Değişmesi Gereken Vekillerin Felsefesi Değil, Milletvekili Yemini

Ertuğrul Kürkçü, TBMM İç Tüzük Taslağı üzerine Anayasa Komisyonu’nda yaptığı konuşmada şimdiki milletvekili yemininin vekillere felsefi inanış ve etnisiteye dayalı milli aidiyet dayattığını söyledi ve “Leyla Zana’nın vekilliğine son vermek yerine neden yemin metnindeki ‘Türk Milleti’ yerine ‘Türkiye milleti’ demek istediğini düşünün” dedi.

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar, hepinizi sevgi, saygıyla selamlıyorum.

Umarım bu Komisyona girdiğimiz gibi çıkmayız. Bunu ummak istiyorum. Fakat umudumun da olmadığını söylemek isterim. Çünkü gidişat öyle ki, bu gelen tasarıyı herhangi bir biçimde değiştirmemek konusunda hem iki parti arasında hem de o iki partinin arkasındaki “yüksek irade”nin kontrolü bakımından herhangi bir imkân gözükmüyor. Bu tasarının burada olması bizi son derece güç bir görevle karşı karşıya bırakıyor. Çünkü Parlamentoda temsil edilen çoğunluk ittifakının dışındaki partiler olarak bu gidişatı önleyebilmek için elimizde şu an için sözden başka bir şey yok. Fakat bu sözlerin de bir karşılığı olmadığını, bir diyalektik olmadığını, bütün bu müdahalelerin kurucu, yaratıcı bir tartışmaya yol açmadığını da görüyorum başından beri bunu izlerken. Çoğunluk partisi milletvekilleri ve müttefikleri sükûnetle izliyorlar, tartışmaya girmiyorlar. Bir an önce bu İç Tüzük taslağının taslak olmaktan çıkıp Parlamentoya inmesi bakımından bulunabilecek en makul yol bu olduğu için tartışmalarla durumu uzatmamak ve eldeki metni Parlamentoya dayatmak üzere [işleyen] son derece sakin bir ittifakla karşı karşıyayız. Demek ki “sakin” her zaman olumlu bir anlam taşımıyormuş, onu da burada öğrenmiş oluyoruz.

İkinci olarak, söze başlarken -bir komisyon üyesi olmayarak- sözümün kısıtlanmaması ve hareketlerimin kısıtlanmaması bakımından Başkanın gösterdiği davranışı takdir ettiğimi söylemek isterim. Çünkü Anayasa Komisyonundaki bir önceki tecrübemi hâlâ son derece büyük bir iç sıkıntısıyla hatırlıyorum. Milletvekilimiz Tuğba Hezer’in milletvekilliğinin düşürülmesi maksadıyla bir araya gelmiş olan Komisyon, karar vereceği sırada “Üye olmayanlar çıksın.” diye bir dayatmada bulundu. Aslında milletvekillerinin, komisyon toplantılarının herhangi bir anında o yer dışında, herhangi bir sebeple salonda olmamalarını talep etmek dahi milletvekilliği statüsüyle, Meclisin çalışmasıyla asla bağdaştırılamayacak bir şeydi. “Komisyon Meclisten üstündür; Komisyon Başkanı, komisyondan da üstündür.” fikrinin cisimleştiği bu davranışın eleştirisini yaparak oradan çıktık ama bu hâlâ içimde bir ukde. Hiçbir milletvekili arkadaşımıza, hiçbir komisyon başkanının böyle davranamayacağının bir içtihat olduğunu, bunun bir bedahet olduğunu, başka türlüsünün olamayacağını mutlaka burada kayda geçirmemiz gerekir. Bu güvenle konuşmaya devam etmek istiyorum.

Şu an tartışmakta olduğumuz İç Tüzük [Taslağı], herhangi bir sosyal, kültürel [ihtiyaçla], Meclisin çalışma süreçlerinin ihtiyaçları[yla], halkın daha iyi temsili, daha iyi yasalar yapılması için Meclisin reforme edilmesiyle tamamen ilgisizdir. Hiç böyle bir gerekçe yoktur bu İç Tüzük taslağının arkasında, birbirimizi kandırmayalım. Gerekçe bu açıdan bütünüyle hükümsüzdür. Eğer gerekçe buysa, bu gerekçeyle zaten böyle bir iç tüzük taslağı yapılamaz idi.

