Ertuğrul Kürkçü, TBMM Genel Kurulu’nda Avrupa Birliği Bakanlığı üzerine yaptığı konuşmada: “Bizim için iki Avrupa var: Birisi bankaların, tröstlerin, finans kapitalin Avrupası; ötekisi ise halkın, halkların Avrupası, bir sosyal Avrupa ümidi ve ihtimali. Bizim bütün gelecek beklentimiz, dünyada ve Avrupa’da halkların gücünün yükseldiği ve onlarla ortaklık alanlarının geliştiği bir ilişki biçimidir.” dedi.
HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sevgili arkadaşlar, Avrupa Birliği Bakanlığının bütçesini görüşeceğiz. Bakanın Plan ve Bütçe Komisyonuna sunduğu ve özellikle 2022’de Avrupa Birliğiyle müzakere sürecinin tamamlanarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi sıfatını kazanacağı bir bütünleşmeyi kapsayan stratejik plan hedefleri de bir kelimesi bile değişmeden kabul edildi, buraya geldi. Aynı şeyler dün Dışişleri Bakanı tarafından da Meclis kürsüsünden daha genel ifadelerle olsa da dile getirildi.
Ama bir de gerçekler var. Adalet ve Kalkınma Partisinin on beş yıldır iktidarda geçirdiği Hükûmet döneminden sonra biliyoruz ki, Türkiye’nin dış politikası denilen şey, esasen Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanının Türkiye dışı dünyaya dair hayalleri, fantezileri, kurmacalarından oluşan bir tahayyülattan ibaret. Bu zihniyet prizması içerisinden okuduğu dış dünyaya ilişkin, içerideki iktidar mücadelesine bunun sunduğu imkân ya da imkânsızlıklara bağlı olarak değişen bir anlatıyı Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı her gün, bulduğu her kürsüden kuvvetle ifade ediyor. Burada şedit ve ısrarlı bir biçimde dile getirilen “Hain Batı” kavrayışıyla bu Avrupa Birliği Bakanlığının ve Dışişleri Bakanlığının perspektifi nasıl bağdaştırılabilir, bu bir çelişki değil mi? Bence bu sorunun bir cevabını bulmamız lazım.
Kanımca bu hem bir çelişki hem bir çelişki değil. Bir çelişki değil çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Hükûmetin ve iktidarın genel doğrultusunu temsil ediyor, bunun ufkunda, bu dış politika ufkunda bildiğiniz “Kızılelma” ülküsü var fakat bu şimdi bir İslami aşıyla “kızıl hurma”ya çevrilmiş durumda. Bu “kızıl hurma” ülküsünün diplomatik aparatı da selefi cihatçılığı ile Moğol istilacılığının tuhaf bir kırması olan bir müdahalecilik, bunun içerisinde bu her gün dile getiriliyor.
Fakat tabii, politika dediğiniz dalgalanan bir süreç, kaldı ki Adalet ve Kalkınma Partisi tamamında bu yaklaşımı benimsemiş olmadığı gibi dış politikadan başka şeyler uman güçlü yapılar var Türkiye’de, büyük sermaye, Silahlı Kuvvetler, genel olarak Batı’ya yüzü dönük olan kamuoyu da henüz buna ikna olmuş değil. Ancak AB üyeliği perspektifi bu açıdan zayıflamış olsa da bir aparat, bir avadanlık olarak Dışişleri Bakanlığı portföyünde tutuluyor. O yüzden Genel Başkanın böyle, Avrupa Birliği Bakanın ve Dışişleri Bakanının öyle konuşması bir çelişki değil.
Ama öte yandan, bir çelişki de var, bu çelişki Türkiye’nin 20’nci yüzyıl kalıpları içerisinde 21’inci yüzyıldaki geleceği haber veren bütün dalgalanmaları izlerken zaman zaman yön değiştirme ihtiyacına kapılması, bunu bir türlü icra edememesi, geri dönmesi, yeniden aynı dile müracaat etmesinden oluşan bir tuhaf sarmal ama bu, bizim için de cevaplanması gereken bir soru. Bu, sadece Hükûmetin saçmalamasıyla açıklanamaz, uluslararası durumda ortaya çıkan büyük eksen kaymalarıyla, sanki bir tektonik değişim gibi kıtalar çapındaki büyük plakların kayarak yeni kırılma noktaları oluşturmaya başlamış olmasıyla ilgili. İki büyük unsur var burada: Amerika Birleşik Devletleri’nin gerilemesi, Avrupa Birliğinin duraksaması, Çin ve Rusya’nın ilerlemesi, bunların yanında, Türkiye’nin hemen güneyinde Arap dünyasında meydana gelen, özellikle Arap isyanlarıyla karakterize edilen büyük değişiklikler. Bunları 20’nci yüzyıl statükosu içerisinden okuyamayacağımız bir gerçek. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisinin bulduğu formül, bulduğunu düşündüğü formül bu halkın, bu toplumun beklentileriyle tamamen alakasız. Kıtalar nereye kayarsa kaysın, dünya nasıl değişirse değişsin, dünyanın değişmesinden Türkiye nasıl etkilenirse etkilensin, Türkiye halkları için değişmez iki talep var: Bunlardan birincisi refah, ikincisi özgürlük. Türkiye bütün topluma, çoğunluğa, halklarımızın geniş toplamına refah ve özgürlük getirmeyen bütün uluslararası ilişkilerden zarar görür ve görmeye başlamıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi ise bununla, iktidarın pekiştirilmesi için bir imkân olduğu nispette ve ikincisi, hacı kapitalistlere yeni sermaye yatırım alanları ve yeni güç alanları yaratıp yaratmadığıyla ilgilidir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği şimdi artık bir fırsat olarak görülmüyor ama [ortaklık müzakerelerinin başlaması için] gün almaya uğraşıldığı günlerde, özellikle Silahlı Kuvvetlerin toplum ve siyaset üzerindeki vesayetini kırmak bakımından bir imkân olarak görüldüğü için allanıp pullanıyordu ama Avrupa Birliği allanıp pullandığı zaman da şimdi tu kaka edildiği zaman da bizim için durum değişmez.
