Ertuğrul Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada Adalet Bakanı’na hitaben: “Hükûmetinizin icraatı dolayısıyla bir adaletsizlik bakanlığı olmaya mahkûm ediliyorsunuz. Buna ne siz şahsen layık olabilirsiniz ne de Türkiye böyle yaşamaya layık. Er geç layık olduğumuz gibi yaşayacağımız bir hükûmeti kurma gücünü bulacağız.” dedi.
ERTUGRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Bakan, Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; “Adalet Bakanlığının alanına neler giriyor” diye baktığımızda, Bakanlığın yasası çok şaşırtıcı bir biçimde Bakanlığın ilk görevini “mahkeme ve hapishane açmak” olarak saptamış. Oysa buradaki genel konuşmalar[a bakılırsa] Adalet Bakanımızdan herkes adalet bekliyor -bu konuda araştırma yapmak gibi bir görevi var ama sıranın sonunda- sanıyorum adaleti Adalet Bakanlığından beklememizi, en çok, yasası engelliyor ama biz gene bu temenniye katılarak onu adaletten sorumlu Bakan olarak görmeye devam edelim. Belki böylece onu da adalet uğruna mücadeleye teşvik edebiliriz. Fakat durum sanıldığından kötü çünkü Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Bey 2016’da “Yargıya güven yüzde 30’lara düştü.” demişti. Sizden bir önceki Bakan, Bekir Bozdağ da 223 adliye sarayı açtığı için adalete büyük hizmetlerde bulunduğuna inandığı bir sırada, “ister istemez, yargıya güvende sıkıntı” olduğunu söylemişti. Yani güvenilmez bir yargımız var ve bu, sizin elinizde.
Bu görevleriniz itibarıyla şu ana kadar 224.878 yurttaşımızı hapsetmişsiniz fakat onları hapsetmeye yetecek kadar yer olmadığı için 22.202’sinin nerede yatacağı belli değil. Ben bilmiyorum nerede yatıyorlar. Bu 224.878 yurttaşımızın da aslında -bir önceki dönem cezaevleri komisyonu üyesi olduğum için biliyorum- pek çok cezaevinde 3 kişi için tasarlanmış yerlerde 8 ila 12 kişi civarında kaldıkları da oluyor. O yüzden, yurttaşlarımızın da cezaevindeki durumları aslında dışarıdakinden daha da iyi değil. Biliyorsunuz bu retoriği, “Bir ülkenin durumunu, uygarlık düzeyini, anlamak için onun cezaevlerine bakmak yeterlidir.” denir. Cezaevlerine baktığımız zaman gördüğümüz manzara bu.
Aslında bu tablo, şu açıdan da dikkate değer: Cezaevlerindeki nüfusun genel nüfusa oranı bakımından her 100 bin kişiye kaç mahkum düştüğü, kaç cezaevi nüfusu düştüğü, bir ölçüdür. Türkiye’nin kendisinin ait olduğunu düşündüğü dünyada yani Avrupa’da, Finlandiya’da cezaevi [nüfusu] oranı 57 yani her 100 bin kişiye 57 kişi düşerken İspanya’da 128, Almanya’da 77, Türkiye’den kötü durumda Rusya var, Türkiye’de 285. Bu oran, ben Cezaevi Komisyonu üyesiyken çok daha azdı, bunun yarısı kadardı. Geçen beş yıl içerisinde neredeyse ikiye katlandığını görmek, Türkiye’de adaletin yükselen bir değer olmadığına dair bir örnek. Fakat sizi şaşırtacak başka bir istatistik de vereyim: Aynı oran Suriye’de 60, Irak’ta 123. Biz bu ülkeleri beğenmiyoruz değil mi? Oralara “medeniyet götürmek” isteriz, ordular sevk ederiz vesaire. Fakat oradaki cezaevi durumu, adalet durumu Türkiye’dekinden daha kötü değil.