Benim diyeceğim şey şudur: Buradaki gerekçeler daha sonra anlam kazanması için gerisindeki bir ittifaka, bir fikir birliğine, bir anlayışa muhtaçtır. O da aslında Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu olağanüstü koşullara, bir olağanüstü hâl rejimine duyulan ihtiyaçla ilgilidir. Bu ihtiyacı aslında MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin kendisi son derece veciz bir biçimde ifade ederek “Sayın Cumhurbaşkanı fiilî başkanlık durumundan vazgeçmeyecekse fiilî duruma hukuki bir boyut kazandırılmalıdır, her gün suç işleyen bir yönetimden söz edilemez. Ya Anayasa Cumhurbaşkanına uyacak ya Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uyacak. Varsa bir teklif, gelsin değerlendirelim.” dedi. İşte, bu İç Tüzük’ün miladı da o gündür ve o karardır; o kararın, o ittifakın üzerine dayanmaktadır. Sayın Erkan Akçay diyor ki: “Aramızda hiçbir pazarlık olmadı.” At pazarlığından söz etmiyoruz ama; böyle bir Anayasa değişikliği ve bu Anayasa değişikliğine bağlı böyle bir iç tüzük olması konusunda aranızda son derece açık bir mutabakat, son derece net müzakereler, bu müzakerelerin sonucunda alınmış, verilmiş kararlar ve bunun sonucunda önümüze gelen taslak var.

Halkların Demokratik Partisi, bu taslağın oluşturulmasına katılmadı çünkü bizzat ortamın kendisinin, bu İç Tüzük’ün gündeme getirilmesi koşullarının kendisinin halkın menfaatlerine, Parlamentodaki muhalefet güçlerinin menfaatine aykırı olduğu kanaatinden ötürü buraya gelmedi. O nedenle bu ittifakın kendi eserini ortaya çıkarmasını bekledi ve bu eser ortaya çıkmıştır, önümüzdedir. Dolayısıyla, bu İç Tüzük’ün herhangi bir biçimde gerekçede belirtildiği gibi, “Parlamentonun işlev ve vazifelerini yerine getirmede kolaylaştırıcı, verimliliği ve etkinliği artırıcı nitelikte olduğu, bu işlev ve vazifeleri yerine getirirken parlamenterlerin uyması gereken kuralları da belirttiği, hukuki bir belge olmanın yanına, sosyal ve kültürel şartların ve gereklerin yansıdığı bir belge” olduğunu kimse söyleyemez. Eğer tababet alanında çok sık kullanılan bir klişeye başvuracak olursak, bu operasyon sonucunda operasyon son derece başarılı bir biçimde yerine gelmiş olacaktır fakat hastayı kaybedeceğizdir. Çünkü böylelikle aslında Parlamento -bir müzakere zemini, değişik fikirleri, toplumun çelişen, çatışan çıkarlarını dile getiren; bunları bir yönetim ilkesi hâlinde yasalaştırma, kurallaştırma, toplumla açık bir müzakere sürdürmek için kurulmuş olan Parlamento- onun içinde yer alan partilerin bir bölümü bu müzakere devresinin dışına atılmaktadır bu İç Tüzük’le. O nedenle, bunun, Parlamentonun işlevlerini geliştirdiğini söylemek mümkün değil, olsa olsa şöyle denilebilir: Parlamento bu İç Tüzük kabul edildiğinde bir kanun yapma fabrikasına                 -hakikaten bir kanun yapma fabrikasına- dönecektir. Çünkü burada zaman [birimi] başına düşen yasa miktarı bir “performans kriteri” olarak çoğunluk milletvekillerine üst irade tarafından dayatılmış olacaktır. O nedenle, bu İç Tüzük’ün aslında hiç gündeme gelmemesi gerekirdi.

