Kürkçü: “Türk devletçiliğinin temel karakteristiği şudur: Toplumun, yönetilenlerin taleplerini karşıla ama çok geç ve çok az karşıla. ‘Çözüm Yasası’nın prensibi de budur, çok geçtir, çok azdır.”
Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu 4’üncü maddeyle ilgili partimiz adına söz aldım.
Tasarının tamamı hakkında partimiz adına yapılan konuşmaları dinlediniz. Bunlara katılıyorum. Öyledir. Zamanı daha verimli kullanmak için, münhasıran, özellikle bu madde üzerine konuşacağım. Tabii ki genel kaygılarımızı da ifade edeceğim.
Kanunun, ben, felsefede totoloji denilen şeye denk düştüğünü düşünüyorum: Zaten öyle olan şeyin öyle olduğunu söylemek yani: “Kanun kapsamında verilen görevler ilgili kamu kurum ve kuruluşlarınca ivedilikle yerine getirilir.” Zaten “İvedilikle yerine getirilmez” diye bir kanun olabilir mi? Olamayacağına göre bu Maddenin 1’inci fıkrası tamamen lüzumsuzdur. İkincisi ise “Bu Kanun kapsamında verilen görevleri yerine getiren kişilerin hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz.” şeklindedir. Eğer kanun kanunsa, Anayasa’ya uygunsa zaten verilen görevler yerine getirildiğinde bir ceza sorumluluğu doğmaz. Ama belli ki bu, devlet içerisinde ve AKP içerisinde sürmekte olan gerilim bir çeşit meydan muhaberesi kapsamında düşünüldüğü için, yargıyı kuşatan bu ikilik içerisinde düşünüldüğü için, herhangi bir savcı herhangi bir biçimde her hangi bir devlet memurunu sorguya çekmeye teşebbüs bile edemesin diye düşünülmüş.
Ancak, tabii, her zaman olduğu gibi, bu kapsam eksik ve kanunun çokça dilinden düşürmediği “süreç” kavramıyla çelişkili. Çünkü “süreç” dediğiniz şey, oluş ve yok oluş arasındaki ilişkidir, bağlamdır. Bir şey vardır yok olur, yerine başka bir şey geçer, o yok olur yerine başka bir şey geçer. Yani bu ilanihaye devam eden bir durum değil, bir durumdan bir başkasına geçiştir. Böyle olabilmesi için de yani savaştan barışa geçilebilmesi için de savaş güçleri ile barış güçleri arasında bir karşılıklılık kurmak ve barış güçlerine kuvvet kazandırmak olabilir bu yasanın amacı. Ancak, burada, gördüğümüze göre sadece ve sadece devlet görevlilerine kuvvet kazandırmak üzerinedir. Ben, doğrusu, bunun, adı geçen “çözüm” ve “barış” kavramlarıyla çelişkili bir yaklaşım olduğunu söylemek isterim. Ancak bununla birlikte -biz bir değişiklik önergesi de vereceğiz- yasaya karşı oy kullanmayacağımızı, yasa için olumlu oy kullanacağımızı biliyorsunuz, bunu söyledik.
Bunun biricik sebebi şudur, baştan sona adıyla, içeriğiyle, kapsamıyla, kelimelendirilişiyle problemli olan bu yasaya “evet” oyu verecek olmamızın biricik nedeni, nihayet çözüm sürecine bir parlamenter onay üretme ihtiyacının ortaya çıkmış olması, Parlamentodaki bütün partilerin ve güçlerin görüşüne açık hâle gelmesi, ister istemez bu yasa Parlamentodan çıktığı için parlamenter denetim yetkisini hep birlikte kullanmamıza imkân vermeye başlayabileceğinden ötürüdür. O nedenle, biz bütün bu mülahazalarımıza rağmen, değişiklik önergemizle birlikte olumlu oy kullanacağız. Ancak bu hâliyle bu maddenin mutlaka değişmesi gerekir. Değişmediği takdirde sürece sivil toplumdan, kamusal alandan katılacak olan bütün yurttaşlarımızın devlet memurlarına nispetle çok daha az bir korumaya sahip olarak sürece katılacakları ortaya çıkacaktır.
Basit bir örnek: Ben eğer sıradan bir yurttaş olsam, milletvekili dokunulmazlığım olmasa, süregitmekte olan çözüm süreci bakımından benimle aynı kanaatleri paylaşmayan bir savcının karşısında milletvekillerinin kullandığı söylemi ve icraatı uygulamaya başlayacak olsam, onu koruyacak olan, devlet görevlilerini koruyacak olan yasa beni korumayacaktır. Dolayısıyla, toplumun bu çözüm sürecine katılma yollarının hiçbir şekilde açılmadığı, iki yanlı, diyalektik bir süreç olmaktan bunun çıktığı, bir devlet tatbikatından başka bir şey olmadığı, olamayacağı sonucuna varacağız. O yüzden, bu hâliyle bu maddenin mutlaka değiştirilmesi gerekir.