Bizim için iki Avrupa var: Birisi bankaların, tröstlerin, finans kapitalin Avrupası; ötekisi ise halkın, halkların Avrupası, bir sosyal Avrupa ümidi ve ihtimali. Bizim bütün gelecek beklentimiz, dünyada ve Avrupa’da halkların gücünün yükseldiği ve onlarla ortaklık alanlarının geliştiği bir ilişki biçimidir. Daha basit olarak söylersek, bugün Avrupa Birliğinin ya da Avrupa Kıtası’nın dünya için önemi insan haklarının doğduğu, serpildiği, geliştiği ve şimdi yeni hak kategorileriyle bezendiği bir kıtanın kültürü, medeniyeti ve gelecek ufku olmasında. Bankerlerin, tröstlerin, finans kapitalin Avrupası’yla bu Avrupa arasında derin bir çelişme var. Bu Avrupa aslında Adalet ve Kalkınma Partisinin Avrupa üzerinden yükselirken desteklediği bütün güçlerle çatışıyor. Muhafazakâr Avrupa ile insan hakları Avrupası [sosyal alan olarak] aynı yer değil ama muhafazakâr Avrupa’ya duyulan öfkeyi Adalet ve Kalkınma Partisinin dış politikası insan hakları Avrupa’sına karşı bir kalkan olarak kullanmak beklentisiyle bir dış siyaset yürütüyor.
Çok açıktır, bugün Türkiye’nin içerisine [bir kötülük timsali olarak] pompalanan “sağcı Avrupa, ırkçı Avrupa, İslamofobik Avrupa”yı kim temsil ediyorsa, Adalet ve Kalkınma Partisinin Avrupa Konseyinde ve Avrupa Birliğindeki müttefikleri onlardır. Daha yeni, Avrupa Birliğinde kurdurulan Hür Demokratlar grubunun hepsi sağcılıklarıyla, suistimalcilikleriyle, yolsuzluklarıyla bilinen ve benimsenen insanlardır ve Adalet ve Kalkınma Partisi 7 kişisini de o gruba vermiştir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde iki grup var demokrasi ve insan hakları ekseni etrafında sımsıkı tutunan; Birleşik Sol ve Sosyalistler. Onun dışındaki, sağcılar neredeyse, ırkçılar neredeyse Adalet ve Kalkınma Partisinin temsilcileri oradadır. Bu çelişki nasıl açıklanmalıdır? Çok basit bunu açıklamak. Kapitalin hâkimiyetini sağlamak için [Avrupa’da] ırkçılarla, içeride ise “kızıl hurma” idealini pekiştirmek için onlara karşıymış gibi davranmak. Bütün oyun bundan ibarettir.
Halkların Demokratik Partisi, Avrupa Birliğinin kendisini bir kurtuluş ümidi, bir gelecek ufku, bir gelecek beklentisi olarak görmüyor ama bu tartışmanın kendisi, Türkiye’nin üyelik sürecinin kendisi insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti prensiplerinin Türkiye’de içselleşmesi bakımından en önemli momentumu sağladığı için biz buna büyük bir dikkatle bakıyoruz. İster Türkiye Avrupa Birliğinin üyesi olsun ister olmasın, ister Hükûmet buna karşı çalışsın ister çalışmasın, Halkların Demokratik Partisi daima ve daima insan haklarının, eşitliğin, özgürlüğün, adaletin bir imkân ve ilke hâline geldiği bir uluslararası toplumun yaratılması için çalışmaya devam edecek. Bunun içerisinde kimi Avrupa ülkeleri, kimi Avrupalı kuruluşlar olabilir ya da olmayabilir ama Türkiye, özellikle Kürt halkının özgürlüğü ve geleceği Türkiye’yle birlikte kurabilmesi açısından insan haklarının egemen olduğu bir Türkiye’nin kurulabilmesinin imkânı olan sosyal Avrupa, insan hakları Avrupası’yla beraber çalışmaya devam edecek.
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.