Bir iç tüzük ihtiyacı yok mu? İç Tüzük tartışması yapılmamalı mıydı? Zaten Meclis benim bildiğim kadarıyla -ben bu Meclisin bir üyesi değilkenden başlayarak, ben çocukkenden beri- hep İç Tüzük tartışır, ben bunu biliyorum, burada bir mesele yok ama bunu yapmanın usulünün herhâlde önümüze gelen taslak olmadığını ezbere biliyoruz hepimiz. Aslında bu teklifi getirenler de bunun böyle olduğunu, Parlamentonun asli işlevlerini kolaylaştıracağını, bunların halkın karar alma mekanizması olarak Parlamentoyu daha da güçlendireceğini düşünmüyorlar. Bu Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi arasında Cumhurbaşkanlığı rejimine geçiş dolayısıyla oluşmuş bulunan ittifakın zorunlu bir sonucu olarak ortaya gelmektedir. Nereden yaz tatilinin ortasında alelacele yapılmış bir iç tüzüğü tartışmak aciliyetine sahiptik ki? Kimin böyle bir acelesi vardı? Benim bildiğim kadarıyla Cumhurbaşkanının böyle bir acelesi var. “Zaman, zaman, zaman…” her konuşmasında bunu dinliyoruz ama. Meclisin böyle bir telaşı ya da Meclis çoğunluğunun böyle bir telaşı yok çünkü benim gördüğüm kadarıyla, bu Mecliste bulunduğum beş yıl boyunca bu Meclis tarihinde yapmadığı kadar çok yasa yaptı, bazen aynı yasaları iki kere yaptı.

Bakın, ben size bir tane örnek vereyim, yasaları yaparken hangi mantık, yasaları yeniden yaparken o mantık aynen nasıl geçerli oluyor: Türk Hava Yollarında grev ihtimali var iken Meclise derhâl, apansız, bir torbanın içinde bir yasa geldi, sivil havacılık iş kolunda grevler kanunen yasaklandı. Yani grev yapılamayacak iş kolları arasına sivil havacılık girdi; Türk Hava Yolları grevi çökertildi, sendika yönetici değiştirdi, bir ay sonra sivil havacılık kolunda grevler yeniden serbest bırakıldı. Böyle, bu kadar hızlı, bir ay içerisinde aynı yasayı 2 kere değiştirecek kadar hızlı yasa yapabilen bir Mecliste “Yasa yapmaya zaman bulamıyoruz.” sözlerinin herhangi bir açıklayıcılığı yok. Bu, “muhalefetin yasa yapma sürecinde kendi görüşlerini açıklamak ve kabul ettirmek için kullanacağı zamana ihtiyaç yok” demektir çünkü muhalefete ihtiyaç olmadığı anlaşılmaktadır. Şu an Türkiye’de nüfusun yüzde 49’u en kötü ihtimalle, zaten muhalefet bile değil, “darbe yandaşı” olarak nitelenmiş durumdadır. Dolayısıyla, “Mecliste de seslerinin kesilmesinde bir mahzur yoktur.” diye bu tasarıyı ortaya koyanlar elbette düşünüyorlar, buna şüphe yok. Birbirimizi “sükûnet”, “asalet”, “kibarlık” vesaireyle yatıştırabiliriz fakat bu, bunun arkasındaki gerçeği ortadan kaldırmaz ki. Bu İç Tüzük yürürlüğe girdiği andan itibaren, pek çok arkadaşın benden önce anlattığı gibi, artık muhalefet milletvekilleri o an Mecliste bulunan çoğunluğun niyetine, değerlendirmesine, telakkisine göre şu ya da bu “millî değeri” inkârla, Anayasa’nın başlangıç[taki] dört maddesine aykırılıkla, bunları “tahkir ve tezyif”le suçlanarak derhâl cezalandırılacaklar ve -üstelik, ne kadar kötü bir şey- insanlar sözlerini tartarken artık dışarıdaki, Mecliste olmayan yurttaşlarımız “Başıma bir iş gelir mi?” diye düşünürken milletvekilleri de “Acaba aylığım elimden gider mi?” diye düşünmekle karşı karşıya bırakılıyorlar. Cezanın, bir müeyyidenin gerekçesi nedir? Karşısındakinin feda edemeyeceği bir şeyle onu tehdit etmek ve yapacağını yapmaktan caydırmak. Dolayısıyla, ben aklımdan geçeni cebimden geçenle dengeleyip bu konuda bir karara varacağım ve lafımı yutacağım. Yutar mı insan lafını? Siz yutar mısınız? Herhangi bir kimse yutar mı bunu? Bence hiç kimse yutmaz.Böylelikle, sonuçta, geldiğimiz yer Meclisin de bir yasa yapma fabrikasının yanı sıra bir ceza kesme ve suç işleme fabrikası hâline dönüşmesi demek olacaktır. Çünkü hayatın, toplumun, siyasetin olağan akışını değiştirdiğiniz andan itibaren, önceden öngörmediğiniz bir sürü anomali burada devreye girecek. Bunlara ne lüzum var? Niye böyle olsun? Çünkü, aslında iki parti arasındaki ittifak bunu gerektiriyor.