Şimdi, bunların bir ölçüsü olmalı. Neye göre iyi, neye göre kötü diyeceğiz? Aslında bizim elimizde bir ölçü var. Türkiye 2004’te Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde gözetim sonrası diyalog dönemine girerken Türkiye’nin önüne konulan -Bakanlığınızı ilgilendiren- şu işler vardı: 1982 Anayasası’nda reform, seçim yasasındaki yüzde 10 barajının kaldırılması, vicdani ret hakkının tanınması, Ceza Yasası’nda reform, ifade özgürlüğünün -özellikle Ceza Yasası’nda- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarıyla uyarlı hâle getirilmesi için bununla olan orantısızlığın ortadan kaldırılması, yargıç ve savcıların, polis ve jandarmanın eğitimi.
Bununla ilgili olarak 2005’te girişilen ceza reformu önemli bir adımdı fakat 2014’te iç güvenlik yasasını gündeme getirdiği zaman Hükûmet aslında 2005 ceza reformunu bütünüyle ortadan kaldırdı ve o günden beri Türkiye’de aslında bir düşman ceza hukuku Türkiye yargısına egemen oldu. Şimdi bunu, ben, laf olsun diye, kötülemek için söylemiyorum. Yurttaşlarla devletin iç düşman olarak gördüğü kişiler arasında ceza hukukunda bir ayrım vardır artık. Hangi yurttaşlara nasıl davranılacağı konusu bütünüyle yargıçlardan alınıp idareye devredilmiştir. Vali ve emniyet müdürlerinin savcı ve hâkimlerle yetkileri paylaştığı; tutuklama, gözaltı, üst baş arama konusunda herhangi bir emniyet görevlisinin bir savcıdan daha çok ve daha önce yetkiye sahip olduğu apaçık ortadadır. Bu bakımdan, adaletin gerçekleşmesi bakımından 2005’te atılan adımın 2014’te geriye alınmasını, bu yasanın yapımında büyük emekleri geçen Prof. Adem Sözüer şöyle nitelemişti: “Bu 2005 ceza reformunun ortadan kaldırılmasıdır. Artık bir kolluk amirinin sözlü talimatıyla kişinin donu bile çıkartılarak arama yaptırılabilir.” demişti. Eğer o zamanki Adem Sözüer’in 2005’teki bilirkişiliğine güveniyorsanız buna da güvenmeniz gerekir. O günden beri Türkiye’de adalet hâli, aslında bir toplu adaletsizlik hâli olarak devam ediyor.
Bunun kayıtlarına şuradan da ulaşabilirsiniz: Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karşısındaki durumuna bakacak olursak, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ihlal dolayısıyla hakkında karar üretilen birinci ülkedir. Burada hakikaten Avrupa birincisiyiz: Her 100 karardan 16,7’si Türkiye’yle ilgilidir. Ama merak etmeyin, İtalya bizim hemen peşimizden geliyor yüzde 12’yle. Rusya Federasyonu 9,95. 10’uncu sırada İngiltere ya da Birleşik Krallık var. Fransa da 7’nci sırada. Ancak aklımızda tutalım, biz bireysel başvuru hakkını 1987’de tanıdık ve 1990’dan itibaren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi zorunlu yargı yetkisi alanındayız. Yani bizim yirmi yedi yıl ya da otuz yıllık bir tarihimiz var, ötekilerin işte yetmiş yıla yaklaşan bir tarihi var. Bu yetmiş yıllık müktesebatı otuz yılda aşarak aslında bir bakıma büyük bir rekor kırmış sayabiliriz kendimizi. 2004-2016 arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Türkiye yargısının verdiği yanlış, ihlale dayalı kararlar dolayısıyla Türkiye’yi çarptırdığı ceza 258 milyon liradır ve bu süreç içerisinde 3.270 dava karara bağlanmıştır. En az bir ihlal görülen dava sayısı 2.889’dur. Hukuk devleti indeksinde 2016’da 112 ülke arasında sekiz sıra geriye atlayarak 99’uncu sıraya da inmişiz.
