Ertuğrul Kürkçü, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Melih Gökçek’in belediyesine baktığımız zaman insan sağlığına, kamu yararına aykırı bir faaliyetten şüphelenmek için her türlü sebebimiz var.” dedi.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Cumhuriyet Halk Partisinin, Ankara Belediyesinin asbestle yapılmış eski Havagazı Fabrikası’na ilişkin belediye etkinlikleri hakkında verdiği, gerekçesi de izah edilen önergesini benimsiyoruz, lehindeyiz. Bu önerge doğrultusunda Meclis karar vermelidir. Tabii, eminim, hiç şüphem yok, AKP’li arkadaşlarımız bu önergeyi reddedeceklerdir ama olsun; nihayet, burada konuşulanları halk dinliyor, bunlar hakkında bir kararı olacaktır.
Doğrusu, sadece Cumhuriyet Halk Partisinin bir önerge vermesi gerekmiyordu bunun için. Türkiye’nin üyesi olduğu uluslararası kuruluşların, Dünya Sağlık Örgütünün, Uluslararası Çalışma Örgütünün bu konuda, hükûmetlere yönelik çok açık direktifleri var. Asbestosun hiçbir zaman inşaatlarda ve başka bir yerde, insanlar ile doğanın ilişkide olduğu hiçbir noktada kullanılmaması gerektiği, kent yaşamında, sanayide kullanılmaması gerektiği konusunda ya da belli tedbirler olmadan kullanılmaması konusunda çok açık tedbirler önerilmiştir. Hükûmet mevzuatı, belediye mevzuatı zaten bu tedbirleri otomatik olarak içermeliydi ancak önerge, bunların hiçe sayıldığı noktada bunun zorunlu olduğunu ortaya çıkarıyor.
Ankara Belediyesinin genel olarak belediye hizmetlerini gerçekleştirirken gözettiği temel ilkenin halka hizmet ve halkın yararı değil, esasen, kârlılık ve gelir gibi, doğrudan doğruya halk yararını, kamu yararını ilgilendirmeyen, hatta, çoğu kez bunlarla çatışma hâlinde olan ilkelere dayandırıldığını biliyoruz. O nedenle, Havagazı Fabrikası’nın bu kadar palas pandıras yıkıma girişilmesinin nedeni çok açıktır. Yeni bir rant alanı açılması, bunun bir an önce ve en düşük maliyetle gerçekleştirilmesi için işçi sağlığı, halk sağlığı hiçe sayılarak bu adımlar atılmıştır. Bu bakımdan, önerge zaten kendisini yeterince anlatıyor.
Bunun yalnızca o gün orada çalışmakta olan işçiler için bir risk kaynağı olduğuyla da yetinmememiz gerekir çünkü daha önce de burada açıklandığı gibi hem genel olarak o çevrede yaşayanlar hem orada çalışanların toplumla, kendi aileleriyle, yakınlarıyla, yakın çevreleriyle kurdukları ilişkide asbest liflerinin büyük bir hızla yayılma ve kaynağından çok daha uzağa gitme kabiliyeti dolayısıyla çok daha geniş bir çevreyi etki altına alacağı çok ortadadır. Bütün bunlarla ilgili hiç değilse bu önergenin -kabul edilmese de AKP çoğunluğu tarafından- bir uyarı kabul edilerek belediyeye yönelik çeşitli tedbir ve uyarıların yönlendirilmesi bakımından hem grup hem İçişleri Bakanlığı tarafından değerlendirilmesini de beklemek icap eder çünkü asbest lifleri dağılırken üzerine konduğu, nefes borularına girdiği insanları partilerine, sınıflarına göre ayırt etmiyor, AKP’li yurttaşlarımız da bunun tehdidi altındadır, Cumhuriyet Halk Partili yurttaşlarımız da tehdidi altındadır, biz Ankara’da yaşayan, Ankara’da bulunan herkes bunun tehdidi altındayız. O yüzden hafife alınmaması gerekir çünkü bütün meslek kuruluşları asbestle temasın kasıtlı bir biçimde gerçekleştirilmesini taammüden cinayet olarak değerlendiriyorlar, bunda da haksız sayılmazlar çünkü sonuçları otomatiktir. Yani asbestin buna yol açmadığına, kansere yol açmadığına, başka iyileşmesi güç ve hatta imkânsız hastalıklara yol açmadığına dair hiçbir karine yoktur; tam tersine, karsinojen olduğu, kansere yol açtığı Dünya Sağlık Örgütü tarafından apaçık ortaya konuldu, işçi sağlığıyla doğrudan doğruya ilgili olan birinci derecedeki uluslararası kuruluş, Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Çalışma Örgütü de bunu kayıt altına aldı. Dolayısıyla, bu tedbirlerin mutlaka ve mutlaka alınması gerektiği apaçık.