Ben öyle düşünüyorum, benim tasavvurum o, benim aklımdaki denklem Adalet ve Kalkınma Partisi sürat açısından yani hiç kimseyi dinlemeden buldozer gibi yasaları geçirmek ve canının istediğini yasalaştırmak bakımından bir garanti alıyor, Milliyetçi Hareket Partisi de kendi doktrinini Meclis doktrini hâline getirmek bakımından Adalet ve Kalkınma Partisinin bu ihtiyacına karşılık gelecek bir destek veriyor ve kendi ihtiyacını elde ediyor. Çünkü başka nasıl açıklanabilir sevgili arkadaşlar? Bir İç Tüzük’ün nasıl olmaması gerektiğini yıllar boyunca anlatmış olan bir partinin Meclisteki ve Komisyondaki heyeti, bunun tam tersi bir metnin altına niçin girsin? Bugüne kadar hiçbir zaman “Bir İç Tüzük’e acilen ihtiyacımız var. İç Tüzük’ü bu yaz değiştirdik, değiştirdik; değiştirmedik memleketin başı dertte.” dememiş olan bir Milliyetçi Hareket Partisi niye bu telaş içerisinde bu tasarıyı birlikte kotarıp buraya getirsin? Üstelik, son derece kötü formüle edilmiş, hiçbir uluslararası normla bağdaştırılamayacak, geçmiş Anayasa metinleriyle bir devamlılık, bir tutarlılık, Türkiye anayasacılığının içinde yeni bir merhale olacak bir şekilde değil de tamamen bir gariplikler silsilesi, birbirini yadsıyan mantıklar ama netice olarak “Win, win: Sen de kazan, ben de kazanayım. Sen doktrinini harekete, hayata geçir, ben de zamanı kazanayım.” diye aslında çelişkili bir ittifakın bize verdiği bir metinle karşı karşıyayız. Bununla yol alamayız. Daha doğrusu, şu olabilir tabii ki, pekâlâ mümkün: Sonuçta “Evet efendim”ci bir Meclisi “Hayır.” diyenlerin elini kolunu, ağzını bağlayarak tesis edebilirsiniz ama bunun adına “parlamenter demokrasi”, “parlamenter demokrasinin gelişmesi” vesaire diyemeyeceğiniz apaçıktır.

Doğrusu, ben özellikle Adalet ve Kalkınma Partisinin bugüne kadar sürdürdüğü toplumsal çoğulculuğun Meclise yansıtılması konusundaki müktesebatını da bu İç Tüzük’le birlikte çöpe altmış olduğunu düşünüyorum ya da bu, belki kaba kaçabilir, bir kenara bıraktığını, rafa kaldırdığını düşünüyorum; şundan ötürü: Biz hepimiz, Halkların Demokratik Partisinde siyaset yapanlar, öteki partilerde ve öteki düşünce evrenlerinde yaşayanlar kadın milletvekillerinin başörtüsüyle Meclise girmesi meselesinde, bunu bir laiklik tartışması değil, bunu bir toplumsal çoğulculuğun görünürlük kazanması, evde, sokakta, tarlada olanın Mecliste de olmasının kaçınılmazlığı, demokrasinin ancak toplumda olana hak tanıyan, toplumda olanı karar mertebesine yükselten bir arayış olduğu gerekçesiyle destek verdik. Bizim açımızdan mesele herhangi bir kutsalın orada ya da burada olması meselesi değildi, mesele hayatta nasılsa Mecliste de öyle olsundu. Fakat ben öyle görüyorum ki bu Adalet ve Kalkınma Partisi için yeterliymiş. Bütün öteki kalıpları bir yanda tutarken sadece bu kalıbı kırmakla yetinmek aslında toplumda olanın Meclise yansıması bakımından kararlı ve tutarlı bir davranış içerisinde olunmadığını gösteriyor.