Ben bir bütün olarak bu yasaya karşı çıkan vekillerimize de şunu sormak isterim: Niçin bundan daha iyi bir yasayı ortaya koymak, niçin bundan daha tutarlı bir barış projesini ortaya koymak, niçin bundan daha tutarlı bir yol ve yordam ortaya koymak bakımından bu kadar cimrisiniz? Niçin çatışmanın devamından başka bir anlama gelmeyecek daimî bir inkâr hâlinde bulunuş size değerli geliyor?
Ben anlıyorum ve kabul ediyorum söylenenlerin bir bölümünü. Örneğin “şehit aileleri”nin bu süreçte ne dediklerinin bilinmesi ve onların duyarlılıklarının da göze alınması gerektiği apaçık bir hakikattir, bir bedahettir; bunun tersini düşünmek mümkün olamaz fakat şunu da sormak istiyorum: Ya yaşayan şehitler ne olacak? Bakın, Türkiye’de, kaba bir hesaplamayla, bu çatışmanın başladığı günden 2013’e, çatışmasızlık ilanına kadar 6 milyon civarında 20 yaşındaki genç bölgede askerlik yaptı, çatışma bölgesinde. Bu gençlerin hepsi şu ya da bu şekilde bir ruhsal travma geçirdiler. Sevgili arkadaşım Nadire Mater’in “Mehmedin kitabı” başlıklı söyleşiler dizisi, bu çatışma sürecinden geçmiş erlerin yaşadıklarıyla dopdoludur ve hepsinin anlattığı şey, ailelerinin anlattığı şey şudur: Askere sağlam giden çocukların hepsi geriye travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip olarak dönmüşlerdir. Üstelik bu halk buna bir de ad koymuştur “deli kan” diye. Askerden dönen gençlerin huzursuzlukları, sürekli olarak şiddete eğilim göstermeleri ve günümüzde pek çok ağır şiddet vakalarının arkasından -hemen hemen hepsinde- askerliğini bölgede yapmış gençlerin çıkmış olmasının şaşırtıcı olmaması gerekir.
O nedenle şehitlerin arkasından ağlamak amenna, fakat bu çocuklar eğer şimdi yaşamıyor olsalardı, bir kurşun tesadüfen yanlarındaki arkadaşlarına değil de onlara çarpmış olsaydı birer “şehit” olacaklardı. Şimdi ülkemiz bu yaşayan şehitlerle doludur ve hepsi son derece ağır bir biçimde bu savaşın yükünü çekmektedirler. Ne teklif edilmektedir onların bu çatışma sonrası stres bozukluğundan, travma sonrası stres bozukluğundan kurtulmaları için? Hemen hemen hiçbir şey.
Bu önerinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen önce getirilmesinde kasıt arayan arkadaşlarımız var. Ben kasıt aramaya gerek yok diyorum, kasıt aynen budur fakat siyasette bundan daha meşru bir şey yoktur. Buna itirazı olan arkadaşlarımızın çok daha mükemmel bir öneriyle Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde gelmeleri gerekirdi. Cumhurbaşkanı adaylarının herkesten önce -diğer Cumhurbaşkanı adaylarına bırakmaksızın- barışı, çözümü, eşit yurttaşlığı dile getiren bir teklifin sözcüsü olmalarını istememiz gerekirdi, bunu beklememiz gerekirdi. Dolayısıyla, bu yasanın sorunu, bir çatışmayı çözme dinamiğini başlatmaya niyet etmiş olması değil, bunu çok geç ve çok az yapıyor olmasıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, aslında Türk devletçiliğinin bütün özelliklerini, bütün olumsuz özelliklerini üzerinde taşımaktadır. Türk devletçiliğinin temel karakteristiği şudur: Toplumun, yönetilenlerin taleplerini karşıla ama çok geç ve çok az karşıla. Bunun prensibi de budur, çok geçtir, çok azdır. Fakat hiçten fazla olduğu için, Parlamenter denetime kapı açtığı için biz bu yasanın tamamı hakkında olumlu bir tutuma sahibiz.
Cumhuriyet Halk Partisinin de süregelen tutumunu değiştirerek bu yasanın gerçekleşmesine engel olmama yolunu seçmiş olmasını da önemli görüyoruz.
Ben, Milliyetçi Hareket Partisi milletvekillerinin de aslında bu tartışmalardan bir sonuç çıkartmış olacaklarını tahmin ediyorum. Çünkü siyaseten şöyle bir şey olamaz: Meclisin üç partisi bir yerde, bir partiyse mutlak olarak onların karşısında, memleketi ortadan yaran bir soruna dair pozisyon alıyor olamaz. Bu, geçmişte kalmış olan eski argümanların yeni duruma uymamasından doğan bir çatışkıdır ve belli bir vadede bunun çözüleceği de tabidir. Ben, MHP’nin de bu çözüm sürecinin bir parçası olmaya gayret edeceğini düşünüyorum. Çünkü onların temsil ettikleri kitleler içerisinde de bu çatışmanın mağdurları binlercedir.
Bu maddeye bu hâliyle olumlu oy vermek mümkün değildir ama bir değişiklik tasarısında birleşmek mümkündür.
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
(Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesi Yasa Tasarısı üzerine E. Kürkçü’nün TBMM’de yaptığı konuşma)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.