mi? “Barışçıl ve sürdürülebilir bir çözüm için gereken saygın bir siyasi süreç” konusunda, Kürtlerin yaşadığı illerde ve Kürt sorununun bir bütün olarak genelinde bir gelişme olmadığı yalan mı? Tam tersine her şeyin daha kötüye gittiğini, günlük hayatta kullanıldığı haliyle Kürtçenin baskı altına alındığı, Kürtlüğün baskı altına alındığı, Kürt olmanın zemmedildiği, bütün bunlardan ötürü insanların ayrımcılığa tabi tutulduğu, işlerinden çıkartıldığı, Türkiye’nin batı illerine, Karadeniz il ve ilçelerine giden çalışanların linç tehdidi altında yaşadıkları ve çalıştıkları yerleri terk etmeye zorlandıkları ve bütün bu fiillerin, linç hukukunun cezasız kaldığı yalan mı? “Kanun Hükmündeki Kararnamelerle insan haklarının ve temel hakların altının oyulduğu” yalan mı? “Yolsuzlukla mücadelede herhangi bir ilerleme sağlanmadığı” yalan mı? Yolsuzluğun kendisinin kanun haline geldiği, hukuk haline geldiği bir ülkede yaşadığımız yalan mı? “Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerinin normalleştirilmesinde herhangi bir ilerleme olmadığı” yalan mı? “Avrupa Birliği üyesi ülkelerle, ülkelerin bazılarıyla ikili ilişkiler saldırgan ve kabul edilemez retorikleri de kapsayan bir şekilde gerilemedi mi?
Şimdi Türkiye’yi yönetenler, Dış İşleri Bakanlığı diyor ki; “Biz haklıyız, Avrupa Birliği bizi anlayışla karşılasın bizi anlamazdan geliyor.” Ben doğrusu bu koşullar altında çok fazla anlayış gösterildiğini ve Avrupa Komisyonunun, Avrupa Parlamentosunun ortaya koyduğu gerçeklerden çıkartılabilecek siyasi sonuçlardan geriye doğru adım atarak aslında Türkiye’yi yönetenlere bir uzlaşma teklif ettiğini anlıyorum. Bu uzlaşma aşağı yukarı şu şekilde biçimleniyor: Türkiye ile Avrupa Birliğinin merkezi güçleri aslında sürüncemeli bir ortaklık tartışmasının yanı sıra imtiyazlı ortaklığın fiilen gerçekleşmesi yönünde adımlar atıyorlar. Türkiye’nin özellikle bu raporda övüldüğü noktalara bakacak olursak aslında Maastricht kriterleri tarafından karşılanan pek çok yönde ilerleme olduğu yani işleyen bir piyasa ekonomisi, işleyen bir finansal rejim, artan istihdam, artan büyüme gibi tespitler, kimi eleştirilerle birlikte Türkiye’nin lehine bir unsur olarak ortaya konuyor.
İkincisi, en önemli diğer konu; Göç Anlaşmalarının göklere çıkartıldığını görüyoruz. Oysa gerek Avrupa Parlamentosu gerekse Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde Türkiye ile Avrupa arasında imzalanan Göç Anlaşmalarının esasen Türkiye’nin güvenli bir üçüncü ülke statüsüne sahip olmadığı için insan hakları, göçmen hakları, göçmenlik statüsüne aykırı, bunları çelen anlaşmalar olduğu için yürürlüğe konulmaması gerektiği hakkında parlamento kararları var iken bunların göğe çıkartılması, besbelli Türkiye’nin esasen Ortadoğu’dan ve esasen Suriye’den ve diğer Arap ülkelerinden Avrupa’ya doğru göçün karşısında esasen etik dışı bir kale oluşturulmasının ödüllendirildiğini görüyoruz. Bunu sırf eleştiri maksadıyla da söylemiyorum. En önemli mesele şudur: Türkiye’nin özellikle Almanya ile yaptığı Göç Anlaşmasının püf noktası şurasıdır: Vasıfsız her Suriyeli göçmene karşılık Türkiye, vasıflı bir göçmenin onunla yer değiştirecek şekilde Almanya’ya göçüne kapı açacaktır. Bunun karşılığında da 3 milyar dolar alacaktır. Özetle Almanya’ya topraklarından, yaşadıkları yerden kopartılmış vasıflı emekçilerin, mühendislerin, mimarların, doktorların ve diğer -Alman ekonomisinin gereksindiği- vasıflı işgücünün göçebilmesi için oraya daha önce göçmüş, “kaçak yollardan” -tırnak içerisinde- girdiği söylenenlerin Türkiye’ye iadesi üzerine yapılmış bir anlaşmadır. Bunun esasen bir esir takasından başka bir anlamı var mıdır? Bütün övülen ilişki aslında değerli esirlerin değersiz esirlerle takas edilmesine ilişkin. O yüzden Türkiye ile Avrupa Komisyonu arasında son derece sıkıntılı bir başka sürecin başlamış olduğunu görüyoruz ve bunu belirliyoruz.