Öte yandan, ben tabii, Milliyetçi Hareket Partisine de sormak istiyorum: Bir muhalefet partisisiniz hâlâ, istediğiniz ittifakı kurmuş olun, nasıl kurarsanız kurun, önünde sonunda sandığın önüne gidildiğinde herkes kendi kaderiyle, kendi seçmeniyle baş başa. Ben kamuoyu yoklamalarına bakıyorum, bütün partilerin gelişim grafiklerine bakıyorum. Şu an, yarın seçim olacak olsa Milliyetçi Hareket Partisi, Halkların Demokratik Partisinden daha avantajlı bir toplumsal desteğe sahip değil yani bu Meclisin kendi evreninde bir azınlığı olmaya devam edecek. Peki, azınlıkta olan bir partinin çoğunluğun elini böylesine güçlendiren, kendi kaderini çoğunluğun eline teslim eden bir İç Tüzük yapmakta ne gibi bir menfaati olabilir? Bu, bana sorarsanız, siyasi mantıkla…

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, ben sözlerinizi bölmek istemiyorum ama madde gündemine davet etmek istiyorum.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Tabii ki, ama böyle olmadan madde gündemi anlamlanamaz.

BAŞKAN – Madde gündemine davet etmek istiyorum, Sayın Kürkcü, lütfen.

Buyurun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Peki.

Özetle, neresinden baksanız siyasi mantığa, toplumsal gelişme doğrultusuna, partilerin evvelki müktesebatlarına göre aslında olmaması gereken bir metin, şimdi bir kararlılıkla burada tutuluyorsa bunda başka bir düşünce var demektir. Bu başka düşünce bir olağanüstü hâl rejiminin ihtiyaçları bakımından saf dışı edilmesi gereken muarızların sesinin kesilmesi için acil bir ihtiyaç olarak yan yana gelinmiştir. Sonrası? Belki “Sonrası Allah kerim.” diyorsunuz ama ben sonrasının aslında Parlamentodan, Parlamentodaki sözünden, Parlamentodaki temsilinden yoksun bırakılan insanların bunu “Ne yapalım, kaderimiz böyle imiş.” diye kabullenmeyeceklerini, tıpkı referandumda olduğu gibi ortaya koyacaklarından emin olmanızı dilerim. Böyle olursa belki son anda bir geri dönüş olabilir ama bundan çok da ümitli değilim.

1’inci maddenin kendisine gelecek olursak burada yapılmak istenilen değişikliğin neden hem Anayasa’ya hem Anayasa’nın eşitlik ilkesine hem Anayasa’nın milletvekili seçimiyle ilgili hususlarına bir İç Tüzük içinden hareket ederek aykırı bir metin yerleştirildiğini [benden önce konuşan vekillerimiz] açıkladılar.

Ben bunların üzerinden kısaca giderken şu noktalara dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, Mecliste şu ana kadar milletvekili yeminini etmemiş olan ya da edememiş olan bir tek milletvekilimiz var, Leyla Zana. Asıl tartışma şöyle yapılmalıydı: Ne oldu ki bunca yıl hapislerde yatmasına, gelip bir dönem bu yemini edip milletvekilliği yapmasına rağmen, Leyla Zana bir kelimeye takıldı ve o kelimeden hareketle yemini etmemek, milletvekilliğini tartışılır kılmak, Genel Kurul çalışmalarına katılmamak gibi bir sonuçla yüz yüze kalmaya rıza gösterdi? Nedir bu? Ona baktığınız zaman göreceğiniz şey, aslında, şimdi yaptığınızın tam tersini yapmanız gerektiğiydi.

Milletvekili yeminini açalım, okuyalım hep beraber ve problemin nereden doğduğunu görelim: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri göreve başlarken aşağıdaki şekilde ant içerler: Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma, toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Leyla Zana, “büyük Türk milleti” yerine “Türkiye milleti” dedi. Önce, dilinin sürçtüğü sanıldı fakat o, bunda ısrar etti.

En doğru ifade bu mudur, değil midir, öyle olsa daha iyi mi olur, bu başka bir mesele. Fakat burada iki esaslı mesele [var]: Bir, milletvekillerine, aslında benimsemedikleri ve toplumun tamamının benimsemesine imkân ve ihtimal olmayan bir felsefi anlayış dayatmak -ki bu son derece muğlak bir felsefi anlayıştı. Yani “Atatürk ilke ve inkılapları” bunlar; “Atatürkçüler”in kendileri bu konuda tartışma hâlindedirler; bunun pek çok fazla yorumu olduğu hakkında çok yaygın ve zengin bir edebiyat vardır. İnkılapların manası, önemi hakkında çok geniş bir tartışmanın içerisinden toplumun geçmekte olduğu bir anda bu felsefi anlayışla bütün milletvekillerini -nereden, nasıl, hangi öğretiye, hangi politik programa bağlı olarak seçilmiş olursa olsun- kendisinin doğrudan doğruya ait olmadığı bir düşünce evrenine bağlılığa mecbur etmek.