Şimdi, bütün bu şartlar altında, hakikaten Bakanlığınızın adaleti sağlamak bakımından eline verilen yetki cezaevi ve mahkeme kurmaktan ibaret ise o zaman size söyleyeceğimiz ne olabilir? Ama ben sizin bir hükûmet sorumluluğuna da sahip, bu alanda söz sahibi insanları muhatap alan Savcılar ve Hâkimler Yüksek Kurulunun Başkanı olan bir kişi olarak bu durumu düzeltebilecek şeyleri herkesten önce sizin başlatabileceğinizi düşünüyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
(Oturum Başkanlığına Sözcü Abdullah Nejat Koçer geçti)
BAŞKAN – Sayın Kürkcü, lütfen tamamlar mısınız?
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Ancak buna hakikaten arzu var mı, bunun için bir motivasyon var mı, onu bilmiyorum ama ben size şunu söyleyebilirim: Biz Halkların Demokratik Partisi milletvekilleri ve grubu olarak, bu adaletsizliğin, bu düşman hukuku, düşman ceza hukuku uygulamasının büyük bir mağduruyuz, bunun muhatabıyız. O nedenle, eğer bir şeyi düzeltmeye başlayacaksanız her şeyden önce olağanüstü hâli ortadan kaldırarak ve iç güvenlik yasasının yargının gücünü idareye aktaran bütün hükümlerini ortadan kaldırmak için bir teklifle Hükûmetin önüne gelerek işe başlayabilirsiniz. Yoksa -üzgünüm fakat- Hükûmetinizin icraatı dolayısıyla bir adaletsizlik bakanlığı olmaya mahkûm ediliyorsunuz. Buna ne siz şahsen layık olabilirsiniz ne de Türkiye böyle yaşamaya layık. Er geç layık olduğumuz gibi yaşayacağımız bir hükûmeti kurma gücünü bulacağız.
Hiç merak etmeyin.
SORULAR:
– Sayın Bakan, birbirine bağlı üç sorum var, bir de ayrıca iki sorum var.
Birincisi: İmralı Cezaevi Bakanlığınıza mı bağlıdır? Bağlıysa bu cezaevinde tutulan Abdullah Öcalan’ın dış dünyayla iletişimi neden tamamen kesilmiştir? Bu, tutuklu ve hükümlü haklarına aykırı değil midir? Üçüncüsü: Eğer Bakanlığınıza bağlı değilse, Türkiye’de Bakanlığınız yönetimi dışında bir cezaevinin bulunması nasıl açıklanabilir?
Bir de öteki sorularımı sorayım, bu da birbirine bağlı iki soru.
Birleşmiş Milletler, 72’nci Genel Kurulu üç gün önce “Gazetecilerin Güvenliği ve Cezasızlık Konusu” ve bir gün sonra da “İnsan Hakları Savunucularına Dair Mutabakat” başlıklı iki karar kabul etti. Türkiye bu kararlarda ne sponsor ne onaycı ülke, imzacı ülke durumunda. Bunun nedeni hakkında bilgi verebilir misiniz.
Bir de cezaevlerinde kimlik uygulaması mahpuslara dayatılıyor yani göğüslerine kimlik takılıyor ve bu kimlikte onlara çeşitli sıfatlar konuyor; terörist, hırsız vesaire diye. Bu, caiz midir, tutuklu ve hükümlü haklarına
uygun mudur? Bolu Cezaevinde de ziyarete gelen aileler ve mahpuslar ad, soyad ve T.C. kimlik no.larını bağırarak söylemeye, tekmil vermeye zorlanıyorlar. Bu nedenle de çeşitli itirazlar olduğundan telefon görüşmelerine son verilmiştir. Bu tekmil uygulaması bilginiz dâhilinde midir?
Teşekkür ederim.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.