Şimdi, Ankara Belediyesinin çevreye ilişkin, insan sağlığına ilişkin, halk sağlığına ilişkin bütün konulardaki ihmallerinin veya da kasıtlı ihmallerinin bir yeni örneği. İlk defa bununla karşı karşıya gelmiyoruz, aslında Melih Gökçek Başkanlığındaki Ankara Belediyesinin oluşturduğu böylesine geniş bir deneyim alanı var yani Melih Gökçek’in belediyesine baktığımız zaman insan sağlığına, kamu yararına aykırı bir faaliyetten şüphelenmek için her türlü sebebimiz var. Tabii ki sadece belediye hizmetleri alanında değil, aslında üstüne hiç vazife olmayan alanlarda, çeşitli sivil silahlanma girişimleri bakımından da öncü bir rol oynadığını biliyoruz, dün bunu tartıştık, konuştuk. Özetle, nerede hayatı tehdit eden, nerede sağlığı tehdit eden bir şey varsa onun arkasında bir belediye faaliyeti görmek son derece tuhaf çünkü bu bir oksimoron gibi yani birinci terimi ikinci terimini dıştalayan bir tamlama gibi halk sağlığına karşı çalışan bir belediye. Belediyenin biricik işi tam tersini gerçekleştirmekken ne yazık ki bunlara tanık oluyoruz. O nedenle ben Cumhuriyet Halk Partisinin önerisinin, aslında Melih Gökçek’in halk sağlığına karşı faaliyetler portföyünün içerisinde sadece bir anı ifade ettiğini yoksa belki de Ankara Belediyesi hakkında daha genel bir görüşmeye ihtiyacımız olduğunu söylemek istiyorum, o nedenle biz buna olumlu oy vereceğiz.
Sözümü bitirmeden önce kalan zamanda da bugünün 1 Mart olduğunu hatırlatarak birkaç noktaya değinmek istiyorum. Biliyorsunuz, 1 Mart 2003’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Türkiye Cumhuriyeti’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı istilasına ortak olmayı son tahlilde reddetmiştir. Meclisteki oylamada gerçi çoğunluk bu yönde hükûmet tezkeresinden yana oy kullandı ama gerekli olan sayıda oy kullanılamadığı için bu tezkere düştü, akim kaldı. Hükûmet Başkanı olan, Başbakan olan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök’ün çabalarına rağmen o zaman bu tezkere Meclisten geçmedi. Böylelikle, Hükûmetin iradesine ve Hükûmetin “üst akıl” dediği gücün, Amerika Birleşik Devletlerinin, Pentagon’un iradesine rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi belki de Parlamentonun haysiyetini en yukarı çıkartan bir adımı atarak dünyanın bütün mazlum milletleri nezdinde Türkiye Parlamentosuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne çok yüksek bir itibar kazandırdı. Ancak bir itibarın, bu kazandırılan itibarın değerinin bilinmediğini ve bilinmemeye devam ettiğini o zaman Başbakan şimdi Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ın, aslında 1 Mart tezkeresi geçmeliydi, aslında biz de Irak’ı istila eden kuvvetler arasında olmalıydık diye büyük bir pişmanlıkla 1 Mart tezkeresinin reddini hatırlamasını not etmeliyiz. Bunun Adalet ve Kalkınma Partisinin geleceği bakımından da tayin edici bir rolü oldu. Aslında Adalet ve Kalkınma Partisi belki de parti azınlığının yol açtığı bu tarihsel rolü bir siyaset olarak içselleştirmiş olsaydı tamamen başka bir yerde olabilecekken ne yazık ki bu yolda devam etmedi. Aslında o gün 1 Mart tezkeresinin reddi yönünde oy kullanan hemen hemen bütün önde gelen AKP’liler bugün AKP’den tasfiye edilmiş durumdalar; Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Bülent Arınç, Zeki Ergezen, Azmi Ateş, Kemalettin Göktaş, Hüseyin Çelik ve en uzun dayanan Ahmet Davutoğlu idi ama o da kenara çekilmek zorunda kaldı. O nedenle, 1 Mart tezkeresinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddini Türkiye için önemli, büyük bir adım ama Adalet ve Kalkınma Partisi açısından trajik bir son olarak gördüğümüzü ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin açtığı yoldan aslında bütün politik partilerimizin uluslararası ilişkilerini bir kere daha düşünmesi için bugünün öneminin altını çizmek istiyorum. Dünyanın mazlum milletlerinin istediği şeyi değil, “üst akıl” dediğiniz şeyin istediğini yaptıkça, aslında ister Trump olsun ister bir başkası olsun sonuçta dünyanın mazlum milletleriyle bugün olduğu gibi karşı karşıya kalırsınız. Sıfır sorun diye girdiğiniz dış siyasetten sıfır komşuyla çıkarsınız. Bu da, 1 Mart tezkeresi de Meclisimize ve buradaki partilerimize ibret olsun. Biz Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Martta olduğu yerde durmaya devam edeceğiz Halkların Demokratik Partisi olarak.
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.