İkincisi, etnisiteye göre tanımlanmış bir millet kavramındansa yurttaşlığa göre tanımlanmış bir millet kavramının içinde kendini özgür hissettiğini ifade eden, bunun için mücadele eden ve illa bunun için Kürt olması da gerekmeyen, başka etnisitelerden olanların önüne kendilerinin sadece bir tek etnisiteyle tanımlandıkları bir millet tanımına bağlılık ifade etmelerinin istenmesi ağır bir problemdir. Bu problem toplumun önünde tartışılmaktadır, bu problem mahkemelerin önünde tartışılmaktadır, bu problem üniversitede tartışılmaktadır fakat bu problem Mecliste problem olmaktan çıkmıştır. Çünkü bir hüküm ile herkesin bu problemin bir yanında yer alması için onlara bir mecburiyet dayatılmıştır. Leyla Zana’nın itiraz ettiği budur. Bence hepimizin üzerinde tartışması ve bunu yapmadığı için insanları Meclisten atmaya çalışmak yerine “Biz insanları acaba nasıl bir cendereye sokuyoruz ki herkesin o sıfatı üstlenmek için birbiriyle yarıştığı bir konumu, bir görevi tartışma konusu yapmaya bu arkadaşımız razı oldu, bunu kabul etti.” diye düşünmüyoruz. Çünkü bir düşünce şekline göre zaten böyle düşünmek “vatan hainliği”dir, dolayısıyla “çizin üzerine çizgiyi gitsin, bundan sonra da yapacaklara da aynısını yapın”. Bence bir meclis, bir parlamento böyle yapmamalıydı.

Bakın, milletvekilleri bu Meclis kurulduğundan beri hep böyle yemin etmediler, bunların hepsi zaman içinde değişti ve bu bir askerî diktatörlüğün kendi düşünce kalıplarını Meclise dayatmak üzere getirdiği bir kalıptır. Size okuyayım 1924 Anayasası’nda mebuslar nasıl yemin ediyorlardı: “Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilâ kaydü şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma vallahi.” Hepsi bu kadar. Bu insanlar, 1924’te bu Mecliste olanlar bir Kurtuluş Savaşı vermişler, kendilerini esaretten kurtaran bir büyük mücadelenin içerisinde padişahlığın yerine bir yeni cumhuriyet oluşturmuşlar ve Anadolu’nun her yanından bir araya gelerek kendi varlık ve kendi kimlikleriyle bu Mecliste yer almışlardı ve bu kadar sade bir metinle yetinebiliyorlardı.

Şimdi, bizim bağlılık ifade etmemiz gereken yeminin bundan bu kadar karışık, karmaşık ve bu kadar tutarsız olmasına bizi mecbur eden nedir? Biz mademki bir İç Tüzük değişikliği yapacağız, o zaman yemin metninin kendisinin de değiştirilmesi için bir Anayasa değişikliği çabasında olamaz mıyız? Bence pekâlâ olabiliriz.

Ve nihayet 1961 Anayasası’nın hükmü: “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma, milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm.” Bunun nesi kötü, bunun nesini beğenmiyoruz? Neden bunu alıp getirip kimse için tartışılmaz bir metne geri dönmüyoruz da 12 Eylül metnini, üstelik şimdi tartışanları Meclisten atmak üzere bir aramızda anlaşma yapmaya çalışıyoruz? Bunun açıklanabilir bir tarafı yok anayasal evrimle, Anayasa’nın demokratikleşme yönünde ilerlemesiyle, toplumun çoğulculaşmasıyla, çokluğun kendini ifade kanalları bulmasıyla. Tam tersine, toplum ne kadar çoğullaşıyor, çoğulculaşıyorsa, ne kadar çok bunun için ifade kalıbı ortaya çıkıyorsa Meclis bundan bir adım, iki adım, üç adım daha geri gidiyor, böyle bir şey olamaz, bu, asla kabul edilemez toplumun ve tarihin evrimi bakımından. Ancak doktriner bir saplantı bizi buraya getirebilir, bu da aslında bir doktriner saplantıdan çok bir doktrin sopasını, bununla tartışmaya girişmeye cesaret edecek milletvekilleri için bir ceza aleti olarak kullanmaktan ibarettir. “Siz tutumunuzda, kararınızda ısrar edecek olursanız biz de sizi Meclisten çıkartırız.” diyebilmek içindir. Belki de bu vekillerden kurtulduktan sonra bambaşka bir yemin metnini, bambaşka kutsallar üzerine bir yemini pekâlâ buraya getirebilirler.