Türkiye ve Avrupa Birliği ister zımnen imtiyazlı ortaklık konusunda anlaşmış olsunlar, ister anlaşmasınlar Biz Maastricht Avrupa’sından çok Kopenhag Avrupa’sına itibar ediyoruz. Bu çerçevede insan hakları, demokrasi, halkların eşitliği, barış içinde yaşama hakkı, kadın ve çocuk hakları, işçi hakları, ifade özgürlüğü, vicdan özgürlüğü çerçevesinde Avrupa’da ve bütün dünyadaki uygar dünyadaki haklar çerçevesini geri kazanmak için mücadeleye devam edeceğimizi söylemek istiyoruz. Bu ilerleme raporu aslında bir bakıma muhalefetin bugüne kadar ortaya koyduğu bütün iddiaları kayıt altına alarak Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’dan ibaret olmadığını belirlemekle olumlu bir iş görüyor. Fakat öte yandan ulusal hükümetlerle Tayyip Erdoğan rejiminin yaptığı tüm anlaşmaları da yedeğine alarak aslında “ortaklık perspektifinin kaybolmuş olduğu”na dair Avrupa Parlamentosu raporunu da çöpe atıyor. Bu çerçevede bugüne kadar Türkiye neden bu eleştirilerin gereğini yapmadıysa, halkların haklarını teslim etmediyse, yönetim neden olağanüstü hali fütursuzca sürdürmeye, çabalamaya devam ediyorsa aynı şeyleri bütün bu uzlaşma parodisinin arkasından da yapmaya devam edecek. O yüzdendir [Türkiye tarafından] pes perdeden itiraz edilmesi. Aslında belki de Devlet Bahçelinin erken seçim talebinin, tam da bu raporun yayınlanacağı gün ortaya atması da bu rapordan doğabilecek bütün tartışmaların erken seçim tartışması altında ezilmesine hizmet etmek içindir.
Sonuç olarak Avrupa Komisyonunun raporu ‘dağın fare doğurduğu’ şeklinde yorumlayabileceğimiz bir sonuç yarattı. Ancak biz şunu söyleyebiliriz: Bununla birlikte Türkiye’nin üyelik perspektifi -hakikaten üye olup olmamasının, Türkiye’nin Avrupa Birliğinin eşit haklı bir üyesi haline gelip gelmemesinin ya da bunun vadesinin ötesinde- Türkiye’ye bir uygarlık perspektifi kazandırdığı için önemli [idi]. Yani halkların eşitliği, Kürt meselesinin adil, demokratik, öz yönetimci bir tarzda çözümü, insan haklarının en yüksek standartlarda gerçekleşmesi bakımından Türkiye’ye bir çıpa sağladığı için önemliydi. Öyle görünüyor ki gerek Avrupa’yı yönetenler, gerek Türkiye’yi yönetenler bu çıpanın Türkiye-Avrupa arasındaki en uzak noktaya yerleştirilmesi konusunda zımni bir görüş birliği içerisindeler. Biz [hali hazır süreci] Türkiye’nin bu çıpayı sürükleyerek, kendisini despotik rejimler ailesi içerisine atmasının kolaylaştırıldığı, bunun önünün açıldığı bir süreç olarak görüyoruz ve buna karşı mücadele edeceğiz. Türkiye’nin despotik rejimler ailesi içerisinde de aslında kendisine vaad edilmiş cenette bir yer yok. Orası kuralsız bir cangıldır. Ve bu kuralsız cangılda da ortaklıkların nasıl iki günde değiştiğini, nasıl dün dost olanların yarın düşmanlar olarak birbirlerinin tepesine bomba yağdırdıklarını bilmiyor değiliz ve bu güvensiz sulara Türkiye’yi sürüklemenin aslında -Avrupa ne kadar kapitalist uygarlığın Kabe’si olursa olsun oranın aynı zamanda işçi haklarının, kadın haklarının, feminizmin, anti militarizmin, anti faşizmin dünyası olduğunu da bilerek, devletler arası değil ama halklar arası ortaklığın ilerlemesi bakımından bir halklar diplomasisi izlemeye devam edeceğiz.
Türkiye istediği kadar Macron’dan uçak satın alarak, Merkel’den tank satın alarak ilişkileri dengelediğini düşünsün, biz o uçakları ve tankları imal eden o fabrikalarda çalışan işçilerin talep ettikleri sosyal Avrupa zeminine doğru Türkiye’nin, Türkiye halklarının, Türkiyeli emekçilerinin taşınması için elimizden gelenden çoğunu yapacağız. Özetle bu raporun yeni bir istikamet, Türkiye Avrupa ilişkilerine yeni olumlu bir istikamet kazandırmadığını ve Türkiye’de yaşayan ve mücadele eden halkların kendi özgürlüklerini ancak kendi çabalarıyla kazanmalarının onların geleceğini aydınlatabileceği yolundaki temel ilkeyi bir kere daha ufkumuzda parlattığını söyleyebilirim.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.