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, ben başlangıçtan beri çok kesmek istemiyorum ama madde üzerinde…

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Maddeyi konuşuyorum, daha ne konuşayım?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) – Zaten maddeyi anlatıyor.

BAŞKAN – Söz bekleyen diğer milletvekili arkadaşlarımız var. Ben sizi toparlamaya davet ediyorum.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, bu söz kısıtlama şeyi…

BAŞKAN – Söz kısıtlamıyoruz ama lütfen, toparlamaya davet ediyorum.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Süre kısıtlama deneyini benim üzerimde yapmayın, ben bunun kobayı olmak istemiyorum.

BAŞKAN – Hayır, ben böyle bir şey yapmıyorum ama.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Şimdi, lütfen, bunu yapmayın. Çünkü sizin bir önceki uyarınızdan beri maddenin üzerinde konuşuyorum doğrudan doğruya.

BAŞKAN – Buyurun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Üstelik şu ana kadar hiç kimsenin dile getirmediği şeyleri de dile getirdim, bundan istifade etmeye bakınız lütfen.

BAŞKAN – Buyurun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sonuç olarak, bu bahiste sonuç olarak bu tür tartışmaları medeni milletler[in] aslında vekilleriyle, yeni oluşmuş olan politik güçlerle anlaşmazlıklarını başka türlü çözebilen yollar da bulduklarını biliyoruz. Yunanistan’da başbakanlar, bakanlar ve milletvekilleri yeminlerini Yunanistan’daki Ortodoks geleneğine uygun olarak sadece “vatana, millete, devlete” değil, aynı zamanda dine, İncil’e de bağlılık beyan ederek, İncil’e el basarak yaparlardı, ta ki SYRIZA Partisi çoğunluk olarak bütün eski partileri silip Yunanistan Meclisine gelinceye kadar. Yunanistan’ın şimdiki Başbakanı  Aleksis Çipras dedi ki: “Ben Tanrı’ya inanmıyorum, benim böyle bir itikadım yoktur, İncil’e el basmam, millet beni İncil’e el basmam için değil, Yunanistan’ı selamete çıkartmak için görevlendirdi. Benim din adamıyla, rahiple de bir alıp veremeyeceğim yok.” Onunla tartıştı, konuştu, sonunda İncil’e el basmadı, kravatı da takmadı, aslan gibi de Başbakan oldu Yunanistan’a. Böyle de çözülebiliyor sorunlar.

Şimdi, ben tabii, size onu da sormak istiyorum: Meclis İçtüzüğü’ndeki kıyafet esasları bakımından: Şimdi, sevgili arkadaşlar, yazın bu sıcağında boynumuzda kravatla Genel Kurula gideceğiz diye -aslında Komisyonda mecbur değiliz- üzerimizde takım elbiseyle bu Mecliste görev yapıp duruyoruz. Kadın arkadaşlarımız, hiç değilse bizden bir adım önde, pantolon giyme hakkını elde ettiler. Yahu, madem bir hayır yapacaksınız, mesela şöyle yapın, bir maddede size oy vereyim: Kravat takma mecburiyetini ortadan kaldırın, insanların bildikleri gibi, nasıl giyinmek istiyorlarsa öyle Meclise gelmelerinin önünü açın. O zaman belki bazı baskıcı hükümlerinizi yeniden düşünmeyi düşünebilirim. Bu kadar şey, bir teklif acaba yol açar mı buna, hiç değilse şu yaz sıcağında? Fakat asıl ihtiyacımız olan şey, serbestlik. Hayat nasılsa Meclisin de öyle olması gerekir iken bunu yapmayıp bir Prokrustes yatağına yani mitolojideki [gib] insan yatağa uymuyorsa insanı yatağa uyduruyorsunuz, ayaklarını kesiyorsunuz. Böyle bir Meclis istemiyoruz.

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, lütfen toparlar mısınız.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Başkan, istifade etmiyor musunuz?

BAŞKAN – İstifade ediyoruz. Yunan Parlamentosuna kravatsız girildiğini öğrenmiş olduk, teşekkür ederiz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Evet ama…

BAŞKAN – Ama Anayasa Komisyonu şu an gündeme ilişkin…

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Acelemiz var, değil mi, sürate ihtiyacımız var?

BAŞKAN – Acelemiz yok ama yürütmemiz gereken… Şimdi, Sayın Kürkcü, şunu ifade edeyim: Biz burada Komisyon üyesi arkadaşlarla bir çalışma yürütüyoruz. Siz biraz sonra konuşmanızı yapıp gideceksiniz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Nereden bildiniz Başkan?

BAŞKAN – Yani ama dün yoktunuz, yarın belki… Ben bunlara girmek istemiyorum ama biz burada arkadaşlarımızla uyumlu bir çalışma yürütmeye gayret ediyoruz. Ben gerçekten kesmek istemiyorum sözünüzü ama lütfen toparlayın.

Teşekkür ederim.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Başkan, yani “Bu hükmü nasıl olsa kabul edeceksiniz, fazla uzatmayın.” diyorsunuz ama etmeyeceğiz Başkan, bunu tartışacağız, lütfen. Tartışmaya fırsat vermek iyidir. Ne olacak? Hegemonyanızı…

BAŞKAN – Yok, biraz da Genel Kurulda tartışırız ama lütfen gündeme… Şimdi, biz Komisyon Başkanlık Divanı olarak bu işi yürütmekle görevliyiz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Başkan, şu ana kadar gündem dışı hiçbir şey söylemiş değilim.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) – Gündem dışı bir şey yok Başkan. Ayrıca ilk gün de buradaydı Sayın Kürkcü.

BAŞKAN – Buyurun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Şimdi, her neyse Sayın Başkan. Benim anladığım kadarıyla, gördüğünüz gibi, ne kadar sakinsek de aslında sakin değiliz, acelemiz var, değil mi? Ama bizim ise şunda acelemiz var: Ne kadar hızlı ve ne kadar önce bu İç Tüzük [Taslağını] devreden çıkarabiliriz, bunu ne kadar çabuk bu Meclisin içine konduğu bir Prokrustes yatağı olmaktan çıkarabiliriz, bizim için mesele budur.

Sonuna geleyim, en sonuna, şunu söyleyeyim: Şimdi, bu [taslak], aslında yetkisi olmadığı hâlde Meclis çoğunluğunu, milletvekillerini Anayasa’ya aykırı bir hükümle cezalandırmakla yetinmiyor, iki kere cezalandırıyor. “Eğer kınarsam şu kadar para cezası veririm. Meclis çalışmalarından yasaklarsam da üstüne daha eklerim.” diyor. Ya, böyle bir şey var mı? Bir suçtan ötürü iki kere ceza alınamayacağı kadar açık bir yasa hükmü… Yani hukuk fakültesi 1’inci sınıf öğrencisinin bildiği şeyi bu Komisyonun… “İşimiz var. Çok esaslı Komisyonuz, mühimiz falan.” derken bununla beraber, karşımıza bir İç Tüzük değişikliği getiriyorsunuz [ama] ben size söyleyeyim, arkadaşlar da söylediler: Bu İç Tüzük değişikliği Meclis Genel Kurulundan geçebilir fakat eğer bu Anayasa Mahkemesinin bir içtihadı varsa yani kurulduğu günden bu yana kadar birikmiş olan kararlar manzumesi içerisinde bir karar verme mantığı oluşmuşsa Anayasa Mahkemesinin 1’inci maddesinden başlayarak bu İç Tüzük’ün Anayasa’ya aykırılığı kararı vereceği apaçık. Ama siz şunu diyorsanız: “Anayasa Mahkemesi o kararı verene kadar biz bu İç Tüzük’ü işletir, sonuçta ameliyatı yaparız, operasyon başarılı olur. Hastanın masada kalmış olması bizi alakadar etmez…” Fakat ondan o kadar ümitli olmayın. Hasta o kadar kolay canını teslim etmeyecek.

Hepinizi selamlıyorum.

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, teşekkür ediyorum.

Arkadaşlar, bugün yaklaşık üç buçuk, dörde kadar çalışmayı planlıyoruz. Bu çerçevede, ben Sayın Kürkcü’nün de burada bizimle beraber beklemesini ona söylüyorum, gözümüz de üzerinde olacak Divan olarak.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Benim de gözüm sizin üzerinizde.

BAŞKAN – Aynen. Ben teşekkür ederim. En azından uyarılarımızı…

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Göz göze bakacağız, evet.